Gilber Achcar –

Ele alınacak çok fazla konu var. Gazze saldırısından Tunus’taki duruma, Mısır’daki Mursi iktidarından İran’a yönelik tehditlere ve diğer bir sürü olaya kadar, Ortadoğu haberleri hep gündemde. Yaklaşık iki yıl önce, 17 Aralık 2010 günü Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın genel bir değerlendirmesiyle başlamak istiyorum. Bunun bölge için anlamı konusunda genel bir değerlendirme yapar mısınız?

Yapılabilecek genel değerlendirme, bölge tarihinde ilk kez bir şeylerin hareket ediyor ve değişiyor olduğudur. Herşey çok hızlı değişiyor ve bölge uzun vadeli bir devrimci sürece girmiş durumda. Bölge tarihinde muazzam bir değişim söz konusu. Her türden tıkanma patlama halinde. Uzun yıllar bu patlama sürecek.

Tıkanmalardan bahsettiniz. Bundan kastınız kısmen sert ve eskimiş diktatörlükler mi? Bu konuda ve Tunus’taki mevcut durumla ilgili ne söylersiniz?

Sadece diktatöryal rejimlerden daha geniş bir konu. Elbette, en görünür olan ve zafer kazanan isyanlardan en doğrudan etkilenen kısmı o. Ekonomik tıkanmayı da içeren daha geniş bir tıkanmanın bir parçası.  Bölge çok önemli doğal kaynaklara sahip olmasına rağmen ekonomik gelişme ve daha genel olarak kalkınma açısından dünyanın gerisinde kalmış durumda. On yıllardır dünya işsizlik rekorunu kırıyor, dolayısıyla, süregiden sosyal bir tıkanma var. Kadınların durumunu söylemiyorum bile.  Bütün bir tıkanmalar dizisi içinden en önemli bir kaçına değindim. Tunus’ta başlayan bu büyük yangında her biri patlamaya başladı.

Hepsi 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başladı. Muhammed Buaziz’in kendisini yakmasıyla bütün ülke ve bölge yangın yerine döndü.

Tunus’ta başlamasının nedeni ülkede 2000’ler boyunca yürütülen mücadeleler –ki bu da daha çok Tunus Genel İşçi Birliği’nde (UGTT) aktif olan bir sol geleneğin varlığıyla ilgili. Bu özel durum patlamanın diğer ülkelerden önce neden Tunus’ta başladığını açıklıyor. Fakat, patlamaların diğer ülkelere sıçraması, koşulların Tunus’ta diğerlerinden daha çok olgunlaşmadığı gösterdi. Ayaklanmadan etkilenmeyen neredeyse hiç bir Arapça konuşan ülke olmadı. Batıda Moritanya ve Tunus’tan, doğuda Suriye Irak’a kadar bütün ülkeler etkilendi.

Bir aşamada Mısır ve daha öncesinde Tunus’taki seçimler Arap Baharı’nın ilk siyasi galibi Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi İslamcı örgütler oldu. Önce Tunus, sonra Mısır’daki durumu anlatabilir misiniz?

Elbette bu tahmin edilebilir birşeydi. Bölgeyle ilgili ortak beklenti, toplumsal ve siyasal patlamaların olacağı yönündediydi. Wikileaks tarafından açıklanan ABD elçiliklerinin bölgeye ilişkin raporlarından anlaşıldığı kadarıyla ABD bir yanılsama içinde değildi. Durumun ne kadar gergin ve tehlikeli olduğunu biliyorlardı. Bununla ilgili olarak, beklenen, ortaya çıkan patlamaların İslamcı köktenci akımları tetiklemesiydi ve bu da ABD’nin çıkarlarına ters bir durum olarak görülüyordu. Ayaklanma başladığında ise mucize eseri ortaya çıkacak yeni güçlerin sürece hakim olacağı ve İslamcı güçleri geri plana iteceği yönünde yanlış bir inanış vardı.

