Bahadır Nurol –

 

Dünya Bankası raporlarına göre günümüzde 3 milyardan fazla sayıda insan bir işe sahip.  Bu sayının 2 milyara yakını belli bir ücret veya aylık karşılığında geçimini sağlıyor. Yaklaşık 1,5 milyar kişi ise tarım sektöründe, küçük aile işletmelerinde ya da geçici ve mevsimlik işlerle hayata tutunuyor. Bu kesimlerin dışında kalan 200 milyon kişi aktif olarak iş ararken, çoğunluğu kadın olan yaklaşık 2 milyar kişi ne bir işte çalışıyor ne de bir arayış içinde.[1]  Söz konusu tablonun diğer aktörleri nüfus artışıyla bağlantılı olarak tedrici bir artış sergilerken, bir ücret karşılığı iş görenlerin sayısı sadece son çeyrek yüzyıl içinde tam iki katına çıkmıştır.[2]
 
Bu artışın belki de en çarpıcı yönü, proletaryanın coğrafi bakımdan tarihte hiç olmadığı ölçüde geniş bir alana yayılması, kültürel bakımdan farklılaşması ve de bütünleşmiş bir emek hareketi çatısı altında örgütlenmesinin zorlaşmasıdır. Bu artış öte yandan sömürünün çeyrek yüzyıl öncesine nazaran muazzam miktarda arttığı anlamına gelmektedir.
 
Ancak siyasi ve iktisadi analizlerin odağında yukarıdaki tabloyu çaprazlamasına kestiği varsayılan yeni bir aktör çöreklenmiştir: tarihin sonunu getireceği vazedilen istilacı orta sınıf imparatorluğu… Öyle ki, Avrupa Birliği Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü (ESPAS) 2011 yılında yürüttüğü bir araştırmada, 2009 yılı itibariyle dünyada 1,8 milyara ulaştığı söylenen “orta sınıf”ların sayısının, 2020 yılında 3,2 milyarı bulacağı ve 2022 yılında bu kesimin tarihte ilk defa yoksulları aşacağı tahmininde bulunmaktadır.[3]

 
Teknolojiden Teolojiye
 
Teknolojik ilerlemeye paralel olarak, küresel ölçekte söz konusu inancı besleyen bir dizi etkenden söz etmek mümkündür. Öncelikle, hızlı şehirleşme istihdam yapısını değiştirmiştir. Dünya bankası tarafından, gelişmekte olan ülkelerde 2020 yılına varmadan, tarihte ilk kez kentli nüfusun kırsal nüfusu aşacağı tahmin edilmektedir.
 
İkinci olarak, gelişmiş ülkeler hizmet ve bilgi yoğun faaliyetlere yönelirken, imalat işleri emek gücünün ucuz olduğu çevre ülkelere sevk edilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte, gelişmekte olan ülkelerin hizmet ihracı büyük bir ivme kazanmış, 1990 ile 2008 yılları arasında % 21 oranında artmıştır.
 
Üçüncü olarak, gelişmekte olan ülkelerde eğitimli nüfus oranı son derece artmış, sözgelimi Hindistan’da yükseköğrenim gören öğrenci sayısı 20 milyon ile neredeyse ABD’yi yakalarken, Çin’de bu sayı 30 milyona yükselmiştir. Birincilik ABD’de olmakla birlikte, Kore Cumhuriyeti’nde öğrenim gören uluslararası öğrencilerin payı Almanya’yı yakalarken, bu ikiliyi Rusya izlemektedir. Son olarak, istihdamda özel sektörün payı artmış, 1995 ile 2005 yılları arasında tüm işlerin Brezilya’da %90’ı, Filipinler ve Türkiye’de ise %95’i özel sektör tarafından yaratılmıştır.

 
Bir İşlevsel Söylence
 
Anaakım sınıf yazını orta sınıfları meslek, gelir, eğitim ve mülk sahipliği üzerinden tanımlamaktaydı.  Marksist yazın ise bu şaibeli kurmacaya hep kuşkuyla yaklaşmıştı. Öyle ki beyaz yakalı meslekleri bir market arabasına hararetle istifleyen liberal kanaatin aksine, beyaz yakalıların önemli kısmının proleterleşmekte olduğunu öne süren son derece sağlam bir argüman zinciri kurmayı başarmıştı.[4] 1980’lerin liberal şarabının sarhoşluğu içinde bu zincir kırılmasa da yeraltı dehlizlerine itildi, eski dostu köstebeğin sabırlı çabasına eşlik etmeye koyuldu.
 
