Fevzi Özlüer –

Akkuyu Nükleer Karşıtı Eylem Ardından

Türkiye’de nükleer karşıtı mücadelenin ana akımlarının yıllardır edindiği bir şiar vardır, bu şiar nükleer enerjinin kirli, pahalı olduğu ve bu enerjinin bağımlılığa yol açtığı, temiz ve yerli enerji kaynakları ile enerji ihtiyacının karşılanması gerektiği ve enerji nakil hatlarında bir iyileştirme ile bile nükleer enerjiye gereksinimimiz olmayacağıdır.

Bu söylem bugün de egemen nükleer karşıtı söylemi oluşturmaktadır. Ama nükleer karşıtı politikayı oluştururken, nükleer santrallerin hangi saiklerle yapılmaya çalışıldığını doğru okumalıyız. İkibinli yıllarla birlikte Türkiye’nin bölgede emperyal hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik politikaları egemenliğini perçinlemiş ve süreç, bölgesel savaşlarla karakterize olmuştur. Sermaye ve oligarşinin yeni yönelimi içinde nükleer santral politikasının ana akımını, Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılamaya yönelik bir zorunluluktan beslenmediğine yönelik iddiamız da buradan beslenir. Türkiye’nin nükleerle imtihanın ana akımını, bölgesel güç olma iddialarındaki saflaşmalar biçimlendirmektedir. Enerji ihtiyacı bu ana akımın olsa olsa bir halkasıdır.

 

Bu bağlamda şunu görmek lazım, Türkiye nükleer santral sürecinin içine hangi gerekçelerle çekilmiştir. Eğer Türkiye, nükleer santral projelerini, enerji ihtiyacına bir yanıt olarak harekete geçirdiyse bugüne kadar ki nükleer karşıtı egemen söylemin kısmen bir karşılığı vardır. Yok eğer nükleer santral projesi enerji ihtiyacından çok bölgedeki güvenlik konseptinin ve NATO’nun bir organik bileşeni olarak bölgede caydırıcı güç olma niyeti ile harekete geçiriliyorsa, bölgede Türkiye egemenlerinin, bölgesel emperyal güç olma niyetlerine karşılık verdikleri bir taviz olarak ve bu tavizi de gerektiğinde iç siyasette “güçlü ülke” yanılsamasını yükseltmek için kullandığını görürsek sorununun sadece bir enerji ihtiyacı perspektifinden anlaşılamayacağı ortaya çıkar. Nükleer santral sorunu bu doğrultuda bölgede emperyal enerji siyasetinin yükseltmek zorunda olduğu savaş kışkırtıcılığı ile ilgilidir.