Özellikle gençlik arasında yeni güçlerin ortaya çıktığı doğru. Gençlerin internet vasıtasıyla kurdukları ağların ayaklanmaları şekillendirmede, örgütlemede ve koordine etmede önemli bir rol oynadığı kesin. Bunda hiçbir şüphe yok. Ancak, demokrasiye susamış insanlar için serbest seçim normal bir taleptir. Böyle bir durumda, kısa dönemde yapılacak bir seçimde gerekli olanaklara sahip olanlar zafer kazanır. ABD’den çok iyi bildiğiniz gibi internetle kazanılmaz. Siyasi araçlara ihtiyaç vardır. Paraya ihtiyaç vardır. Seçmen kitlesinin olduğu yerlerde, kırsal bölgelerde çalışan taban örgütlerine ihtiyaç vardır. Bu, birkaç hafta içinde icat edilecek veya uydurulacak birşey değil. O yüzden, İslamcı köktencilerin, özellikle çeşitli şube ve örgütleriyle Müslüman Kardeşler’in, kazanacağı tahmin edilebilir birşeydi. Bu güçler, özellikle Mısır gibi açıktan çalışabildikleri yerlerde yıllardır ağlar oluşturarak güç biriktirdiler. Tunus’ta durum farklıydı, fakat petrol paralarının ve televizyonun yardımıyla durumu telafi ettiler. Bölgedeki birçok televizyon ağı dini programlarla olsun –ki bölgede birçok dini kanal var, başlıca uydu kanalı olan El Cezire’nin siyasi rolü sayesinde olsun, bu tür gruplar için çalıştı. Önemli bir ekibe sahip olan ve Katar hükümeti tarafından finanse edilen El Cezire açık biçimde Müslüman Kardeşler için çalıştı. Dolayısıyla, önemli kaynaklara ve elbette Körfez monarşilerinden gelen büyük miktarda paralara sahiptiler.

Müslüman Kardeşlerin en çok oyu alması tahmin edildiği için sürpriz olmadı. Hayal dünyasında yaşayan insanlar başlangıçta sahip oldukları pembe tablonun kasvetli bir tabloya dönüşmesiyle seçimlere tepki gösterdiler ve “bahar kışa dönüyor” şeklinde yorumlar yapmaya başladılar. Gerçekte en çok şaşırtan dinci güçlerin seçimlerde kazandığı düşük başarıydı. En çarpıcı olansa, Müslüman Kardeşler’in gücünün ve seçim başarılarının hızla çözüldüğü Mısır’dı. Müslüman Kardeşler’in parlemento seçimlerinden başkanlık seçimlerine ve birinci tur anayasa referandumunda aldığı oylara bakın: inanılmaz bir biçimde güç kaybediyorlar. Daha da inanılmaz olan ise zemin kaybetmeleri.  Solun bölünme problemine rağmen Tunus için de aynı şey söylenebilir.  Sol saçma bir şekilde inanılmaz sayıda örgüte ve gruba bölündü. Başkentte düzinelerce sol ve radikal sol liste birbirine karşı yarıştı. Çeşitli sol gruplara verilen oylar birleşmiş olsaydı, parlementoda azımsanamayacak sayıda sandalye kazanılabilirdi. Yüzde elliden daha az katılımın olduğu seçimlerde Müslüman Kardeşler oyların yüzde kırkını aldı. Yani, gerçekte kayıtlı seçmenlerin yüzde yirmisi civarında oy aldılar.  Bu, gerçek bir seçim zaferi değil. O günden bu yana Tunus’ta toplumsal koşullar daha da kötüleşti ve baskın İslamcı gücün de dahil olduğu koalisyon zemin kaybetti. Ülkenin ekonomik, toplumsal vb.  gerçek sorunlarını çözmeye yönelik herhangi bir adım atamadıkları için gittikçe daha fazla itibar kaybettiler. Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta da toplumsal mücadelelerin, işçi mücadelelerin yükselişine ve bu mücadelelerle Müslüman Kardeşler‘in boyunduruğu altındaki hükümetler arasındaki çatışmanın artışına tanık oluyoruz.

Tunus’ta UGTT ile hükümet arasındaki çatışmalar dramatik boyutlara ulaştı. Ülke yeni seçimlere hazırlanıyor fakat seçim çekişmesinden önce toplumsal ve siyasi çatışmalar hiddetlenmiş durumda. Yani herşey kaynıyor. Herşey büyük bir hızla değişiyor. Hem başlangıçtaki  pembe hayaller ve sonrasında bunların hızla yerini alan karamsar yorumlar oldukça empresyonist ve yanlış. Gerçek olan şu ki, Aralık 2010’da başlamış ve hem başlangıç zaferlerinin elde edildiği hem henüz önemli ölçüde etkilenmemiş olan ülkelerde devam edecek olan uzun soluklu bir devrimci yükselişle karşı karşıyayız. Bütün bölge kaynıyor.