Dört bir yandan, sürekli yenilik prensibiyle hareket eden, adaptasyon yeteneği yüksek ve ağırlıklı olarak bilgi işlem teknolojilerine dayanarak iş gören firmaları yükseliyordu. Finans piyasaları zincirlerinden kurtulmuştu, yeni enformasyon teknolojileri ve yeni yönetim tekniklerinin sermaye piyasalarını olduğu kadar, emeğin de doğasını değiştirdiği söyleniyordu. Geçmişin itibarlı meslekleri olan doktorluk, avukatlık, mühendislik, öğretmenlik ve herhangi bir kurumda devlet memuriyeti gibi meslekler bir eski zaman şarkısının bilindik notalarıydı, dinlemesi sabır istiyordu. Zaten yerlerini finans uzmanlığı, reklamcılık, halkla ilişkiler, genetik mühendisliği, tele-pazarlamacılık, kişisel gelişim uzmanlığı, doğal besinler pazarlamacılığı alıyordu. Liberal destanda artık yalnız onların hikâyeleri anlatılıyordu.
 
Bu “yeni orta sınıfı” anlamak için yeni bir analiz aracı gerekiyordu, bunun için “tüketim” verileri harikulade bir maymuncuktu, gerizi laf-ı güzaftı. Sınıfınızı artık tüketim düzeyiniz belirleyecekti. Üstelik sınıf sözcüğü eski zaman korkularıyla öylesine doluydu ki, yerine sözgelimi “sosyo-ekonomik statü” ibaresinin kullanılması yeni dünyanın afyon tekkelerine daha uygun düşecekti.
 
Haneler, aylık kullanılabilir gelir düzeylerine göre kendi içinde farklılaşan ve A’dan E’ye uzanan yüzdelik dilimlere ayrıldı. Her biri yüzde beşlik dilimler halinde sıralanan hanehalklarına karşılık geldi. Gelir düzeyinin belirleyici olduğu düşünülüyordu fakat yine de analiz birimi tüketim harcamaları olduğu için, aslında sosyo-ekonomik statünüzü bir anda yükseltecek harikulade bir enstrümana sahiptiniz: işporta tezgâhında “ne alırsan bir lira hanım abla” düsturuyla saçılan kredi kartları… Bu sayede “ortadakiler”, çağdaş pazarlamacının jargonuyla, “üst segment ürünlerden de tüketme olanağına kavuştu”. Onların ne de olsa “görece eşya sahiplik penetrasyonu” düşüktü. Öncelik haneleri dayanıklı tüketim malları ve mobilya çöplüğüne çevirmeye verildi. Bütün bu eşyaları istiflemek için geniş ve yeni konutlar gerekliydi, üst gelir grubuna yönelik üretim gerçekleştiren inşaat şirketleri neredeyse ayağa düşen ev kredilerinin israf olmaması için orta sınıf gettolar yaratmaya koyuldu.
 
Konut finansmanındaki kolaylık, gayrimenkul sektörünü şaha kaldırmıştı bir kere. Şehir merkezleri, hele ki Türkiye benzeri ülkelerde, toplumsal belleğin yükünden kurtulup ucube iş merkezleri, birbirinin aynısı oteller ve rezidanslar zinciriyle dolduktan sonra, ortadakiler ortalamalıklarını dağ başlarını, nehir yataklarını ve ormanları bir ortaçağ vebası gibi kaplayan sitelerinde yaşamaya koyuldu. Onlar şehirden koptukça araç ihtiyaçları şahlandı, otomotiv pazarı “C sınıfı” müşterilere yönelik ürünlerle dolup taşmaya başladı.
 
Emek süreci bambaşka dünyalara havale edildi ve “temel ürünlere sahiplik bilançosu” toplumsal konumunuzu ölçen biricik araç haline geldi. Bakın “ortada” olmak için nelere sahip olmanız gerek ve yeter koşul: buzdolabı, derin donduruculu buzdolabı, elektrikli/gazlı fırın, otomatik çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, akıllı cep telefonu, otomobil, PC, dizüstü bilgisayar, tablet bilgisayar vs. Yakın dönemde bu bilançonun önemli kalemleri arasında yer alan CD ve VCD oynatıcılar ise çoktan eskimiş hazlar çöplüğüne atıldı bile.

 
Bilançoyu Siyasete Tahvil Etmek: İhtiyatlılık
 
Böylesi bir dünyada diyelim ki dört ferdi birden asgari ücret karşılığı güvencesiz işlerde çalışan bir hanenin dahi orta sınıf evreninin muhterem üyeleri arasına katılması mümkündür. Söz konusu tüketim mallarının her “sosyo-ekonomik statü grubuna” hitap edecek çeşidi mevcuttur. Belki biraz daha dayanıksızdır, zevksiz bir tasarıma sahiptir, işportaya düşmüştür, sağlıksızdır ancak onları bir kez edindiniz mi, eski yoksun hayatınız sihirli bir değnek dokunmuşçasına değişmektedir. Artık onları elde tutma kaygısı baskındır.
 
