Mutlucan Şahan –

 

Yunanlı bir şey bekler: o dünyayı kirden, pastan kurtaracak bir Heraklit bekler. Hristiyan insanlığı kurtaracak Mesih intizar etmektedir. Alevî de bir gayb imam, ‘muntazır imam’ beklemektedir. Biz de bir şey bekliyoruz. Eğer onu beklememizde Allah nezdinde bir mahsur yoksa hem içini, hem dışını fetheden ‘altın nesil’ bekliyoruz. Daha doğrusu biz kimseyi beklemiyoruz, ‘altın nesil’ olmayı düşünüyoruz.”

Fethullah Gülen, Altın Nesil Konferansı, İzmir, 1975

 
“Önüme hangi engeller çıkartılırsa çıkartılsın bu engelleri teker teker aşacağım. Ferhat’ın Şirin’ine kavuşması gibi ben de milletime bir gün kavuşacağım. Allah’ın izni ve milletimizin sağduyusu ile Türkiye’nin en büyük partisini kuracağım ve bir gün Başbakanlık koltuğuna oturacağım. Başbakanlık koltuğuna oturmadan ölürsem gözüm arkada kalır. Allah nasip ederse bir nihai hedefim Çankaya Köşkü’ne çıkmaktır.”

Tayyip Erdoğan, Bilal Çetin ile mülakat, Pınarhisar Cezaevi, 1999

 

Uzunca bir zamandır iktidar blokunun en önemli iki ortağı arasında alttan alta süren gerilim geçtiğimiz iki ay içinde hızla zincirlerinden boşandı. Kavganın şiddetlenmesiyle herkesin bildiği sırlar tüm çıplaklığıyla ortalığa dökülürken sadece iktidar bloku çatlamadı, “Yeni Türkiye” daha kuruluşu bütünüyle tamamlanmadan hızla eskimeye başladı. Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki karşı karşıya olduğumuz şey ağır bir rejim bunalımı. Üstelik tüm emareler kavganın daha da şiddetleneceğini ve bunalımın giderek derinleşeceğini gösteriyor. Bir dönemi geride bırakıyoruz. Önümüzde nasıl bir dönem olacağını ise mücadele edersek biz belirleyebiliriz. Aksi takdirde kutudan çıkana razı oluruz.

 
Paralel Tarihler
 
Şu an ölümcül bir iktidar mücadelesinde karşı karşıya gelmiş iki iktidar odağının, yani çok doğru bir adlandırma olmasa da yaygın biçimde kullanıldığı haliyle AKP ve Cemaat’in ilişkilerini anlamak için biraz gerilere uzanmakta yarar var. Gülen Cemaati ile AKP’nin asli unsurlarının neşet ettiği Milli Görüş Hareketi de ağırlıklı olarak taşra esnafı ve Anadolu küçük burjuvazisinden oluşan benzer bir toplumsal dokuda kök saldılar ve çoğu zaman birbirleriyle rekabet halinde olmakla birlikte paralel bir gelişim çizgisi izlediler. İkisi de ve Türkiye’deki İslamcı hareketin genel Merkez sağa yedeklenmiş İslamcılığın bağımsızlaşmaya başladığı ve “komünizmle mücadele” atmosferinde Siyasal İslam’ın boy verdiği 1960’ların sonunda mayalandılar. İslamcılığın devlet ve toplumda kendine bir alan açtığı 1970’lerde şekillendiler. 1980’lerin Türk-İslam sentezi ve serbest piyasaya açılma ortamında hızla güçlendiler. Nihayet, bildiğimiz gibi 2000’lerde aynı iktidar blokunda buluştular. Muhafazakâr, devletçi hatta milliyetçi sayılabilecek bir İslamcılık anlayışını paylaşmaları bakımından da benzerlik gösteren bu iki çevre arasındaki asıl fark izledikleri yöntemde, iktidar stratejilerinde yatıyor.

