Uraz Aydın

 

Ekim İhtilali’ni hatırlamanın bugün için ikili bir işlevi vardır. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca her türden sosyalist akımın vazgeçilmez referansı olan Ekim İhtilali’nin 21. yüzyılın toplumsal mücadelelerine damgasını vuran Alternatif Küreselleşme hareketi için esas başvuru kaynağını oluşturmadığı aşikâr. Ne var ki isçi hareketinin deneyimlerinin unutulmaya yüz tutmasıyla birlikte sınıf hafızasının körelmesi, hem her şeye sıfırdan başladığımız zannına kapılmamıza, ve daha önce işlenmiş hataları tekrarlamamıza yol açabilir, hem de başka türden hafızaların, ulusal, etnik, dini hafızaların güç kazanmasına elverişli bir ortamın üretilmesine katkıda bulunur. Bunun yanı sıra neoliberalizmi ve silahlı küreselleşmeyi hedef alan yeni radikalleşme evresinin sunduğu bağlamda 21. yüzyılın sosyalizminin politik-programatik çerçevesinin tartışılmaya ihtiyaç duyulduğu şu günlerde de, sosyalist hareketin bu temel kurucu hadisesinin sözkonusu tefekkür çalışmasına ne gibi katkılarda bulunabileceği üzerine kafa yormanın anlamlı olacağı kanısındayız.

 

Bir Öz-Özgürleşme Olarak Devrim

 
Döneminin işçi deneyimlerinden beslenen klasik Marksist teori, herhangi bir “Mesih”in, “Prens”in, “Aydınlanmış Despotun” veya İmparatorun insanlığı acılarından kurtarabileceği düşüncesine cepheden saldırarak dini vaatlerin, devrimci burjuva siyasetinin ve ütopik sosyalizmin tezlerine karşı “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” şiarıyla öz-özgürleşme perspektifini öne çıkarmıştır. Geçtiğimiz sene yüzüncü yılını kutladığımız ve bir ölçüde Ekim İhtilali’nin bir provası sayılabilecek 1905’te, daha sonradan da 1917’de kitle hareketinin bağrından çıkarak Tarih’in sahnesinde beliren Sovyetler ezilenlerin kendi kendilerini özgürleştirmelerinin özgün aracı olmuştur. İlk başta “ekmek, barış ve toprak” taleplerini dayatmak üzere oluşturulmuş bu öz-örgütlenme yapıları, burjuvazinin kararsızlığını yansıtan Geçici Hükümet bu talepleri karşılamakta geciktikçe, toplum nezdinde kazandıkları meşruiyetle birlikte giderek bir işçi devletinin nüveleri oluşturmaya başlar, siyasal mücadelenin yanı sıra toplumsal hayatı da düzenleyen araçlara dönüşür. Atıl durumdaki fabrikaları, tramvayları, basını işler hale getiren, yurttaşların güvenliğini sağlayan, ordu, demiryolları, posta ve telgraf gibi iktidarın esas unsurlarının önemli bir kısmının denetimini elinde bulunduran kurum sovyetlerdi. Devrim ise ilelebet süremeyecek bu ikili iktidar durumunun emekçiler lehine çözülmesiydi.
 
Emekçi kitlelerin kendi bünyelerinden çıkmış, kendi iradelerini ifade eden, ve bugüne dek icat edilmiş en demokratik işleyişe sahip bu organlar varolmaksızın Ekim İhtilali’nin başarıya ulaşmasını düşünmek bile mümkün olmazdı. Ekim’in bu niteliği, gerçekleşenin bir avuç profesyonel devrimcinin tezgâhladığı bir hükümet darbesi olduğu anlayışının esasında kitlelerin iradesini ne denli azımsadığını gösterir. Aksine, doğrudan demokrasi-temsili demokrasi, üretimde ve dağıtımda işçi denetimi ve özyönetim deneyimleri açısından Rus devriminin oluşturduğu zengin hazneye başvurmak, yüzyılın devamında sosyalist mücadeleleri kasıp kavuran, kendini emekçiler yerine koyup, onlar adına karar almaya, eyleme geçmeye, hatta iktidarı almaya dayalı ikamecilik hastalığına karşı da bir panzehirdir.
 