Sermayenin yeniden birikimini gerçekleştirmek için yıllardır Ortadoğu ve Türkiye’de yükselen savaş yeni ve düşük yoğunluklu bir biçimde devam etmek zorunda. Çünkü dünya kapitalizminin girdiği krizden çıkışı sürekli savaş konseptine bağlıdır. Dünyada sermayenin elinde biriken doğanın ve emeğin maddi zenginliğinin değersizleştirilmesinin, yeniden sermayenin kar edebilir bir sürdürülebilirlik sağlamasının yolu savaştır. Bu savaşın tabi ki ardıl uzantıları teknolojide yenilenme, elde ki teknolojinin geç kapitalistleşmiş ülkelere transferidir. Doğalgaz, petrol ve su geçiş güzergâhında şekillenen bu savaş konseptinde caydırıcı güçler oluşturarak bu kapitalist düzenin temel girdilerine kimin sahip olacağına yönelik bir savaş konseptinde şu anda dünya üzerinde birkaç farklı cephe gelişmeye başlıyor. Bu cephelerden egemenlerin bloğunda NATO tarafından biçimlendirilen Amerikan siyaseti, Asya bloğunda İran, Çin ve Rusya süreci şekillendirmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin egemenleri de bu iki blok arasında git gel yaşayarak kendi konumunu deklare etmeden verili siyaset içinde pragmatist adımlarla tavizler vererek konum elde etmeye ve tavizler koparmaya çalışıyor. NATO üyeliği devam ettiği sürece de Türkiye Amerikan cephesine daha yakın siyaset üreteceği malumdur. Rusya ile doğal gaz üzerinden yaşanan emperyal ilişki diğer yandan Amerika ile ticari, sinai ve askeri bağımlılık ilişkileri sürecinde iki ülkeye de verilen nükleer santral imtiyazları sonucunda içinde bulunduğumuz tartışmaları yaşıyoruz. Sinop’ta Güney Kore üzerinden Amerika’ya, Mersin’de de Rusya’ya ile girişilen nükleer santral projesi bölgedeki emperyalist ilişkilerin somutlaşma biçimini anlama ve buna karşı nasıl müdahale edeceğimizi ve nükleer santrallere karşı nasıl mücadele edeceğimize ilişkin yaklaşımlarımızda da belirleyici olacaktır. Bu doğrultu da meclisten Rusya ile yapılan nükleer anlaşma geçerken Ekoloji Kolektifi parlamentoya şu çağrıyı yapmış ve bu zemini örgütlemiştir: “Kurulması planlanan nükleer santral, bir enerji politikasının basit bir uzantısı değildir. Savaş uygarlığının son çığlıklarıdır. Bu nedenle Ortadoğu’da savaşı tetiklemek amacıyla Sömürgecilerin son keskin adımıdır. Bu adımın sonuçları Çernobil’den ve diğer nükleer enerji santrallerinden daha ağır olacaktır. Bu santrala karşı durmak sömürgeciliğe karşı durmak demektir. Doğanın ve İnsanın sömürüsüne karşı durmak demektir. Nükleer Santrala karşı durmak demek ekonomik borçlanmaya hayır demektir. İklim Adaleti istemektir.

Nükleer karşıtı mücadele, yeni bir yaşamı sağlayacak özgürlük, eşitlik ve ekolojik bir dünya arayışının taleplerine yaslanarak mücadelesini sürdürecektir. Kirli sanayi, silah, savaş pazarlayan, iklimleri değiştiren sermayeye karşı daha fazla barış, daha fazla özgürlük istiyoruz. Bugün doğayla ve halklarla barışın yolu, antikapitalizmdir. Parlamento bugün iki tercih arasındadır, ya ülkeyi savaşa hızla itecekler ve tarihin tüm vebalini omuzlarına alacaklar ya da sömürgeleştirmeye karşı halkların ve doğanın geleceğini savunacaklar. Parlamentoya sesleniyoruz, karar vermeden önce çocuklarınızı ve onların atalarını bir kez daha düşününün.” [1]

Türkiye’nin bölgede emperyal güç olma niyetini bir siyaset olarak içselleştirmesinin sonucunda, burjuvazi savaşa dayalı siyaseti de sürekli kılmak zorundadır. Bu anlamda da nükleer santraller konusunda Amerika ve Rusya’ya söylenenleri Türkiye egemen sınıfları için de söylemek zorundayız: Sömürge siyasetine hayır. Bu anlamda da nükleer karşıtı mücadele neye karşı verilmektedir, ne için nükleer karşıtı mücadele edilmektedir? Nükleer karşıtı mücadele, Türkiye’nin sömürgeleştirilmesine olduğu kadar Türkiye’nin sömürgeci niyetlerine karşı yürütülmelidir. Kapitalistlerin savaşı karşısında, doğayla ve halklarla barışmak için bu mücadele geliştirilmelidir. Kapitalistlerin savaşı kazanmasının yegana yolu halkların birbirine kırdırılmasıdır. Irak en canlı örneğimizdir