UGTT’nin Aralık başında yaptığı ve anladığım kadarıyla sonradan iptal edilen genel grev çağrısına ne oldu?

Evet, bir çeşit uzlaşmaya varıldıktan sonra iptal edildi. Esas olarak, UGTT liderliği çatışmanın tatsız sonuçlara yol açmasından korktu. Çünkü ülkede bundan önce ilk ve son kez 1978 yılında yapılan genel grev çağrısı çok şiddetli çatışmalara neden olmuştu. Ne olacağı konusunda bir korku vardı ve geri adım atarak kimsenin kaybının olmayacağı bir uzlaşmaya varıldı. Fakat, uyarıda bir değişiklik olmadı ve UGTT hükümete saldırısında, iktidardaki tutumlarına yönelik eleştirilerinde çok keskindi. İslamcı parti tarafından kontrol edilen milislerin dağıtılması talebini gene dile getirdiler. Mısır’da olsun Tunus’da olsun Müslüman Kardeşler bu tür bir organize eşkiyalığa sahip olma konusunda  Mübarek’ten daha aktifti.

Tunus’taki manzara çok ilginçtir çünkü bölgede işçi hareketinin sürece liderlik ettiği tek ülkedir. Aralık 2010/Ocak 2011 ayaklanmasında gerçek liderlik işçi hareketiydi. Bin Ali, 14 Ocak 2010 tarihinde genel grev başkente yaklaştığında ülkeyi terketmişti. Buaziz’in kendini yakmasından sonra Sidi Buzeyd kentinde başlayan  ve başkentte zirveye ulaşan ayaklanmaya önderlik eden sendika aktivistleriydi. Ara kademe ve sıradan sendika aktivistleri mücadelenin gerçek önderleriydi. Ne var ki, diktatörlüğürlüğün düşmesinden sonra UGTT liderliğinde bir değişiklik meydana geldi ve bu değişiklik radikal sol da dahil olmak üzere solu yönetime getirdi. Tunus solu sonunda yakın deneyimlerinden bir ders çıkardı ve Halk Cephesi altında birleşmeyi başardı. UGTT içinde sol güçlerin baskın olması oldukça önemliydi: bölgedeki diğer ülkelerden farklı olarak mücadeleyi daha ileri bir aşamaya getirdi.

Mısır’a dönersek; Mursi’nin devlet başkanı olarak seçildiği geçen yazdan bu yana Müslüman Kardeşler’e karşı bir muhalefet oluşturma girişimleri sözkonusu. Devrimden sonra oradaki sol güçler konusunda birşeyler söyleyebilir misiniz?

Mısır ve Tunus arasında temel bir fark var. Tunus’ta solun rolü büyüktür ve sol uzun zamandır sendikal harekette, sendika federasyonlarında ve UGTT içinde oldukça aktiftir. Çoğu zaman sendikaların bürokratik liderlikleri hükümetin konrolünde ve etkisinde olmuşsa da sol, sendikaların yerel şubelerinde aktif olmayı başarmıştır ve en önemli sendika aktivistleri soldan çıkmıştır. Ne yazık ki, Mısır dahil bölgedeki diğer ülkelerde durum böyle değildir. Mısır’da muhalefet, içinde eski rejimin kalıntılarının da bulunduğu sol ve liberal unsurların bir koalisyonundan oluşuyordu. Elbette, bu, soldan veya sendikalardan bazı insanların Müslüman Kardeşlere, İslamcı köktencilere karşı gelmek adına eski rejim kalıntılarıyla Tunus’ta da girişebilecekleri birşeydi. Ne var ki, Mısır’da bu halihazırda koalisyonun bir parçası olan Emir Musa ile oldu. Musa’nın eski rejimin liberal kanadından olduğunu belirtmek gerekiyor. Mübarek rejiminin devamlılığını temsil eden eski başkan adayı Şefik gibi değildi. Musa başkanlık seçimlerinde esas olarak Şefik’e karşı yarıştı. Dolayısıyla, Mısır’da söz konusu olan liberal-sol bir koalisyondur. Demokratik talepler etrafında oluşan bir cephe olduğu sürece meşru kabul edilebilir fakat sorun şu ki bu koalisyon seçim ittifakının ötesine geçmiştir.