Tüketim bilançoları sınıfsal konumunuzu belirlediği müddetçe “orta sınıfların” harikulade evreninden bahsetmek günümüzü anlamlandırmanın en açıklayıcı olmasa da en işlevsel yolu haline geldi. “Orta sınıf hazları” yaşayan yoksullar, bu hazları yitirme kaygısıyla yeni kamusal davranış tarzları geliştirdiler. Bu tarzın alamet-i farikaları ise, ihtiyatlılıkla, korkuyla, göze girme arzusuyla ve Süleyman’ın mührü her kimin elindeyse onun beklentilerine hitap edecek tarzda şekillendi.
 
Alamut’un zevk bahçelerine özdeş toplu konutlarında türlü zerzevattan ibaret sucuğuna hormonlu yumurta kıran “ortanın yeni sahipleri” bu saadeti elde tutmanın tek yolu olarak ezilenlerin o en eski stratejisini işlevsel kıldı: üsttekilerin “kendini beğenmiş öz imgesini” yüceltmek! Bu öylesine verimli bir stratejidir ki, sahibine son derece geniş bir manevra alanı sunar. Güçlünün kendisine vehmettiği tarihsel rolü onaylıyor göründükçe, yoksullar kamusal ideolojide rahatça temsil edilir, iktidarın şefkatinden nasiplenme umudunu koruyabilir ve çoğu zaman da bu umudu yeniden üreten ödüller elde etmeyi başarırlar.[5]
 
Burada artık toplumsallaşmış bir senaryo söz konusudur. Tabi olanlar gücü elinde tutana kamusal bir bağlılık gösterdikçe ve de onunla ortak inanç imgesini besledikçe ödüller üzerinde hak talebinde bulunabilirler. Kimi zaman ufak yağmalarına göz yumulması, kimi zaman ufak ihsanlardan pay kapma, kimi zaman da sadece ve sadece onları orta sınıflar âlemine katan metaları elde etmelerini sağlayan güvencesiz de olsa bir işi sürdürebilme hakkıdır bu. Sınırları zımnen çizilmiştir, modern hukukun unutulmuş çağlara devrettiği bir adalet anlayışından beslenir, yıkıcılık potansiyeli yüksektir, yağmacı bir kültürün heybeyi bir an önce doldurup gerçek sahipleri dönmeden istila ettikleri şehri terk etme arzusunu yeniden yaşatır. Temel ürünlere sahiplik bilançosunda yukarıya tırmanmanın en zahmetsiz yoludur. İşin kolayı varken acı çekmek pek de cazip bir seçenek değildir.
 
Kısacası şu günlerde geniş toplum kesimleri bir bakıma maliyeti dışsallaştırmakla meşguldür. Bir diğer deyişle, gündelik hayatlarını yeniden üretmenin maliyetinin önemli bir parçasını fiilen bütün topluma ödetmekle… Maliyetleri dışsallaştırmak temel ürünlere sahiplik bilançosundaki yerini korumak ve dolayısıyla ödüllerin akışını sağlamanın belki de en kayda değer yoludur.
 
Birbirine denk iki gücün çatışmasından doğan manevra kabiliyetini yitirdikçe alttakiler rakipsiz gördükleri gücü bir hayatını idame ettirme stratejisi olarak onaylar ve besler. Ne zaman ki gücü elinde tutanların arası açılır, rakip güçler sahneye çıkar ve meydan okumanın riski azalır, işte o zaman tabiiyet koşulları yeniden gözden geçirilecektir.

 
 

[1] WDR 2013, s. 48.

[2] Harvey, D. (2008). Umut Mekanları (Z. Gambetti, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları, s. 87.

[3] ESPAS, 2012, s. 28

[4] Bu hattın iki öncü çalışması için bkz. Mandel, E. (2008). Geç Kapitalizm (C. Badem, Çev.) İstanbul: Versus Kitap ve Braverman, H. (2008). Emek ve Tekelci Sermaye (Ç. Çidamlı, Çev.). İstanbul: Kalkedon Yayınları.

[5] Farklı dönemlere ait yaratıcı örnekler için, Scott, J. C. (1995). Tahakküm ve Direniş Sanatları (A. Türker, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Kasım-Aralık 2015 tarihli 16. sayısında yayınlanmıştır)