Türkiye’nin savaşa dayalı ekonomiden vazgeçmesinin bölgedeki sömürgeci niyetlerinden arınmasının yegane yolu, Burjuva siyasetinin tasfiyesi ile mümkündür. Kapitalizme dayalı bir gelişme strateji eninde sonunda savaşı tetikleyecektir. Ancak bununla birlikte hemen belirtmek gerekir ki kapitalizme karşı mücadele bir yandan sömürgeleştirmeye diğer yandan sömürgeleşmeye karşı bir mücadeledir. Kendi doğasını ve emeğini sömürdüğü kadar, Türkiye burjuvazisi yeni yatırım alanları bulmak için, halkların birbirleriyle savaşının ve düşük yoğunluklu savaş konseptinin devamına ihtiyaç duymaktadır. Bugün Türkiye’de savaşa dayalı ekonomi ve siyasetinin devamı açısından kürt sorunun eşitlikçi bir temelde çözülmesine yönelik her adımın imhası burjuva siyaseti açısından bir zorunluluk olarak görülmektedir. Türkiye emperyalizminin gelişmesinin yolu da bu savaşın devamından geçmektedir. Bu anlamda saygıdeğer burjuvazimiz yol, su, baraj yapmak için yıkmak ve yeniden yapmak zorundadır. Bu alanlardan elde edilecek karın temellükü meselesinde de dayanışmaya ve rekabete açıktır. Irak’ta kürt burjuvazisi ve amerikan sermayesi ile ortaklıkta bir behis görülmemektedir. Ama Türkiye’de bu savaşı sürdürmek için halkların birbiriyle kavgalı olmasından daha doğru bir yol da yoktur. Bölgesel güç olabilmek, Pazar açabilmek için eşitlikçi toplumsal arayışların, ekolojik yaşam tarzlarının her türlü bastırılması gerekir. Çünkü bu tarz siyasetler bir kar getirmediği gibi iktidarlara da siyasal bir güç katmaz. Bu nedenle Türkiye’de kürt sorununun devamı da bölgesel güç olma arayışının temel zeminidir. Bu sorunun halkların eşitliği ve antikapitalist bir seçenekle ortadan kalkmasına yol açacak bir politik yönelimin, bölgede petrol kuyularının sonu olacağını, silah ticaretinin, insan kaçakçılığının ve doğanın hammadde haline gelişinin tükenişine, yoğun emek sömürüsünün nihayete erişine giden yolu açacağını tabiî ki çok iyi biliyorlar. Buna olanak sağlayacak her türlü mücadelenin de yok edilmesi; yok edilemiyorsa da sterlize edilmesi ve sermaye ve devlet iktidarına karşı politik bir karşı söylem inşa edilmesinin engellenmesi sağlanmaya çalışılıyor.  Sorun bu anlamda egemen siyasetin şu ya da bu cephesinde yer alanların ya da hangi etnik grubun petrol kuyularına, suya ve coğrafyaya hâkim olacağı üzerinden yükseltilen siyasetin parçası olunup olunmayacağı meselesidir. Bölgede bu alternatifsizliğin dışında bir arayışın, politikanın ve toplumsal örgütlenme biçimlerinin yaratılıp yaratılamayacağı meselesidir.  Bu arayışın en önemli yolu da Türkiye’de savaş uygarlığına ve savaşa dayalı siyasete karşı toplumsal güçlerin, doğa ile ve halklarla barış, özgürlükler ve eşitlik ekseninde örgütlenmesidir.

Ekolojist sosyalistler de çevreciler de yeşiller de savaşa dayalı siyasetin karşısında durarak, halkların birbirine kırdırılmasına karşı mücadele ederek, nükleer uygarlık konusunda yol alabilir. Çünkü nükleer santrallar halklar arasındaki düşmanlığı tetikleyen ve milliyetçi refleksleri diri tutan burjuva siyasetinin egemenliğini sürekli kılmak için hayata geçirilmektedir. Burjuva siyaseti bu yol için pek çok adım da atabilir. Ancak bugün Türkiye’de nükleer santral karşıtı bir siyaset, eninde sonunda ve en başta savaşa ve militarizme karşı yürütülebildiğinde, yukarda vurguladığımız nükleer santrallerin oturduğu politik anlamı cepheden kavrayarak ona karşı mücadele araçlarını geliştirebilecektir.