21. yüzyıl koşullarında toplumsal özgürleşmeyi, Ekim İhtilali’nin gerisine düşmeden, kitlelerin deneyimlerinden beslenen bir öz-özgürleşme projesi olarak tasavvur etmek durumundayız. Bu bağlamda, deneyimleri çoğaltmak yeni bir sosyalizm anlayışının inşası için vazgeçilmezdir.

 

İşçi Denetimi ve Özyönetim

 
Bu deneyimler içinde, kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu bir bağlamda emekçilerin kendi kaderlerini ellerine almalarının –bir anlamda özyönetimin– bir ilk şekli olarak işçi denetiminin özel bir yeri vardır. Yirminci yüzyıl boyunca çeşitli ülkelerde ve dönemlerde karşımıza çıkmış olan bu uygulamanın yeni yüzyılda da yeni örneklerine rastlamak mümkün. Aralık 2001’de Arjantin’de yaşanan krizle baş gösteren ayaklanmanın ardından, işverenler tarafından terk edilen fabrikaların bazılarında, işçiler, bu kez patronsuz bir biçimde, üretimi sürdürme iradesini gösterdi. Bugün Venezüella’da bambaşka bir çerçevede yine bir işçi denetimi örneğine tanık oluyoruz. Chavez tarafından devlet mülkiyetindeki alüminyum fabrikası Alcasa’nın başına getirilen eski gerilla, şimdilerde ise radikal sol görüşlere sahip bir sosyolog olan Carlos Lanz tarafından işçi denetimini de kapsayan bir “ortak yönetim” modeli başlatıldı, ve bu başka fabrikalara da yayılmaya başladı. Sonuçlarını hep birlikte izleyeceğiz.
 
Hesap defterlerinin açılması, ürün yelpazesinin tespiti, çalışma ritminin ve saatlerinin düzenlenmesi, işten çıkarmalar, fabrikanın kapatılması gibi konularda, kısacası üretimin ve dağıtımın tüm safhalarında çalışanların denetiminin esas olarak pedagojik bir işlevi, daha geniş bir toplumsal özyönetime hazırlık işlevi vardır. Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin Kamusal Bir Ekonomi İçin Özelleştirmelere Hayır broşüründe ifade edildiği gibi, “güçlü bir kamu sektörü üzerinde emekçilerin denetimi, en geniş toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek ve ekolojik kısıtları da dikkate alacak planlı bir ekonomi çerçevesinde çalışanların özyönetimini olanaklı kılacak radikal bir siyasi dönüşümün hazırlık sürecini oluşturacaktır”. Ekim devrimi örneğinde gördüğümüz gibi, bir ayaklanma ve devrimci kriz durumunda, işçi denetimi yayıldığı ve fabrika sınırlarını aşmaya başladığı vakit bir ikili iktidar durumuna yol açabilir. Fakat devrimci bir durumun ya da en azından ağır bir ekonomik krizin söz konusu olmadığı koşullarda, veya böylesi bir kriz atlatılıp kapitalist sistem normal işleyişine döndükten sonra işçi denetiminin sürdürülmesi ciddi bir tehlike barındırır. Çünkü kurumsallaşma yoluna giren denetim kooperatifleri veya kolektifleri, bu sefer kapitalist ekonominin mantığı dahilinde, yani rekabet ilişkileri çerçevesinde üretimlerini sürdürmeye yönelecek, ve aynı sömürü mekanizmalarını tekrar devreye sokacaklar. Çeşitli vesilelerle tanık olduğumuz üzere kapitalist ilişkilerin bütününü sorgulamaya yönelmeyip, eşitsizliğe ve yabancılaşmaya dayalı bu sistemin ortasında alternatif adacıklar yaratma iddiası bir yanılsamadan ibarettir. Bunlar ya yenilgiye ya da kurumsallaşmaya, yani yine yenilgiye mahkûmdur. İşçi denetimini savunurken şunu unutmamak gerekir ki bu talebin esas amacı, sistem içinde yeni kurumlar yaratmak değil, kitlelerin bilincini ve mücadeleciliğini geliştirmek, çalışanların gündelik sorunlarından yola çıkarak tüm bir kapitalist sistemin sorgulanmasına ve tercihen alaşağı edilmesine yol açmaktır. Dolayısıyla, yine ÖDP’nin broşüründe belirtildiği gibi “çalışanların denetimi temelinde şekillenen mücadelenin, anti-kapitalist bir programla buluşması gerçek anlamda bir kopuş için zorunludur”.

