Mutlucan Şahan –

 
Geride bıraktığımız mart ayının sonunda Tunus’ta Sosyal Forum toplandı. Ancak konuyla alakadar olanlar tarafından sınırlı ölçüde izlenebilen bu buluşma 2000’li yılların ilk yarısında sosyal forumların toplumsal muhalefet çevrelerinde yarattığı heyecanın bir hayli uzağındaydı. Dünya Sosyal Forumu’nun dinamizmini yitirmesinin yanısıra buna bağlı olarak gerçekleştirilen bir dizi yerel, bölgesel ve kıtasal forum da ortadan kalkmış durumda. Bunların en güçlüsü olan Avrupa Sosyal Forumu için de durum farklı değil. 2010 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen toplantı pekçokları açısından Avrupa Sosyal Forumu’nun defin töreni anlamına geliyordu zaten.
 
Martın başında ise sosyal forum sürecinde de etkin bir rol oynamış Hugo Chavez yaşamını yitirdi. Renkli kişiliğine paralel bir şekilde ölümüyle de ilgiye mazhar olan Chavez’i herkes kendi meşrebine göre anımsayabilir. Biz ise onu en çok dile getirdiği “21. Yüzyıl Sosyalizmi” söylemiyle ve sosyal forumları “Beşinci Enternasyonal”e dönüştürme çağrısıyla hatırlıyoruz. Bu çağrının -Chavez’in kendi ülkesinde yürüttüğü Bolivarcı süreç ile ne kadar tutarlı olduğu ya da hedeflediği kesimlerin mevcut durumları veya yönelimleri açısından ne denli gerçekçi olduğu tartışmaları bir yana- dünya ölçeğinde toplumsal ve siyasal mücadelelere damgasını vurmuş, belki de artık geride kalmış bir döneme ilişkin olarak sunduğu stratejik perspektif, bu dönemin bilançosunu çıkarmak bakımından da önem taşıyor.
 
İşçi sınıfının ardarda yenilgiler yaşadığı 80’li yılların ardından Berlin Duvarı’nın da çökmesiyle liberaller tarihin sonunu ilan etmiş, sosyalist solun beklenti ufkunun daralmasıyla birlikte devrimci özne de büyük ölçüde tarih sahnesinden çekilmişti. Tüm bu koşullara rağmen veya tam da bu koşullarda, 90’larda neoliberal küreselleşmeye karşı ilk itirazlar yükselmeye başladı. Küresel adalet hareketinin gövdesini oluşturan bir dizi örgüt bu yıllarda kuruldu yahut hayatiyet kazandı; Zapatistalar tarafından düzenlenen Galaksilerarası Buluşma ve Fransa’daki 95 Grevleri gibi kritik dönemeçler bu dönemde alındı ve nihayet 90’ların sonunda Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü zirvesine karşı gerçekleştirilen protestoyla hareketin anahatları belirginleşti. Aynı yıllar Türkiye’de de kamu emekçileri ve öğrenci hareketlerinin yükseldiği, “sosyalizmin bir tarihsel döneminin sona erdiği” tespitinden yola çıkan ÖDP’nin kurulduğu, Bergama köylülerinin mücadele sahasına çıktığı, hatta Fırtına Deresi’nde HES’lere karşı direnişin ipuçlarının ortaya çıktığı dönem oldu.
 
Dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkan irili ufaklı neoliberalizm karşıtı hareketlerin biraraya gelip tartışması, deneyim aktarması ve eylemlerini ortaklaştırması için bir zemin olarak 2000’lerin başında sosyal forumlar doğdu. 11 Eylül saldırılarının ardından Afganistan ve Irak’a karşı girişilen emperyalist harekat karşısında boy veren barış hareketiyle kaynaşan sosyal forum süreçleri ciddi bir kitleselliğe ulaştı; kimi zaman ses getiren eylemlere, etkin ve başarılı kampanyalara imza attı; mevcut toplumsal muhalefet odakları için gerçekten bir agora işlevi gördüğü gibi, yeni odakların yaratılmasına da vesile oldu. Denilebilir ki 2000’lerin ilk yarısında sosyal forumlar uzun bir gericilik döneminin ardından beliren ütopik momenti işaret eden antikapitalist bir ruh halinin meyvesi, ama aynı zamanda bu ruh halini besleyen başlıca dinamik oldu.
 
Esas olarak sosyal forumlar, devrimci öznenin, “dünya devriminin partisi”nin varolmadığı koşullarda neoliberal küreselleşmenin mağduru olan çeşitli kesimleri, sektörel ve coğrafi bakımdan farklı mücadele alanlarını, türlü politik yönelimlere sahip failleri derleyip toplama ve ortak bir hedef doğrultusunda yönlendirme gereksinimini karşılamaya yönelik bir girişimdi. Fakat en başından beri bu noktada iki ana eğilim ve bu eğilimler arasında ciddi bir gerilim söz konusuydu, sosyal forumlar bir bakıma “madem parti yok” diyenlerle “zaten partiye ihtiyaç yok” diyenlerin “ama şimdiye dek partiye atfedilmiş işlevler ortada duruyor” tespitinde anlaşmasıyla ortaya çıktı. Bir kesim, özellikle de yaşanmış sosyalizm deneyiminden yola çıkarak, genelde siyasetin özelde ise siyasal partinin yaşadığı itibar yitimine hak vermekte, sosyal forumları lanetli parti formunun ve siyaset kurumunun tabutuna çakılmış son çivi olarak selamlamaktaydı. Diğer kesim ise ne siyasetin ne de parti formunun oynayacağı rolün henüz tamamlanmadığını, söz konusu işlevi hakkıyla yerine getirebilecek bir başka özne bulunmadığı zorunlu koşullarda bunun geçici olarak devredilebileceğini savunmaktaydı. “İktidar olmadan dünyayı değitirmek mi, dünyayı değiştirmek için iktidar olmak mı?” sorusu bir bakıma bu tartışmanın veciz bir ifadesidir.
 