Bu ülkede savaşa karşı olmanın yollarından biri de toplumun giderek militarize edilmesine ve halkların birbirini boğazlamasına dayalı siyasetin karşısında, halkların savaşa karşı olduğunu gösterebilecek arayışları ve politikaları diri tutmaktır. Nükleer karşıtı mücadele zemini de bu olanaklardan biridir. Ancak, strerilize edilmiş bir siyaset algısı içinde, nükleer karşıtı mücadele kirli teknolojiye, enerji ihtiyacına, alternatif enerji kaynaklarının varlığı gibi argümanlara sıkıştırıldığında, politik dil de gerçek bağlamından kopmaktadır. Bu argümanlar nükleer santrallerin yapılmaması için büyük kitlesel baskı gruplarının oluşmasına olanak sağlamadığı gibi, taleplerin yerele gömülmesine de neden olmaktadır.  Bu bağlamda da evet, kürt sorununu görmezden gelen, bu anlamda halkların barışını görmek istemeyen bir siyasal dil, kapitalist savaşa karşı mücadeleyi, halkların eşitlikçi barışına dayalı politik söylemi, kapitalistlerin doğayı ve toplumları tektipleştirdiğini odağına alamamaktadır.

Peki Bugün Ne Olmaktadır, Nükleer Karşıtı Hareket İçinde Sosyalist ve Kürt Fobisi

Somut mücadele pratikleri içinde kürt sorunu ile nükleer karşıtı mücadele arasında bağ kuran zemin savaş karşıtlığıdır. Halkların ortak mücadelesinin ve barışın temel zenginleşme zemini olduğunun görülmesidir. Topluma ve doğaya ait olan çeşitliliğin tek tipleştirilerek paraya dönüştürülmesinin yegane yolu ise siyasetin dilinin de tek tipleştirilmesidir. Kapitalizmin tüm değerleri paraya çevirerek pazarda her şeyi tek tipleştirebilmesi için aynı zamanda siyasette de bu çoğulcu dili daraltmalı ve liberalizmin çoğunlukçuluğuna siyaseti  hapsetmelidir.

Nükleer karşıtı mücadelede yıllardır dillendirilen bir politik söylem ise: “bu mücadelede pek çok siyasal eğilim olabileceği, bizi bir araya getiren temel politikanın nükleer santral karşıtlığı olduğu ve nükleere de kirli, pahalı, eski teknoloji olmasından kaynaklı olarak karşı olduğumuza yönelik zeminin bizi birleştirdiği”dir. Bu söylemin de asla belli bir politikayı dayatmak anlamında kullanılmadığı sanılır. Oysaki nükleer karşıtı siyaset içindeki bu egemen eğilim, siyaset dilini sterilize eden ve tektipleştiren bir kültürden feyz almakta ve aslında nükleer karşıtı siyasetin odağını da bir tür teknisyenliğe indirgemektedir. Nükleer karşıtı olmak ve ortak mücadele için dayatılan bu siyasal dil, alternatif enerji kaynaklarına vurgu yaparken, suyu da bunun içinde sayıverirler. Rüzgar ve güneş pazarlayanlar bu alemin en sevilen yüzleri oluverir. Kimisi daha ileri gider termik ve kömürü de sayar. Ama mesele kapitalist savaş uygarlığıyla hesaplaşama boyutuna sıçratılmaya çalışıldığında, “aman, lütfen siyaset yapmayalım burada” tenkidi ile tartışmalar bastırılır.  Öyle ki “mesele bir uygarlık meselesi boyutuna gelmesin de sistem içinde biz rüzgâr ve güneş ile sorunu çözüverelime ikna olun”, denilmek istenir. Bu topu taca atan siyasal akıl bilmez ki savaşa dayalı uygarlığın enerji açığını hiçbir enerji üretim sistemi karşılayamaz. Bu aklı kendinden menkuller bilmez ki kapitalistler hep daha fazlasına ihtiyaç duyarlar ve asla enerji ihtiyacı sorunu nihayete ermez. Çünkü bu sorun çözülürse, bu soru ortadan kalkarsa, kapitalistlere de kara dayalı sömürü ve tahakküm toplumuna da ihtiyaç kalmaz. Bunları dillendirenler pek de sevilmez, aşırı solcu bulunur. Sinop’ta yaşanan nükleer karşıtı deneyimler tam da bu bağlama cuk oturmaktadır. 2006 sonrasında nükleer karşıtı mücadelenin tartışmalarının öbeğinde bu konu bir dedikodu ağıyla örülmek istenmişse de Sinop NKP’nin dağılmasına giden yol da aynen bu yaşanılan tartışmalar ekseninde derinleşmiştir.  Olayların kör eden ışığına değil olguların tarihsel analizine bakmak gerekir. Bu süreç, bir yanıyla da Sinop’taki nükleer karşıtı mücadeleden sosyalistlerin tasfiyesi biçiminde şekillenmiştir.