Geniş sol kesimler daha çok Hamdin Sabahi tarafından temsil ediliyor. Sabahi, başkanlık seçimlerinde üçüncü ve hatta Kahire ve İskenderiye’de birinci olarak herkesi şaşırtmıştı. Bu, kesinlikle hayret vericiydi. Sabahi, eski rejime ve İslamcı güçlere karşı sol bir alternatif arayanları temsil eden kişi oldu. Seçimden sonra, içinde radikal solun çoğu grubunun olduğu Halk Akımı’nı kurdu. Ne yazık ki, Halk  Akımı, başkanlık seçiminin birinci turunda Sabahi etrafında bir araya gelen sol potansiyel üzerine inşa edilmek yerine geniş koalisyon tarafından zaptedilmiş durumda.

 

Mısır’da Müslüman Kardeşler’in öncülüğünü yaptığı rejime karşı muhalefet ordunun rolü konusunu tekrar gündeme getirdi. Mevcut güç ilişkileri ve çözülmemiş ekonomik ve siyasi problemler ve seçim desteğini –ve bir anlamda siyasi meşruiyetini- kaybetmekte olan rejim koşullarında sözkonusu gelişmeler ile ilgili düşünceleriniz nelerdir?

 

Mursi’nin zemin ve meşruiyet kaybetme hızı gerçek bir sürprizdi. Hep insanların iktidarın gerçek yüzünü görmeleri ve somut alternatif programların yokluğunun üzerini örten “Çözüm İslam’dadır” gibi boş sloganlara inanmaktan vazgeçmeleri için onu deneyimlemeleri gerektiğini düşünmüşümdür  -ki böyle düşünen yalnızca ben değilim. Fakat bu şimdi beklenenden daha hızlı cereyan etmekte. Bunun bir nedeni Müslüman Kardeşler’in durumu beceriksizce kurtarmaya çalışması. Öngörüsüz bir şekilde, herşeyi sıkıca kontrol ettiklerine ve  Allah’ın izniyle  artık kendi günlerinin geldiğine inanarak aşırı kibir gösterdiler. Şu aşamada yönetimde olmanın kendi çıkarlarına olmayacağını anlayacak kadar akıllı olamadılar. Onların sahip olduğu ve eski rejimin ekonomik programının bir devamından başka birşey olmayan bir programla ülkeyi yönetmeye kalkan herkes başarısızlığa mahkumdur. Mısır’da olanlar konusunda Mursi’nin yakınlarda IMF’le imzaladığı anlaşma çok şey anlatır. Anlaşma koşullarının hepsinin Mısır tarafından karşılanması şart koşuldu. Elbette, bu anlaşmayı önceki rejimden farkı olmayan neoliberal düşüncelerine uygun olduğu için imzaladılar. Ve bu, en kötü zamana, Müslüman Kardeşler’in muhalefetle çatışmaya başladığı, Mursi hükümetinin temel gıda maddelerinin fiyatını arttırdığı ve zenginlere dokunmayacak biçimde vergi sistemini değiştirdiği döneme rastladı. Bu öyle büyük bir tepkiyle karşılandı ki bir kaç gün sonra Mursi Facebook sayfasından anlaşmayı iptal ettiğini açıkladı! Bir şaka haline geldi. Bu olay, ülkedeki derin sosyo-ekonomik problemlere yönelik çözümler konusunda bu adamların herhangi bir fikri olmadığını gösteriyor.

Orduya gelince… Mursi’nin Tantavi’yi ve Yüksek Askeri Şura’nın (SCAF) başındaki konutanı gönderen “devrimci darbesi” konusunda çok tantana yapıldı. Fakat, gerçekte ordunun rızası dışında Mübarek tarafından atanmış olan bu adamlar kendilerinden kurtulmak isteyen askerin isteğiyle atıldı. Tantavi herhangi bir askeri pozisyonda olamayacak kadar yaşlıydı. Wikileaks’te yayınlanan ABD diplomatik raporlarından bildiğimiz gibi, subaylar Tantavi’ye “Mübarek’in fino köpeği” diyordu. Tantavi’nin görevine son vermekte devrimci olan hiçbir şey yoktu.  Madalyalar ve paralar aldılar ve SCAF’ın başındayken yaptıkları herşey için dokunulmazlıkları vardı. Ordunun pozisyonun zayıfladığı inancı doğru değil.

