Daniel Bensaid –

Almanya’da ve Portekiz’de yakın zamanda gerçekleşen seçimler, bir dizi Avrupa ülkesinde yeni bir radikal solun doğmakta olduğunu teyit etti. Almanya’da Sol Parti (Die Linke) oyların yüzde 11.9’unu alarak federal parlamentoda 76 koltuk kazandı. Portekiz’de ise Sol Blok yüzde 9.86 oyla koltuk sayısını ikiye katlayarak 16’ya çıkardı.

Bu yeni solun ortaya çıkışı 1990’ların sonuna doğru toplumsal hareketler alanında yaşanan yenilenmeyle ve küreselleşme karşıtı hareketin yükselişiyle oldu. Bugün için yeni olan ise bir iki ülkeyle sınırlayamayacağımız, tüm Avrupa’ya şamil seçim başarılarının yaşanıyor olması. Danimarka’daki Kızıl-Yeşil İttifak, Yunanistan’daki Syriza ya da Fransa’daki Yeni Antikapitalist Parti (NPA) bu temayülün birer örneği. Hâlâ daha kırılgan ve eşitsiz bir gidişat bu, üstelik büyük ölçüde ülkeden ülkeye değişiklik gösteren seçim sistemleriyle ilintili. Fransa’da örneğin NPA ve Sol Cephe’nin (FG) toplamda yüzde 12 kadar bir oy potansiyeli var. Fakat nispi temsile imkân tanımayan ve de ehveni şer olarak “stratejik oy verme”yi teşvik eden seçim sistemi nedeniyle iki parti de parlamentoda tek bir koltuk sahibi bile değil.

Bu yeni solun yükselişinin ardında bir dizi neden var. İlk neden, son elli yıldır geleneksel solu oluşturan Sosyal Demokrat ve Komünist partilerin yaşadığı geri çekilme ya da çöküş. “Sosyalist kamp”la ve Sovyetler Birliğiyle özdeşleşmiş olan komünist partiler, Yunanistan ve Portekiz’deki kısmî istisnayı bir kenara koyarsak, ya tümüyle ortadan kalktılar ya da toplumsal tabanlarının eriyip gitmesine tanıklık ettiler. Sosyal Demokrasi ise, Avrupa Birliği anlaşmaları çerçevesinde neoliberal politikaları destekleyerek ya da aktif biçimde uygulayarak, meşruiyetini aldığı refah devletinin çözülüp gitmesine katkıda bulunmuş oldu. Sonuç olarak, “yenilenme”, “üçüncü yol” ya da “yeni merkez” benzeri lakırdılar gerisinde İtalya’daki Demokrat Parti benzeri merkez sol yapılara dönüştüler. İşçi sınıfıyla bağları zayıfladıkça iş dünyasıyla kaynaşmaları pekişti. Schroder’in Gazprom’un yönetim kuruluna atanması ya da iki Fransız “sosyalist”in (Dominique Strauss-Kahn ve Pascal Lamy) IMF ve DB’nin başına getirilmesi, önde gelen Sosyal Demokrat figürlerin büyük sermayenin sağ kolu haline gelişini simgeliyor. “Sosyal piyasa ekonomisi” ve “sosyal uzlaşma”nın fedaisi Alman Sosyal Demokrasisi şimdi bunun bedelini ödüyor: 27 Eylül seçimlerinde on yıl önce aldıkları oylardan 10 milyon daha az oy aldılar.

Merkez solla merkez sağ arasındaki fark giderek ortadan kalkarken, Berlin Duvarı’nın yıkılışının sonrasında, emperyalist sıcak savaşlardan, ekolojik ve toplumsal krizlerden, işsizlikten ve güvencesizlikten başka bir şey bilmeyen yeni bir kuşak yetişti.

Bu genç kuşağın içinden aktif bir azınlık politik mücadelede kendi çıkarına bir şeyler gördü, bununla birlikte bu azınlık seçim oyunları ve kurumsal düzeydeki gayri dürüst uzlaşmalar karşısında ihtiyatlı davranmaya devam ediyor. Dünyanın bu sefil haline diş bileyen fakat “başka bir dünya”nın ne olacağını belirlemekten aciz bu yeni radikalizm, birbirinden taban tabana zıt yönlere gidebilir: Bir tarafta sarih bir antikapitalist alternatif, diğer tarafta (Fransa’daki Milli Cephe ya da Britanya’daki BNP gibi) milliyetçi ve yabancı düşmanı popülizm; hatta belki de yeni bir nihilizm dalgası. Ama gene de şunu not etmekte fayda var ki, Die Linke’nin ya da 2007 Fransa başkanlık seçimlerinde Olivier Besancenot’nun seçmenleri arasındaki gençlerin ve güvencesiz çalışanların oranı başka hiçbir partide olmadığı kadar yüksekti.