 

Örgütlü Bir Siyasal İradenin Önemi

 
Sovyetler sınıfın bir öz-örgütlenmesi olduğu kadar çeşitli siyasi akımlar arasında yoğun bir mücadelenin de hem mecrası hem konusu olmuştur. Şubat’tan Ekim’e uzanan süre içinde sovyetlere yönelik referanslar son derece stratejik bir boyuta sahiptir. Rus devriminin siyasal ve sınıfsal karakteri konusundaki tartışma, devrim sürecinde sovyetlerin oynaması gerektiği rol ekseninde bir çatışmaya dönüşür. Eylül 1917’ye kadar sovyetler içinde çoğunluğa sahip olan Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler, devrimin burjuva demokratik niteliğinde direterek sovyetleri demokratik devrimi radikalleştirmek için burjuvazi üzerinde bir baskı aracı olarak tasarlıyordu. Âni kitle radikalleşmesinin ve sovyetlerin toplumda muazzam bir ağırlık kazanmasının itkisiyle Lenin’in, 1917’ye kadar savuna geldiği yaklaşımın, burjuvazi kendi tarihsel görevlerini yerine getiremeyeceğinden, burjuva devriminin “işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü” ile gerçekleşeceğine dair anlayışın artık “Bolşevik antikalar müzesine” kaldırılmayı hak ettiği yönündeki görüşleri partisinde ilk başlarda sert bir tepkiyle karşılanır. Kamenev, Stalin, Molotov gibi eski Bolşevikler Menşeviklere yönelik giderek daha uzlaşmacı bir tutum takınırken, esas olarak partili işçi kadrolar ve hatta Bolşevik olmayan işçiler Lenin’e arka çıkar. Böylece parti saflarında yürüttüğü ve Bolşevik Partisi’nin monolitik olduğu iddiasını yerle bir eden bir iç mücadele sonucunda, Lenin ve yandaşları partiyi “Tüm İktidar Sovyetlere” şiarının özetlediği proleter-sosyalist perspektife kazanır. Parti’nin bu yeni stratejik yönelimiyle birlikte General Kornilov’un darbe girişimi karşısında aktif mücadelesi, sovyetlerin taleplerine sahip çıkarak burada çoğunluğu elde etmesi, Troçki’nin Petersburg Sovyeti’nin başkanlığına seçilmesinin ardından bu organın içinden oluşturulan Askeri Devrimci Komite’nin bir ayaklanma düzenlemesi kararının alınması devrime giden yolun belirleyici dönemeçlerini teşkil eder.
 
Şüphesiz Ekim devrimi bir darbe değildi fakat onu yalnızca kendiliğinden gelişen bir kitle hareketinin de sonucu olarak kavramak yanlış olur. Devrimci durumlarda örgütlü bir siyasal irade biçimi olarak partinin kitle hareketinin siyasal yönelimini netleştirmek ve bu patlayıcı dinamiği doğru anda doğru yere kanalize etmek açısından önemi burada açıkça görülür. Ernest Mandel’in ifade ettiği gibi “kendiliğinden patlayan sayısız devrime tanık olunmuşsa da bugüne dek kendiliğinden başarıya ulaşanı görülmemiştir”. Bunun yanı sıra mücadelelerin kısmi ve parçalı karakteri; emekçi kesimler içinde, gerek toplumsal kökenden ve çalışma alanından, gerekse üstyapısal (ailevi etkiler, eğitim, kültür) unsurlardan kaynaklı ideolojik farklılıklar; kitle mücadelelerinin süreklilik arz etmemesi ve iniş çıkışlı olması da, devrimci bir krizin mevcut olmadığı dönemlerde de devrimci bir partinin (veya partilerin) gerekliliğinin nedenleri arasındadır. Parti, farklı dönemlerde, farklı ülkelerde, bölgelerde meydana gelen kısmi deneyimleri birleştirir, tarihi olaylar kadar gündelik meseleler üzerinden de, gün be gün kendini inşa eden egemen ideolojiye karşı çalışanların çıkarlarının sözcülüğünü yapar, ve geri çekiliş dönemlerinde unutkanlığa ve moral yitimine karşı sınıfın hafızasını diri tutarak, teorik kazanımları muhafaza ederek yeni nesilleri gelecek mücadelelere hazırlar.