 
Makama Tutunmak
 
Parlak bir mühendislik kariyerinden Odalar Birliği’nin önce genel sekreterliğine sonra başkanlığına terfi eden Necmettin Erbakan bu dönemde bir yandan Anadolu’nun mütevazı ticaret ve sanayi burjuvazisiyle bir yandan da Adalet Partisi içindeki küçük İslamcı kanatla yakın ilişkiler geliştirdi. Bu girişimleri nedeniyle Süleyman Demirel’in öfkesini çeken Erbakan, hükümet eliyle Odalar Birliği başkanlığından alındı. Fakat azlini kabul etmeyerek kendisini makamına kilitledi ve ancak iki gün sonra polis marifetiyle buradan çıkartılabildi. Bu maceranın hemen ardından 1969 yılında yapılacak ara seçimlerde milletvekili adayı olmak üzere Adalet Partisi’nin kapısını çalan Erbakan, Üniversite’den arkadaşı olan ve en az kendisi kadar inatçı Demirel tarafından veto edildi. Seçimlere Konya’dan bağımsız aday olarak girip yüksek bir oyla seçilirken bir yandan da o güne dek kurduğu ilişkilerin ve üyesi olduğu –daha sonra ANAP’ın kurulmasında da önemli bir rol oynayan- Nakşibendî Tarikati’nin desteğiyle İslamcı hareketin ilk bağımsız siyasi partisini örgütlüyordu. Milli Nizam Partisi 1970 yılında kurulmasından bir buçuk yıl sonra kapatıldı. Yerine kurulan Milli Selamet Partisi ise 1970’lerde yapılan iki seçimde %10 civarında oy alarak parlamentoya girmeyi başardı. Amblemi anahtar olan parti parlamenter siyasette hep temsilinin üstünde kilit bir rol oynadı ve önce Bülent Ecevit’in kurduğu koalisyonda sonra ise 1. ve 2. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde yer aldı. Milli Görüş geleneği gerek 1970’lerde gerek sonrasında tabanını konsolide etmek ve genişletmek için çeşitli vakıflar ve dernekler örgütlemeyi, toplum içinde organik ilişkiler geliştirmeyi ihmal etmediyse de faaliyetinin merkezine hep bir siyasi partiyi koydu.

 
Makama Yerleşmek
 
Aynı dönemde İzmir Kestanepazarı Camii’nde genç bir vaiz olan ve Nurcu çevrelerde giderek öne çıkan Fethullah Gülen de etrafına çarşı esnafını toplamaya başladı. Gülen çevre il ve ilçeleri dolaşarak vaazlar veriyor bir yandan da bu vaazlar kaydedilerek kasetler elden ele dağıtılıyordu. Giderek genişleyen, çeşitlenen ve Ege taşrasından başlayarak farklı bölgelere açılan bu çevre, eğitimi merkezi faaliyet alanı olarak belirledi. Bu arada geleneksel Nurculuk ile aralarındaki mesafe giderek açılıyordu. Toplanan paralarla açılan evlerde, yaz kamplarında, kurulan yurt ve dershanelerde yine Nur risaleleri okutuluyordu ama bunun yanı sıra hatta belki esas olarak milli eğitim müfredatına yardımcı dersler veriliyordu. Temel amaç, İslami değerlere ve şüphesiz Cemaat’e bağlı olmanın yanı sıra, iyi eğitimli, nitelikli, kabul gören gençler yetiştirerek onların kilit noktalara gelmesiyle toplumsal ve siyasal bir ağırlık kazanmaktı. İlk dönemlerde, açık siyaset yapan Milli Görüş hareketiyle belli ölçüde işbirliğine gidildiyse de kısa sürede yollar ayrıldı. Cemaat -bir yanıyla Nurcu geleneği sürdürerek ama esas itibariyle merkezi faaliyetine halel getirmemek adına- doğrudan ve açık siyaset yapmaktan uzak durdu fakat siyasi çevreler ve figürlerle, bilhassa –ve askeri olsa bile- iktidar(lar)la arasını hep iyi tutmaya özen gösterdi.