Bu tartışmada dünyayı değiştirmek için iktidar olmak gerektiğini savunanlar “başka bir dünya mümkün” sloganının sınırlarına; bu slogan etrafında şekillenen ütopik momentin, siyasal bir perspektifle ve buna uygun bir örgütlülükle stratejik bir düzeye taşınamadığı takdirde kaçacağına dikkat çektiler. Bugün gelinen nokta itibariyle herhalde istememelerine karşın haklı çıktılar. Şüphesiz sel gitse de kum kaldı. Arap devrimlerinden Occupy ve Öfkeliler hareketlerine pek çok mevcut muhalefet dinamiği sosyal forumlardan izler taşıyor. Fakat bunların kendi arasında etkileşimi yahut dayanışması için gereken araçlar ve mekanizmalar bakımından on söne öncesinden ileride değil bir hayli geride olunduğu açık. Dahası toplumsal muhalefetin geri çekildiği çoğu yerde artık bu tür dinamiklerden eser yok; ya düpedüz bir apati ya da seçimlere dayalı parlamentarist yanılsamalar hüküm sürüyor.
 
İşin garip tarafı, tartışmanın diğer tarafındaki argümanların, farklı kesimlerin siyaset yapma alışkanlıklarına az ya da çok sinmiş bir biçimde, toplumsal olanı siyasal olan aleyhinde genişleten ve bu ikisi arasındaki farklılıkları silikleştiren bir tür ikamecilik olarak varlığını sürdürmesi. Tam da sosyal forum süreçlerinde yapıldığı ve esasında süreçlerin sonunu hazırladığı gibi, toplumsal olanın siyasal olanın işlevini de yerine getirilebileceğine dair bir anlayış kimi zaman açıktan, çoğu zaman örtük bir biçimde ortaya çıkıyor. Elbette siyasal ile toplumsal arasında belirli bir geçişkenlik vardır. Her toplumsal mücadele az ya da çok siyasal talepler içerir, böyle bir ufka sahiptir ve mücadele içinde siyasallaşma eğilimi gösterebilir, her siyasal örgüt de -en sekter olanı dahi- belirli bir toplumsallığa sahiptir ve bunu artırmayı hedefler. Dahası toplumsal hareketin bağrında filizlenmiş siyasal öznelere veya siyasal özneler tarafından yaratılmış toplumsal hareketlere de çok sayıda örnek verilebilir. Buradaki temel tehlike bu örneklerin dondurulup, tarihdışılaştırılıp, ancak “o” şekilde yapılabilecek modeller olarak sunulmasıdır ki tarihte ancak “öteki” şekilde yapılabileceğine ilişkin örnekler de bulmak çok zor olmayacaktır.
 
Aslında toplumsal ile siyasal arasındaki ayrımı silikleştirmenin yüzünü topluma veya toplumsal olana dönmekle ilgisi yoktur. Aksine toplumsal olanın özerkliğini göz önünde bulundurmayan böyle bir yaklaşım toplumsal olanı berhava etmenin, belirli bir mücadele alanındaki özneler ile kendi arasına bir bariyer kurmanın en kestirme yoludur. Bazı “toplumsal” hareketlerin son derece yüksek bir “siyasallaşma” düzeyine sahip olması da benzer şekilde aslında giderek küçülmüş, toplumla ve kitlelerle bağını zayıflatmış olmasıdır. Siyasal öznenin temel önemi, belirli bir kesimin ötesinde toplumun bütününe ilişkin bir bakışa sahip olma ve bu perspektifi ilişkide olduğu kesimlere sunabilme yeteneğidir. Bir toplumsal hareketin temel önemi ise, belirli bir kesim içinde en geniş tabana yayılma ve bu tabanı temsil etme yeteneğidir.
 
Tarihin belirli anlarında bu iki yeteneğin aynı zeminde veya öznede örtüşmesi mümkünse de buna nadiren rastlanır ve zaten böylesi anlar çoğu zaman devrim anlarıdır. Tarihin sunduğu çok özel koşullar altında değilsek bunları aynı gövdede birleştirmeye çalışmak yerine aralarında bağ kurmak daha akıllıca olacaktır; aksi takdirde çabalarımız karikatür sanatı açısından anlamlı olabilir ama siyaseten değil. Nitekim ortalık ilişkili olduğu alanın özneleriyle herhangi bir bağı olmadığı halde dünyayı kurtaran toplumsal hareketlerden ve toplumsal hareket inşa etmeye çalıştığı halde kendi toplantısını yapamayan siyasal örgütlerden geçilmiyor. Hele toplumsal muhalefetin dibe vurduğu koşullarda siyasal inşayı önüne koymadan, ne varsa o kadar muhalefet odağını yanyana dizmenin çok da bir anlamı yok. Kendisini siyasal bir varlık olarak kuramayan öznenin toplumsal muhalefet inşa edeceğini bekleyecek kadar iyimser olmak için bir hayli iradeci olmak gerekiyor.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Mayıs-Haziran 2013 tarihli 3. sayısında yayınlanmıştır)