 

Parti-Toplumsal Hareket İlişkisi

 
Elbette örgütlü bir siyasal iradenin rolüne vurgu yapmak kitle hareketinin önemini azımsamak şeklinde anlaşılmamalıdır. Dönemin özelliklerine, veya muhataplara göre çubuk şu ya da bu yöne eğilebilse de esas olan partiyle kitle arasındaki, karşılıklı, birbirini besleyen, kelimenin gerçek anlamıyla “diyalektik” ilişkiyi kurabilmektir. Marksist geleneğin klasiklerine baktığımız taktirde bu çok açıkça görülür. Parti/sınıf ilişkisine dair genel bir teori oluşturmaktan ziyade yasadışı bir partinin örgütlenme açısından acil görevlerini belirlemeyi hedefleyen Ne Yapmalı’da, Lenin şu konuda çok netti: “Profesyonel devrimcilerin örgütlenmesinin ancak kendiliğinden mücadeleye girişen gerçek devrimci sınıfla ilişki içinde anlamı vardır”. Troçki ise Rus Devriminin Tarihi’nde örgütün rolüne değinirken kitle hareketinin vazgeçilmezliğini vurgular: “Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duyguyla girişirler. Yanlıca sınıfların önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlelerce onaylanmaya muhtaçtır. (…) Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan gelir”. Rosa Lüksemburg ise ikameci olarak gördüğü yaklaşımlarla polemiklerinde, parti karşısında çubuğu kendiliğinden kitle hareketine doğru sertçe bükmekten çekinmez: “Emekçi kitleleri, bir elinde tabanca diğerinde kendini korumak için bir sırıkla hayvan eğiticisinin demir kafesteki vahşi hayvanları gösterdiği gibi yönetemeyiz. Büyük mücadelelerde örgütsüz kitlelerin coşkunluğu, bizler için, şeflerin kararsızlığından çok daha az tehlikelidir.” Fakat bu, partinin önemini gözardı ettiği anlamına da gelmez. Ona göre, Alman Sosyal-Demokrat Partisi, işçi sınıfına “bir taktik ve hedefler sunmalı”,  “hali hazırda mücadeleye atılmış olan proletaryanın tüm kuvvetinin devreye girmesi için (…) mücadelenin sloganını belirlemeli”. Görüldüğü gibi esas olan örgüt ile hareket arasındaki gerilimi muhafaza etmektir.
 
Bugünün toplumsal mücadelelerinde ise partiye atfedilen rolün giderek azaldığı gözlemlenebilir. Alternatif Küreselleşme hareketi üzerinden radikalleşen gençlik ve genelde ezilen kesimler içinde partililiğin bir angajman biçimi olarak pek de tercih edilmemesinin sebepleri açıktır. Elbette geçtiğimiz yüzyılın sosyalist hareketlerinde ve deneyimlerinde sıkça rastlanılan Parti fetişizmini ve toplumsal hareketlerle olan araçsalcı pratikleri eleştirmek anlamlı ve gereklidir. Fakat bunun karşısına “Toplumsal”ın fetişizmini koymak başka türden sorunlara da yol açabilir. Arjantin ayaklanması örneğinde “Que se vayan todos” [hepsi çekip gitsin] sloganıyla ifade edilen, –izledikleri ekonomi politikaları bakamından birbirinin benzeri olan– her türden siyasal partinin reddi son derece meşruydu. Ne var ki zengin deneyimler sunan bu kitle radikalleşmesi siyasal bir forma bürünemediği ölçüde, şimdilik daha az vahşi bir biçimiyle de olsa kapitalizmi normal işleyişine kavuşturan Kirchner hükümetine mahkûm oldu. Toplumsal hareketlerle partileri karşı karşıya koymanın doğurduğu bir diğer sorun, her ne kadar bu hareketlerin de bir şekilde siyaset ürettiği doğruysa da, partisiz bir siyasetin, kısa zamanda siyasetsiz bir siyasete dönüşmesi tehlikesini taşımasıdır. Böylece siyaset, toplumsalın kurumsal-profesyonel siyasete yönelik bitmek bilmez bir lobicilik faaliyetine indirgenmesi anlamına gelir ki bunun da siyasetin toplumsallaşması perspektifini güçlendirdiği söylenemez. Bugün örgütlü siyasal mücadelenin önemini vurgulamak ve inandırıcılığını yeniden sağlamak elzemdir. Bunun için sosyalistler, hareketin en ön saflarında yer alırken siyasal öznelerle toplumsal hareketler arasında özerkliğe, karşılıklı saygıya ve samimiyete dayanan ilişki biçimleri de üretme göreviyle karşı karşıyadır. Ancak bu başarıldığı taktirde, mevcut radikalleşmeyi pekiştirmek, taleplerin belirlenmesinde, dolayısıyla da siyasal yönelimlerde etkin olabilmek ve daha bütünlüklü, anti-kapitalist bir stratejik perspektifin oluşması için gerekli tartışmaları açabilmek mümkün olacaktır.