Mursi ile muhalefet arasında yakın zaman önce zirveye ulaşan çatışmaya bir bakmak gerek. Ordunun yeni yönetimi açıkça arabulucu pozisyonuna girerek başbakanının, hükümetin ve muhaletin katıldığı bir konferans çağrısında bulundu. Mübarek karşıtı ayaklanma sırasında halkı bastırmayağını söyleyerek takındığı tutuma benzer şekilde konuyla ilgili çok az yorum yaptı. Mesaj, “Mübarek tarafından siyasi olarak kullanılmayı kabul etmedik, Mursi tarafından kullanılmayı da etmeyeceğiz” idi. Ordunun oynadığı oyun bu şekilde. Bu oyunun oynanmasını, ordunun kan davasının dışında arabulucu pozisyonda durup durum kötüleştiği zaman “can kurtaran” rolünü oynamasını ve geleneksel devrim, kargaşa ve darbe sırasını tekrar etmesini Washington’un “tavsiye” ettiği iddia edilebilir. Fakat, Mısır halkı, en azından şu aşamada, orduya kısa dönemde böyle bir şey için aşırı tepki gösterir.  Uzun vadede neler olacağını kimse bilemez.

Suriye’ye geçmeden önce Filistinliler ve Gazze sorununun bu duruma nasıl etkide bulunduğunu sormak istiyorum. Mursi’nin anlaşma görüşmelerinde oynadığı rolün başarısından bahsedildi. Bildiğiniz gibi, Time dergisi O’nun için ortadoğunun en önemli adamı dedikten bir hafta sonra başarısız ilan etti. Fakat, İsrail ve Filistinliler bu resimde önemli bir yere sahip. Bu konuda kısaca neler söylersiniz?

Bu önemli bir konuya işaret ediyor. Müslüman Kardeşler’in kendini beğenmişliğinden ve kibrinden bahsetmiştim fakat Washington’dan aldıkları destek de önemli bir unsur. Yönetimi ve kontrolü ellerinde tuttuklarına yönelik inançlarını sağlamlaştıran unsurlardan birisi buydu. Bölgede baba Bush tarafından yarım milyon ABD askerinin birinci körfez savaşında bölgeye gönderildiği 1991 yılından bu yana bölgedeki karşıtlığın en az olduğu yerde ayaklanmanın çıkması Washington’u gerçekten şaşırttı. O dönem güçlü olan ABD hegemonyası, İsrail ve Arap devletleri arasında sözümona barış sürecinin ve sonrasında 1993 yılında Oslo Anlaşmasının  başlamasını sağlamıştı. Irak işgaliyle kanıtlandığı gibi, bunu sona erdiren, ABD imparatorluğunun ve emperyalizminin felaketine yol açan oğul Bush’un yönetimi oldu.  ABD güçleri, işgali başlatırken önlerine koydukları hedeflerin bir tanesini bile gerçekleştiremedi. Herhangi bir üssü koruyamadan, hükümet üzerinde herhangi bir kontrol sağlamadan –ki hükümet daha çok İran etkisine girdi, ülkeyi terketmek zorunda kaldılar. ABD birlikleri ülkeyi terkettikten sonra Irak’ın yaptığı ilk iş Rusya ile silah anlaşması yapmak oldu. ABD için bu bir felaketti. Gerçekten zayıf bir noktadalar. Kosova ve Afganistan gibi NATO müdahalelerinde veya Irak gibi NATO dışı müdahalelerde gördüğümüzden oldukça farklı olarak NATO’nun Libya operasyonunda dikkat çekmekten sakınarak ikincil bir konumda kaldılar. Suriye’de ABD’nin acizliğini çok açık görebilirsiniz. Bütün bu koşullarda, üzerine oynayabileceleri tek güç Müslüman Kardeşler’di.