Şimdi burada yaşanılan süreç üzerinden Mersin NKP tarafından bu yıl organize edilen, 8 Ağustos 2010 tarihindeki nükleer karşıtı şenlik ve mitinge dikkat kesilmek gerekir. Miting alanına kortejimizle girdiğimizde yanımıza hızlıca gelen kişi Mersin NKP tarafından eyleme katılan grupların bayrak ve pankart açmaması yönünde bir karar aldıklarını, “ya barbarlık ya ekososyalizm” pankartımızı toplamamız gerektiğini hatırlattı. Şaşırdık. Hayır, kaldırmayacağız, eylem komitesinden bir arkadaşınız böyle bir karar alındığına yönelik bir NKP kararı göstersin kaldıralım dedik. Ki Ekoloji Kolektifi NKP yürütme kurulunda yer almakta ve bu yönde bir karar alınmadığını çok iyi bilmektedir. Peki, bu karar alındığına yönelik Mersin NKP bir karar almış mıdır? Aldıysa Mersin’den gelecek olan kürtlerin ve sosyalistlerin açacağı “yıkıcı ve bölücü” pankartların MHP teşkilatının güçlü olduğu bölgede yaratacağı “huzursuzluk” gözetilerek mi yapılmıştır ya da şöyle soralım MHP ve CHP’nin siyasal gücüne yaslanmak, diğer hareketlerin temsiliyetlerini tek tipleştirmek için bir gerekçe midir? Tabi pankartı kapatmayınca diğer gruptaki arkadaşlar da pankartlarını açtılar. Mersin’den gelen hiçbir sosyalist grup yanında pankart getirmediği için bir şey açmadılar.

Ama tabi burada değinmeden geçemeyeceğim bir not daha var, Yeşiller adına kürsüden yapılan konuşmada, CHP lilerden farklı bir şey söylenememiş olması da ilginçtir. Hani demem o ki en azından kapitalizme bir vurgu yapılsaydı da ekoloji hareketleri adına yüreğimize biraz su serpilseydi. Hadi savaş karşıtlığından geçtik, ağzınızdan  nükleer karşıtı mücadele sermayeye karşıtı mücadele lafını duysak da şu emisyona yaptığınız  katkıyla, MHP ile aynı kürsüyü paylaşmanızdaki farklılığı görebilseydik, bu eylemdeki ekoloji mücadelesinin politik karşılığını kürsüden açığa çıkarabilseydik. Göremedik.

Şimdi bu bağlamda tekrar başa dönerek söyleyelim, nükleer uygarlık karşısında bugün yeni bir uygarlık tarif edeceksek savaş uygarlığını temsil eden kapitalizme ve onların savaş aygıtı haline gelen devlet politikalarına karşı mücadele etmeliyiz. Bunun için de seçeneksiz değiliz.