 

Dünyayı Değiştirmek için İktidarı Almak…

 
Ekim deneyiminin bugün açısından gündeme getirdiği bir diğer mesele iktidar sorununa ilişkindir. Rusya’nın gelişmişlik düzeyinin sosyalizmin gerçekleşmesi için yeterli olmadığı, dolayısıyla Tarih’in akışını burjuva demokrasisi aşamasında durdurmak gerektiği anlayışı Ekim İhtilali’ne karşı, tüm devirlerde ileri sürülen tezlerin başında gelir. Fakat, fazla ayrıntıya inmeyen bir okuma dahi dönemin koşulları içinde seçeneklerin burjuva demokrasisiyle sosyalizm arasında olmadığını kavramak için yeterlidir. Liberallerce de desteklendiğini bildiğimiz Kornilov’un darbe girişiminin de gösterdiği gibi olasılıklar ya gerici bir askeri diktatörlük ya da işçi iktidarıydı. Emekçilerin (işçiler, köylüler ve “üniformalı köylüler” olan askerler) kendi taleplerini bir türlü karşılamayan Geçici Hükümet veya kanlı bir darbe teşebbüsü karşısında, kelimenin gerçek anlamıyla “hayati” sorunlarına çözüm bulmak üzere oluşturdukları öz-örgütlenmelerinden vazgeçmeleri, kısaca bir özgürleşme fırsatını geri tepmeleri beklenebilir miydi? Savaşın sona ermesi, insanca koşullarda yaşamak, ulusal bağımsızlığa kavuşmak için tek yol devrim ve iktidarın ele geçirilmesiydi. Hiç şüphesiz şunu da eklemek gerekir ki ihtilalin önderleri Rusya’da sosyalizmi inşa etmek gibi bir hayale kapılmıyor, enternasyonalist bir perspektifle kendi devrimlerini ancak bir dünya (özellikle de Avrupa) devriminin parçası olarak kavrıyorlardı.
 
Bugün her ne kadar anti-kapitalist bir bilincin yeniden doğuşuna tanık olsak da iktidar meselesi hareketin yaşadığı strateji tartışmalarının dışındadır. Daha doğrusu iktidar meselesi belirli düzeylerde tartışılsa da hakim yönelim, iktidarın her halükarda onu ele geçirenleri yozlaştıracağı savıyla, iktidarı almadan ihtiyaç duyulan toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmektir. Başlangıç tarihi olarak Seattle’ı saptadığımız taktirde, Alternatif Küreselleşme hareketi altıncı yılını doldurmuştur. Ve bu deneyimin ışığında şunu rahatlıkla görebiliriz ki hareket geliştikçe, bünyesinde bulunan farklı stratejik yönelimlere sahip eğilimler arasındaki ayrışmalar giderek güçlenmekte. Bu bağlamda özgürlükçü sosyalistler iki temel akıma karşı ideolojik bir mücadele yürütme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmaktadır. Bir yandan neoliberalizme karşı mücadelede, kendi ulusal (burjuva) devletlerini destekleyen reformist akımlara karşı anti-kapitalist ve enternasyonalist perspektifi öne çıkarmak durumundayız. Diğer yandan ise daha radikal, ve dolayısıyla daha yakın olduğumuz kesime karşı bir fikri mücadele yürütmek gerekir. İktidar olmadan dünyayı değiştirme yaklaşımına paralel olarak, yalnızca “çığlık atma” ve “feryat etme” aşamasıyla yetinmeyi salık veren bu anlayış  kaşıt-iktidar alanları veya “geçici otonom bölgeler” yaratmanın yeterli olacağı kanısında. Ne var ki bu yöntemlerle tahakküm ilişkileri ancak “geçici” olarak askıya alınabilir. İktidar görmezden gelinse de, iktidarın “bin gözü vardır” ve o görür. Bu nedenle, bu kendiliğinden anti-kapitalizmi, temel toplumsal taleplerin ancak kapitalist üretim biçiminden ve burjuva devletinden emekçilerin öz-eylemliliğine dayanan kesin bir kopuşla gerçekleşebileceği perspektifine sahip bilinçli bir anti-kapitalizme dönüştürme yollarını aramak zorundayız.