 
Darbe Diyemeyenler
 
12 Eylül darbesi konu edindiğimiz iki çevreyi farklı biçimlerde etkilediyse de esas olarak zarar vermek yerine önemli ölçüde güçlenmelerine neden oldu. Milli Görüş özellikle örgütsel bakımdan belli ölçüde zarar gördü. MSP kapatıldı ve partinin bazı kadroları yargılandı fakat bu dava dört buçuk yıl gibi dönemin şartlarına göre kısa bir sürede beraatle sonuçlandı. Bu arada Refah Partisi kuruldu ve toplumsal taban büyük ölçüde muhafaza edildi. Nitekim 1987’de siyasi yasakların kalkmasından sonra girilen ilk seçimde alınan %9,8’lik oy dönemin –başka alanlardaki ilerlemeler bir yana ve tabanın ciddi bir kısmını ödünç alan ANAP’a rağmen- Milli Görüş’ün bu ara dönemi kitle desteği konusunda hasar almadan, güçlenerek atlattığını gösterdi. Keza 1990’lar büyük ölçüde Refah Partisi yılları olacaktı. Cemaat ise zaten darbeyi daha ilk günlerden memnuniyetle karşılayan kesimlerin başında geliyordu. Gülen bir süre takibata uğradıysa peşi gelmedi. Bizzat kendileri tarafından ifade edildiği gibi Cemaat’in esas atılım dönemi 1983’te açıldı zira bu dönemde hem eğitim faaliyetlerinin ilk meyvesi olan kadroları toplamaya başladılar hem de dönemin sunduğu yeni olanaklarla dershane ve özel okullarla yaygınlaşan eğitim ağının yanı sıra toplumsal, kurumsal ve mali ilişkilerini genişlettiler. Cunta liderliğinden cumhurbaşkanlığına terfi eden Kenan Evren’in ve müsteşarlıktan başbakanlığa terfi eden Turgut Özal’ın öncülüğünde başlatılan “kendi okulunu kendin yap” kampanyasıyla okullaşma hamlesi ciddi bir çığır atladı ve kısa bir süre sonra da dünyaya açılmaya başladı.
 
Son beş on yıldır 12 Eylül ile hesaplaşmak moda olduysa da -gerekçelerinden biri de meşhur Konya Yürüyüşü sayılan- darbe sonrası dönem İslamcılar açısından oldukça bereketliydi. Nitekim üşenmeyip arşivler karıştırılırsa bu cenahın genel itibariyle hem darbeyi hem sonrasını memnuniyetle karşılandığı görülebilir. 12 Eylül’ün İslamcılık için niçin elverişli ortam oluşturduğuna ilişkin çeşitli mülahazalar söz konusu edilebilir. Bunların bazıları tartışmaya açıktır bazıları ise öyle çok dile getirilmiştir ki tekrar etmek gerekmez. Fakat birini anmakta bir diğerinin ise üzerinde durmakta yarar var. Anmakla yetineceğimiz husus, toplumu huzur ve güven ikliminde, kanun ve nizam dairesinde tutmak için devreye sokulan Türk –İslam sentezinin sunduğu ideolojik zemindir. Üzerinde durulması gereken husus ise ihracata dayalı büyüme ve serbest piyasacılık temelinde gerçekleştirilen –neoliberal- yapısal değişim programının İslamcı kesimlere sunduğu olanaklar ve böylelikle İslamcılığın bu yeni birikim rejimine eklemlenmesidir.

 
Banknottan Kaplanlar
 
Yeni birikim rejimiyle birlikte en fazla öne çıkan aktör muhafazakar eğilimleriyle dikkat çeken, başta Milli Görüş ve Cemaat olmak üzere genel olarak İslamcı hareketin doğal/geleneksel tabanını oluşturan ve 1970’lerde siyasal olarak Milli Görüş tarafından temsil edilen taşra burjuvazisi oldu. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin hem dünyadaki genel eğilimler hem uluslararası iş bölümü hem de emek-sermaye ilişkileri bakımından esnek birikim rejimindeki önemi konusunda koca bir külliyat söz konusu. Yine de kısaca özetlemek gerekirse… Öncelikle bunlar kapsam ekonomisine daha elverişlidir ve piyasanın hızlı değişen taleplerine yanıt verebilecek kabiliyetine sahiptirler. Diğer yandan özellikler de cemaat yapılarına yatkın ve kendi aralarında dayanışmaya eğilimliyseler esnek uzmanlaşma modeline uyumludurlar. Nihayet emeğin denetlenmesi ve ucuz emeğe erişim bakımından avantajları bunları özelikle tedarikçilik konumunda öne çıkarır. Tüm bunlara Türkiye’ye özgü bazı eklemeler de yapılabilir. Bunlardan biri 1980’lerin ve 1990’ların siyasal-toplumsal ikliminde bu yeni burjuvazinin eşine az rastlanır biçimde teşvik edilmesi diğeri ise özellikle Arap sermayesinin -faiz değil kar payı dağıtan- İslami finans kuruluşları eliyle Türkiye’de yoğunlaşmasıdır. Bütün bu ekonomik manzara 1980’lerden itibaren İslamcı çevrelerin toplumsal tabanında muazzam bir zenginleşmeyi ve bununla bağlantılı olarak İslamcı hareketlerin büyük mali olanaklara kavuşmasını beraberinde getirdi. Buradan aslan payını alan Milli Görüş ve Cemaat çevrelerinde de çok sayıda şirket, holding, finans ve medya kuruluşları ortaya çıktı. Ağırlıkla Milli Görüş’e yakın sermaye örgütü MÜSİAD 1990’da kuruldu. Cemaat’e yakın sermaye çevreleri ise MÜSİAD’a katılmayarak daha yaygın bir örgütlenme ağı oluşturdu ve bu ağı daha sonraları 2005 yılında kurulan TUSKON şemsiyesi altında bir araya getirdi.