Yeni sol ortak bir stratejik proje etrafında bir araya gelmiş homojen bir akım değil. Direniş ve toplumsal hareketler ile kurumsal saygınlığın çekiciliği arasında polarize olmuş bir dizi gücün bir parçası. Bu da kaçınılmaz olarak parlamenter ittifakları ve hükümet olma bahsini bir tür turnusol kâğıdı haline getiriyor. Kısa bir zaman öncesine kadar İtalya’daki Rifondazione Comunista yeni Avrupa Solu’nun gözbebeğiydi, ama Prodi hükümetine dâhil olarak kendi ölüm fermanını imzalamış oldu. Üstelik bu hamle Berlusconi’nin iktidara dönmesine engel olamadı. Böylesi bir yaklaşım, seçim taktiklerine dair bir tartışmanın ötesinde, Die Linke lideri Oskar Lafontaine’in gayet yerinde özetlediği bir yönelimi açığa çıkarıyor: “Refah devletini yeniden tesis etmek için baskı uygulamak.” Burada mesele, sebatla bir antikapitalist alternatif inşa etmek değil de, Sosyal Demokrasi üzerinde baskı uygulayarak onu merkezci şeytanlardan çekip kurtarmak, kurulu düzen çerçevesinde klasik reformist politikalara geri çekmek. “Refah devletini yeniden tesis etmek” bahsine gelince… Bunun için İstikrar Paktı’nı ve Lizbon Anlaşması’nı yürürlükten kaldırmak, tüm Avrupa’daki kamu hizmetlerini yeniden inşa etmek ve Avrupa Merkez Bankasını demokratik yollarla seçilmiş bir yapıya kavuşturmak gerekir, başka bir deyişle sol hükümetlerin son yirmi yıldır yaptığı ve halen iktidarda oldukları ülkelerde yapmaya devam ettikleri her şeyi tersine çevirmek gerekir. Ancak, Sosyal Demokrasinin ekonomik kriz karşısında takındığı mütevazı tavır gösterdi ki, onların piyasa talepleriyle bir aradalığı artık geri döndürülemez düzeyde.

Portekiz seçimlerinin hemen arifesinde Sol Blok lideri Francisco Louça, José Socrates’in sosyal demokrat hükümetini desteklemeleri için yapılan çağrıları geri çevirdi. Sol Blok’un planlanmış özelleştirmeler karşısında, kamu hizmetlerinin tasfiyesi ve yeni iş kanunu karşısında “muhalefette” olacağını açıkladı. Sosyalist Parti’yle herhangi bir koalisyon ihtimalini reddeden Olivier Besancenot’nun NPA’sıyla Sosyalistler ve Yeşiller’le birlikte yeni bir “çoğulcu sol” ittifak arayışına giren Komünist Parti arasındaki ihtilafın temelinde de bu vardı. 2002 başkanlık seçimlerinin ikinci turunu aşırı sağcı Le Pen’le klasik usul sağcı Chirac’a bırakan bir önceki “çoğulcu sol” hükümetin kötü sicili unutulmuş anlaşılan. Yeni soldaki tüm partiler bu tartışmaları yaşıyor. Bu, özellikle, Berlin eyaletinde sosyal demokrat SPD ile koalisyon kuran ve bunun bir tür genel politikaya dönüşeceğinin alametlerini veren Die Linke için geçerli.

Bu durum bize yeni solun karşılaşacağı stratejik tercihler konusunda net bir fikir veriyor. Yeni sol ya kurumsal düzleme öncelik verecek ve kendini geleneksel sol karşısında bir ağırlık merkezi olmaya adayacak ya da sömürülenlerin ve ezilenlerin yeni politik gücünü sabırla inşa ederken birer köşe taşı olarak mücadelelere ve toplumsal hareketlere öncelik verecek. Bu elbette ki, özelleştirme ve taşeronlaştırmalar karşısında, kamu hizmetlerini ve sosyal programları müdafaa etmek için, demokratik özgürlükler için, göçmenlerle ve “kâğıtsız” işçilerle dayanışma halinde olmak için geleneksel solla en geniş eylem birlikteliklerinin yolunu aramaktan vazgeçmek anlamına gelmez.

Ama bu, sermayenin ilişiklerini sadakatle yürüten soldan bağımsızlaşmayı gerektirir, ki yeni ortaya çıkan güçler tümüyle politikanın dışına düşmesin.

Toplumsal ve ekolojik kriz daha yeni başlıyor. Olası iyileşmeler gelecekte söz konusu olsa da işsizlik ve güvencesizlik artarak devam edecek; iklim değişikliğinin sonuçları daha da kötüleşecek. Kapitalizmin periyodik olarak girip çıktığı bir krizle değil, nicelikleştirilemez olanı nicelikleştirmeye çalışan, ölçülemez olanı ölçmenin yollarını arayan bir sistemin alçaklığının patlamasıyla karşı karşıyayız.

O yüzden devasa bir kalkışmanın henüz başında olmamız muhtemel. Bir yeniden dizilim ve tanımlama sürecinin ardından birkaç sene sonra politik alanın büyük ölçüde onarılmış biçimde doğacağı bir kalkışma bu. Hazırlanmamız gereken tam da budur. Küçük parlamenter oyunlar için ya da daha fazla hayal kırıklığına yol açmaktan başka bir işe yaramayan kısa erimli kazanımlar için bu orta vadeli alternatifin doğuşunu feda edemeyiz.

1 Aralık 2009

Contretemps (yeni seri), Aralık 2009, ss. 7-9.

Çeviren: Fırat Genç