 

…Gerekli Fakat Yetersiz!

 
Son olarak Ekim deneyimi iktidarı fethetmenin gerekli bir koşul olduğu kadar, bunun tek başına yeterli olmadığını da göstermiştir. İç savaş bağlamında da olsa, özgürlükleri kısıtlayıcı önlemlerin alınmasının (parti içi fraksiyonların ve diğer siyasi partilerin yasaklanması, toplumsal denetime kapalı bir gizli polisin kurulması…), ve Stalin döneminde tüm demokratik karar mekanizmalarının bir karşı-devrimi andırırcasına tasfiyesinin doğurduğu sonuçlardan ders çıkarmalıyız.
 
Ekim devriminin bu açıdan bir muhasebesini yapmak gerekirse, elbette dönemin özgüllüklerini hesaba katmak gerekir. İç savaşın sonlarına doğru, 1920-1921 yıllarında işçi sınıfın öz-eylemliliğinin gerilediğini görürüz. Bunun bir yandan psikolojik sebepleri vardır. Dünya savaşının, devrimlerin, ardından da iç savaşın kitlelerde bir dinlenme ihtiyacı yaratmaması mümkün değil. Fakat maddi koşulların ağırlığı daha da fazladır. İç savaş sırasında sınıf hem sayısal olarak(savaşın sonunda 1917’deki sayısının % 35’inden de azdır!), hem de –en politikleşmiş kesimlerin Kızıl Ordu’nun en ön saflarında yer almasından– niteliksel olarak zayıflar. Açlık ve sefalet, insanları işçi devletini inşa etmekten ziyade hayatta kalma mücadelesine yönlendirir. Ve Avrupa’daki devrimlerin yenilgisi, yaşam koşullarının hızla düzelmesi umutlarını söndürür. Özetle, ülkenin gelişmemişliği ve Ekim devriminin yalnız kalması, sınıfın öz-etkinliğini kısıtlayan başlıca nedenlerdir. Fakat bu noktada, Bolşevik yöneticilerin, sınıfın faaliyetlerinin önünü açmak yerine, bu kanalları daralttıklarını da görmezden gelemeyiz. Mandel’in “karanlık yıllar” dediği 20-21 yıllarında, Lenin ve Troçki dahil olmak üzere Rusya Komünist Partisi yöneticilerinin aldığı kararlar, saydığımız nesnel koşullar sonucu sınıfın etkinliğinin durağanlaşmasıyla birlikte partinin giderek sınıfın yerini almasının önünü açar. Lenin bu bürokratikleşmenin tehlikelerini kavrasa da, ona karşı mücadele etmek için yeterince uzun yaşayamayacaktır. Troçki ise bildiğimiz gibi 1923’ten itibaren hayatını bu iktidar tabakası karşısında her türden siyasal eğilimin (mümkün olduğu taktirde burjuva partilerinin bile) faaliyet gösterebileceği, emekçilerin kendi yarattıkları organlar aracılığıyla iktidarı doğrudan yürüteceği bir sosyalist demokrasiye adayacaktır.
 
Ekim İhtilali, tersinden de olsa, çoğulculuk, özyönetim ve parti içi demokrasi meselesinin, eski veya yeni her sosyalizm projesi için ne denli vazgeçilmez olduğunun gösterir bize.
 
21. yüzyılın koşullarında, özgürlükçü bir sosyalizm, ya toplumsal hareketlerin, feminist, ekolojist, anti-militarist hareketlerin değerlerini içselleştirebilmiş, aşağıdan ve özyönetimci bir sosyalizm olacaktır ya da hiç olmayacaktır.