Müslüman Kardeşler’in 1990’ların ortalarından itibaren ana sponsoru olan Katar Emiri anlaşmayı ayarladı. Washington, Müslüman Kardeşler üzerine oynamak durumunda kaldı çünkü Mübarek ve Ben Ali gibi alışılmış müttefiklerini kaybetti. Bölge yeni bir tarihsel aşamaya girmiş durumda, dolayısıyla Washington gerçek halk desteğine sahip yeni bir güce ihtiyaç duymakta. Uygun bir ortak olarak tek bulabildikleri, uzun süredir bir ortaklıkları olduğu için haydi haydi yardıma hazır bekleyen Müslüman Kardeşler’di.  1950’lerde, 1960larda ve 1980’lerden 90’a kadar Müslüman Kardeşler esas olarak ABD ile ittifak halindeydi. Özellikle bütün bölgede CIA’nın işbirlikçisi olarak görülüyorlardı. Asıl oynadıkları rol, Mısır başkanı Nasır’a ve Sovyet etkisine karşı CIA ve Suudi Krallığı ile işbirliği yapmaktı. O dönemki sponsorları Suudilerdi. 1990’larda Katar’a kaymadan önce olan bir durumdu bu.

Dolayısıyla, Washington yeniden onlar üzerine oynuyor ve Mursi’nin Gazze’de oynadığı rol aslında Mübarek rejiminin oynadığı rolün bir devamıydı. Hamas’ın Müslüman Kardeşler’in Filistin şubesi olması Mursi’nin rolünü daha etkili oynamasını sağladı. Hamas’la daha yakın ilişkileri olduğu için bu anlaşmayı müzakere ettiler ve Washington’dan alkış aldılar. Washington, Tunus’da, Mısır’da veya Suriye’de olsun bu adamlar üzerine oynuyor. Bölgenin bütününde Müslüman Kardeşler’in olmadığı ve önemli bir rol oynamadığı bir ülke yok. Washington’un bunlar üzerine oynaması ve Mısır’da olanlar konusunda yorum yapmadan kaçınması bu yüzden. Obama yönetimi, Müslüman Kardeşlere göre Mübarek’i eleştirme konusunda daha cesurdu.

Suriye konusunda bir yorum yapabilir misiniz? Halihazırda hükümet tarafında zorlu ve şiddetli bir süreç sözkonusu ve sol da dahil muhalefet ise tarafında birlik yok. Solun bazı kesimleri rejimi destekliyor görünmekte.  Oradaki gelişmeler hakkında ne söylersiniz?

Ayaklanma şekli açısından Suriye bir istisna değil. Orası da, Libya’daki Kaddafi ve Suudi Krallığı ile birlikte bölgedeki en despotik rejimlerden birisine sahip. Diğer taraftan Suriye, sosyo ekonomik krizin çok şiddetli olduğu, %30 işsizlik oranına sahip olan, zenginliğin ve gücün inanılmaz ölçüde yönetici ailede yoğunlaştığı bir yer. Suriye başkanının kuzeni ekonominin %60’ını kontrol ediyor. Kendi kişisel varlığının 6 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Bu çok patlayıcı bir kokteyldi ve patladı.

Sola gelince; Suriye hükümetine katılmış komünistler var. Bu, Sovyetler zamanından kalma bir gelenek. Sovyetler Birliği’nin Suriye ile yakın ilişkileri vardı ve bu ilişki Putin Rusya’sı tarafından devam ettirildi. Gerçek anlamda solun bütünü olmasa bile çoğunluğu rejimin karşısında. Suriye’nin en büyül solcu partisi (1970’lerde ayrılan ve rejimle işbirliğine karşı çıkan  Komünistlerin sol kanadı)  Suriye Ulusal Konseyi’nde temsil ediliyor.

Suriye rejiminin solda veya daha kötüsü Chavez’in utanç verici bir biçimde iddia ettiği gibi Esad’ın bir “sosyalist, hümanist ve pasifist” olduğunu düşünmek en hafif tabirle cehalettir. Soldaki herhangi birisi için, zalim, sömüren ve yolsuz dikatörlüğe savaşlarında tamamen Suriye halkının yanında yer alma konusunda bir tereddüt olmamalıdır. Bunun ötesinde, bölgenin diğer ülkelerinde olduğu gibi, rejime karşı mücadele edenler arasında İslamcı köktenciler de vardır. Tunus ve Mısır’da da benzer bir durum vardı. Bu, ayaklanmanın tümünü kötülemenin bir bahanesi olmamalı. Her yerde olduğu gibi Suriye’de de sol dikatörlüğe karşı halk hareketini tereddütsüz desteklemeli. Dikatörlük yıkıldıktan sonra da, Marks’ın bir zamanlar “sürekli devrim” dediği radikalleşme sürecinde hareket içindeki en ilerici gücü desteklemeli.