Çoğulcu Anayasa, Sistem Karşıtı Mücadele, Doğa Ana Hakları ve Bolivya’dan Dersler

Bolivya’da iklim krizi tüm etkilerini en açık biçimde dışa vuruyor. Yıllardır sömürgeleştirilen Bolivya halklarının iktidara yürüyüşü emperyalizme karşı açık bir zaferdi. Su şirketlerine karşı Koçabama yerlilerinin, inka uygarlığının temsilcileri iktidarla birlikte, halklar eşit temsile dayalı bir anayasa inşa ettiler. Halkların haklarını, dillerini ve kendini temsil edebilmelerini garanti altına aldılar. Hem cins eşitliğini hem de halkların eşitliğini anayasal güvenceye kavuşturdular. Bu aynı zamanda doğa ile barışmanın da temel yönelimiydi. Bu bağlamda Kopenhag zirvesinde kapitalist devletlerin sonuçsuz tartışmalarının dışına kendilerini atarak, 2010 Nisan ayında Halkaların Uluslararası Buluşmasını düzenlediler. Bu buluşmanın anlamı, doğaana hakları olarak basına yansıyan tabandan bir sosyalizm talebini yükseltecek, ekolojik toplumun yolunu açacak örgütlenmeyi ve uluslararası sözleşmeyi inşa girişimiydi. Bu yolda alınan kararların en temelinde antikapitalist bir mücadele ve halkların varlıklarını tanıyarak, ekolojik bir toplum için halkların ve canlıların çeşitliliğini gerçekleştirmeye yönelik talepleri dillendirmekti. Bunun sonucunda Doğaana Hakları Konferansı Sonuç Bildirgesi yayınlandı.[2] Sonuç bildirgesi ile bir eylem takvimi çıkarıldı. Eylemlilikler, yer kürenin özgürleşmesi için antikapitalist bir çağrı niteliği taşıyordu. Bu çağrı önce 12 ekim haftasında tüm dünyada kürsel bir mücadele günü ile iklim adaleti sürenci taçlandıracaktı. Emeğin ve doğanın sömürüsüne karşı halkların eşitlikçi bir temelde yaşayabilmesi için, ekolojik krizin sorumlularının yargılanması için bir iklim adaleti mahkemesi öngörülüyordu.

Orman yakanlar, madencilik altında doğayı yağmalayanlar, suyu ve havayı satan şirketler, petrolcüler, savaş tüccarları bu mahkemede de doğanın katledilmesinden yargılanması isteniyordu. Bu uygarlığın, iklimin sonunu getirdiği ve iklimlerin kurtarılması için halkların özgürleşmesi temel şiar kabul ediliyordu. Tabi ki kapitalizmden kurtulmak ve sömürgeleştirilmeye karşı mücadele odak haline getiriliyordu. Bu anlamda da ekolojik kriz karşısında hem siyasal sistemin hem de kapitalist uygarlığın getirdiği tek tipleşme karşısında nasıl talepler geliştirilecekti. Bu talepler verili siyasal sistemi sarsacak bir seçenek inşasına yönelecek miydi? Bu anlamda Türkiye’de giderek artan ekoloji mücadeleleri antikapitalist bir alternatif için mücadele edecek miydi? Tabi bunları örgütlemek tüm ekoloji mücadelesinin boynunun borcuydu. Bu anlamda kısa, orta ve uzun vadeli politikalar geliştirmek zorundayız. Bu anlamda da uluslararası toplumsal sistemde köklü dönüşümleri gündemimize almadan bu alana odaklanmadan sorunlarımızı algılayamıyoruz. Enerji ile birlikte gıda ve suyun yeni sömürgeleştirmenin ekseni olduğu günümüzde, mücadelenin temel odaklarından biri de yeni siyasallaşma biçimlerinin ve yeni toplumsal yaşamın temel motivasyonlarının neler olacağı sorusunu sormaktır. Uluslararası rekabetçi kapitalist sistemi ilga etmeyi önüne koyacak bir eksenle nükleer karşıtı mücadelenin bileşeni olmak zorundayız.