 
Tevhit ve Tevil
 
AKP iktidarının ilk dönemindeki meşruiyeti esas olarak bir önceki dönemin enkazından ve AB ile ABD başta olmak üzere muasır medeniyet odaklarıyla tutturulan uyumlu ilişkiden kaynaklanıyordu. Kendi dinamiklerinin devreye girmesi ve iktidar blokunu kurması ise esas itibariyle 2007 yılında başlayan ikinci döneminde gerçekleşti. Bu döneme damgasını vuran askeri vesayetin özerkliğini yitirmiş yargı yoluyla tasfiye edilmesi ve inşaat odaklı bir büyüme stratejisinin özerklik kazanmış TOKİ eliyle hayata geçirilmesi oldu. AKP’yi kuran kadroların önemli bir bölümünün Milli Görüş içinde oluşan “Yenilikçiler” hareketinden geldiği, 28 Şubat’ın ardından gelen değerlendirmelerde büyüyen ayrımların 2000’lerin başında yeni çizgiye evrildiği bir vakıa. Milli Görüş geleneği ile AKP arasındaki ilişkinin niteliği, bu partiye ilişkin derin bir analizin önemli kısmını oluşturur. Okumakta olduğunuz yazı bu sıkleti çekme iddiasında olmayıp söz konusu kısımları hızlıca geçme eğiliminde olsa da bazı noktaları belirtmek zorunlu.
 
Öncelikle AKP’nin son derece ayrıntılı bir web sitesine sahip olmasına ve burada 2023 vizyonunu uzun uzun anlatırken rağmen burada tarihçe bölümüne yer vermemiş olması, benzer bir gönülsüzlüğü paylaştığını gösteriyor olabilir. Milli Görüş ile özdeşleşen “Adil Düzen” mottosunun retorik bile olsa özenle dile getirilmiyor oluşu süreksizlik hanesine yazar, AKP’nin özellikle ilk dönem izlediği siyasi çizgiyi anlamlandırma konusunda iş görür ve onun İslamcı olmaktan ziyade neoliberal bir parti olduğu yönündeki değerlendirmeleri doğrular. Diğer yandan AKP’nin zorlukla her karşılaştığında İslami dağarcığına ve reflekslerine sarılması süreklilik hanesine yazar, özellikle ikinci dönem izlediği siyasi anlamlandırma konusunda iş görür ve İslamcılığın zaten yapısal olarak neoliberalizmle uyumsuz bir siyasal/ideolojik akım olmadığını doğrular. Bu tartışmanın ötesinde ve buradaki çelişkilerle bağlantılı biçimde AKP’nin asıl özgün yanı, siyasal alanda bir aktör olarak ortaya çıkmasından beri ilk defa İslamcı çevrelerin tamamını yan yana getirip iktidara taşımayı başarmış fakat bunu ancak daha geniş bir blokta gerçekleştirebilmiş olmasıydı. Bu esnada hem kendisinin hem bir araya getirdiği çevrelerin şu ya da bu ölçüde değişime uğraması ise kaçınılmazdı.