“Türkiye’nin içinde olduğu bölge de, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da enerji, su, tarım, iklim, gıda konularında bütünlüklü bir planlama yaklaşımı içinde, eşitlik ve dayanışma temelinde, bilgi, deneyim, mal ve hizmet paylaşımını esas alan anlaşmalar hayata geçirilmeli ve bu anlaşmalar tüm bir dünyaya model olacak tarzda geliştirilmelidir.  Bölgesel ölçekte, iklim değişikliğini durdurma politikaları bu zeminden yeni bir uluslararası sözleşme mantığıyla hazırlanmalıdır. Bu coğrafyada uygarlığın ekseninden petrolü çıkartmayı ilke edinen, yarışmaya dayalı değil, paylaşmaya dayalı kültürel bir motivasyon bölgemizdeki savaş ve yoksullaştırma politikalarının da önüne geçecektir. Enerji, gıda, su konusunda bu açıdan bölge halklarının eşitlik ve dayanışma temelinde ortak hareket etmesi, sürekli pompalanan enerji, su, gıda krizi risklerini de uzun vadede ortadan kaldıracaktır.”[3]

Siyasal gündemin AKP’nin evetçileri ile CHP’nin hayırcıları arasında sıkışmasına bakarak biz bu oyunda yokuz demenin ötesine geçerek, On iki Eylül Anayasası’nın mantıki sonucu olan ve değişimi istememek için anayasayı değiştirenlerin karşısına, “hayır ama yetmez” tercihi ile çıkabilmek gerekiyor.  Bugün halkların eşitliği, doğanın ve emeğin hakları için çoğulcu bir Anayasa istemek ve bunun için mücadele Koçabamba ruhunun ve antikapitalist siyasetin odağıdır. Ekolojik krize anayasal dayanak yaratan egemenlerin Anayasası’na ve siyasal sistemin karşı bir yol olduğunu göstermek için de Ekolojik toplumun siyasal tarzını da düşünmek ve bu siyasal tarz için mücadele etmeliyiz. Toplumların, doğanın, emeğin tektipleştirilmesine karşı durmak için de hayır demek yetmez. Doğanın haklarını, halkların varlığını geliştirecek şekilde koruyan bir anayasa da liberal sınırlarda karşılığını bulamayacaktır. Bu bağlam da anayasa referandumu sürecini bir seçim propagandasına dönüştürenler keyiflenmesin, mücadele devam edecek.  Ama buradan doğru ekososyalisler,  CHP-MHP ittifakına fit olacak da değil. İklim adaleti için adım atamayacak bu liberal yönelimin, ekolojik çeşitliliğin garantisi olacağını kimse iddia edemez. İklim adaleti için, halkların, cinslerin, türlerin eşitliğini garanti alacak biçimde mücadele edebilmeliyiz. Yaşamı tek tipleştiren kapitalizmle hesaplaşmak için bu seçenek üzerinde hareket edebiliriz, yeni bir siyasal toplum halkların, cinslerin ve doğanın haklarını koruyan yeni bir anayasa istemenin olanakları var.

Bu anlamda nükleer karşıtları da düzen içi bir iktidar değişikliği ile kendini sınırlı tutarak, nükleer santrallerin engellenmesini sağlayamayacağını bilmelidir. Kapitalist sistemden kopamayan, güvenlik politikası ekseninde NATO politikalarını uygulayacak olan egemen siyaset bloğu, steril siyaset algısının sınırlarıyla, nükleer santral programından vazgeçirilemez. Nükleer santral projesinden geri döndürecek proje, siyasal ve toplumsal olarak devrim ve ekososyalist bir toplum için mücadeledir. Bu toplumsal yaşama siyasal karakterini rengini verecek mücadele de bugünden kapitalistlerin savaşına karşı, doğayla ve halklarla barışı savunan, iklim adaleti mücadelesini yükselten, antikapitalist, ekososyalist bir siyasettir.

[1] Ekoloji Kolektifi, Nükleerle Güvenlik Olmaz, Ya Barışı Savunacaksınız Ya Da Tarihin Vebalini Alacaksınız, 7.7.2010, http://www.ekolojistler.org/nukleerle-guvenlik-olmaz-ya-barisi-savunacaksiniz-ya-da-tarihin-vebalini-alacak.html

[2] Kolektif EkoSosyalist Dergi, 5. sayı, Haziran, 2010

[3] Fevzi Özlüer, Ekolojist Olanaklar ve Siyasal İktidar, 2009, http://www.ekolojistler.org/ekolojist-olanaklar-ve-siyasal-iktidar-fevzi-ozluer.html

 

(Bu yazı ekolojistler.org’dan alınmıştır)