 
My Republic ya da TOKİ Vesayeti
 
Türkiye bir muz cumhuriyeti midir, değil midir tartışılabilir; ama ille bu cumhuriyeti bir belirtisiz isim tamlaması içinde kullanacaksak müteahhit cumhuriyeti ifadesi daha uygun olur. Askeri vesayet midir, yargı vesayeti midir tartışıladursun, memleketin son yıllarına damgasını vuran TOKİ vesayetidir. Doğrudan büyük patronla görüşerek işini halledip belediye reisine gönül koyma özgüvenine, paşaları titreten süper savcıyı dize getirme cesaretine, “bizim eskiden yaptığımız binalar üflesen yıkılır, iyisi mi siz yeni yaptıklarımızı alın!” deme ferasetine ve “Arkadaş sen ne demeye savcı ağırlıyorsun?” sorusuna muhatap olmama güvencesine sahip olan kim? Peki onca bakan arasında Büyük Usta’ya diş gösterme, posta koyma ve hatta “Sen de oradaydın. Madem öyle, önden buyur!” deme hakkını kendinde gören kim? Artık geride bıraktığımız dönemde kent ve doğa talanı sadece bir büyüme aracı olarak iş görmedi. Bu şekilde açığa çıkan kaynaklar, iktidar blokunu bir arada tutan harç oldu. Ve inşaatçılar iyi bilir, harcın malzemesi eksik olursa o bina çürük olur. Sahi iddialar gündeme gelince niye şaşırdık? Haydi yolsuzluk ve rüşveti –hele bu haliyle- bilmiyor, sadece seziyorduk; ama kayırmacılık zaten sahne ışıklarının altında icra edilmiyor muydu?

 
Hizmet Kusuru
 
2007 yılında koşullar AKP’yi ikinci döneme geçmeye zorladığında sahne büyük buluşma için hazır, taraflar birbirine mecburdu. İki taraf da birbirini yıllar içinde tanımış kimin hangi rolü oynayacağından emin olmuştu. Cemaat’in iktidar blokuna katılımı bir puzzle’ın son parçasının yerine oturuşu kadar kolay oldu. O parçanın oradan aynı kolaylıkla çıkmayacağını bloktaki hemen herkes bilmesine rağmen temkinli ama kararlı biçimde yola devam edildi, o kadar kusur kadı kızında da olurdu. Bir yandan işlerini görürken bir yandan en az vuslat kadar kaçınılmaz olan hicran günü için hazırlıklarını yürüttüler, milli irade lafzının olur olmadık bu denli sık dile getirilmesi biraz da bundandı belki. Bir taraf dosyalar biriktirip makamlarda yerini sağlamlaştırmaya çalışırken diğer taraf kadro eksiğini düşünce kuruluşlarında ve gazete köşelerinde yetiştirdiği turfandalarla kapatma ve müstakbel rakibinin ayağını rahatladığı alanlardan kaydırma telaşına düştü. Biz faniler tüm bu taktik mücadeleyi satır aralarını takip ederek, MÜSİAD ile TUSKON’un aldığı -ve almadığı- ihaleleri, bürokrasinin kritik konumlarında gerçekleştirilen atamaları kıyaslayarak, boşlukları zihnimizde doldurarak izledik. Haziran’daki gibi izleyicilikten kurtulup yürekleri ağızlara getirdiğimiz zamanlar da oldu fakat böylesi bir mücadeleye onlar kadar hazırlıklı ve alışık değildik. Bugün yaşananlar, uzun süredir hazırlığı yapılan planların karşılıklı hayata geçirilmesinden ibaret. Taraflar bir trajedinin son perdesini andıran bu mücadeleye isteyerek değil mecburen girdi, buradan ancak ve en iyi ihtimalle telafi edilemez yaralarla ayrılacaklarının da farkında.

 
Radyoloji ve Strateji
 
Savaşın patlak vermesiyle satır aralarındakiler manşetlere, kapalı kapılar ardındakiler salonların orta yerine döküldü. Tarafların birbiri hakkında söylediğini doğru, kendi hakkında söylediğini yanlış kabul etmek için son derece makul gerekçeler var. Bütün bu kaotik gündemi böylesi bir önkabulle ele aldığımızda karşımıza çıkan şey rejimin röntgen filmidir. Bu röntgen filmini biraz bakıp sandığa mı kaldıracağız yoksa teşhis ve tedavi için mi kullanacağız? Eğer tercihimiz ikinciden yanaysa başlamamız gereken yer belli. Zaten tüm çıplaklığıyla gözler önünde yaşananları rafine analizlerin dolayımından geçirmeden, kitlelere dönüp “Kral çıplak!” diye bağırmak ve tıpkı Haziran’da olduğu gibi sahneye çıkmak. Bu kez mümkünse ortak bir stratejik perspektifle, somut talepler ve hedeflerle.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2014 tarihli 7. sayısında yayınlanmıştır)