Bahadır Nurol –

“Genel Grev!” diye girer söze yorgun Federico Sánchez, ya da gerçek adıyla Jorge Semprun, eski militan, Hoşça Kal Güzel Aydınlık’ın, Büyük Yolculuk’un yazarı, Costa Gavras’ın unutulmaz Z ve Alain Resnais’in Savaş Bitti filmlerinin senaristi Semprun. Ve devam eder: “Hatırladığım kadarıyla komünist militan olarak tüm yaşamım bu işaretin altında geçip gitti –tüm yaşamın, olgunluk denen döneme eriştiğinden beri, hatırlayabildiğin kadarıyla bu işaret altında akıp geçti; bu işaret, yıllar içerisinde işaret değiştirdi, ya da günümüz sözcükleriyle söylersek, bu belirtenin belirtileni değişti; gerçekten de genel grev senin belleğinde belirsiz de olsa sıkıntı verici, cehennemi bir şey olarak başlar; genel grev senin ham belleğinde yaylım ateşi izleyen tek tek atış sesleriyle çınlar; örneğin Santander’de, 1931 yazında, baban cumhuriyetin ilanından beri bölgenin sivil valisiyken, CNT[1] bir gün genel grev ilan etti; ne yaylım ateş açıldı, ne de tek tek atışlar; ama babanın ve dostlarının Sardinero’daki evin verandasında tartıştıklarını işitiyordun…”[2] Semprun’un belleğinde genel grevin bu ilk çağrışımları, İspanyol Devrimi’nin yürek atışlarının duyulduğu 1931 yılına dek uzanıyor. Ufukta görünen, bir grevden çok daha fazlası olan, gerçek bir devrimin yaşanacağı 1936 İspanya’sıdır…
 
Semprun yıllar sonra, 1980’lere doğru, bu sefer eski bir devrimci ama şöhretli bir yazar olarak müstehzi bir gülümsemeyle düşünür genel grevi; “…aydan aya, yıldan yıla ertelenen ama her zaman eli kulağında olan, her an patlamak üzere olan” hayal mahsulü, mitolojik bir eylem olarak… Geçmiş yenilgilerin yükünü omuzlarında taşıyan Semprun artık 1980’lerin sonunda oturacağı bakanlık koltuğuna doğru ağır ağır yol almaktadır. Liberal demokrasi ve serbest piyasa rüzgarlarının ortalığı kasıp kavuracağı günler yakındır.
 
Nitekim Semprun’un bir dönem Kültür Bakanlığı görevini yürüttüğü Felipe Gonzales’in Sosyalist Parti hükümeti, ileride Avrupa Birliği’ne giden yolun önemli yapı taşlarından birisi olacaktır. Kuruluş metninde amacı, toplumsal ilerleme ve tam istihdamın biricik yolu olarak “dengeli bir ekonomik büyüme ve fiyat istikrarına dayalı, sürdürülebilir bir kalkınma ile rekabetçi bir sosyal piyasa ekonomisi için çalışmak” şeklinde ifade edilen Avrupa Birliği’nin…
 
Toplumsal ilerleme ve bütünleşmenin biricik yolu olan rekabetçi sosyal piyasa ekonomisi çok geçmeden meyvelerini verdi: Başta Avrupa Birliği olmak üzere tüm dünyada iş güvencesi, ücret güvencesi, eğitim güvencesi, işsizlik sigortası, hastalık ve sakatlık hallerinde sağlanan güvence gibi konularda emekçiler adına muazzam bir gerileme! Avrupa Sosyal Modeli’nin kurucu unsurları olan sosyal diyalog ve müzakere süreçleri harikulade işlemişti doğrusu… Ne var ki müzakere süreçleri kapitalizm var oldukça devam edecektir. Nitekim geçtiğimiz aylarda müzakere talebi Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’ndan  (ETUC) geldi.[3] ETUC, 17 Ekim 2012 tarihli toplantısında aldığı kararla, 14 Kasım 2012’yi “Avrupa’nın Sosyal Bütünleşmesi için Eylem ve Dayanışma Günü” ilan etti. Avrupa sendikal hareketini ETUC önderliğinde harekete geçirmeyi amaçlayan bu çağrı eski kıtada güçlü bir karşılık buldu: İspanya, Portekiz, Yunanistan, Kıbrıs, İtalya, Fransa, Litvanya ve Malta’da bir günlük grevler, İngiltere, Almanya, Hollanda ve Belçika başta olmak üzere pek çok ülkede de mitingler, protestolar, iş yavaşlatma eylemleri birbirini izledi.
 
ETUC’un amacı açık biçimde ifade edildiği üzere, “Avrupa’yı ekonomik krize ve Avrupa sosyal modelinin parçalanmasına götüren” kemer sıkma önlemlerinin tekrar müzakere edilmesine yönelikti. Çünkü bu önlemler, sosyal güvenliği yeniden tesis etmekten ziyade adaletsizliği besliyordu ve öncelik ekonomik krizin çözülmesine verilmeliydi. ETUC’a göre ekonomik politikalarda bir yön değişikliği gerekliydi ve Avrupa’nın yeniden bütünleşmesinin yolu sosyal diyalog ve müzakerelerle sağlanacak olan sürdürülebilir kalkınma, istihdam ve adaletli vergilerden geçiyordu. Nitekim ETUC’un çağrısı kıtayı sarıp sarmalayan bir genel grev için değil fakat genel greve giden yolda sermayeyi müzakere masasına oturmaya razı etmek için atılmış bir adım olarak görülmeli. Çünkü ETUC’un pozisyonu henüz  burjuva demokrasisinin kurumlarıyla çatışma yolunda bilinçli bir seçim yapmaktan çok uzak görünüyor. Üstelik esas motivasyon kaynağının ETUC yöneticilerinin bürokratik kaygıları olduğu bile öne sürülebilir: “Ey patronlar ve onların hükümetleri! İşçi sınıfının yükselen hoşnutsuzluğunu ve öfkesini görüyor musunuz? Benim aracılık etmediğim bir sürecin nerelere varabileceğini düşünebiliyor musunuz? Süresiz grevlere, işgal edilen fabrikalar, bankalar ve devlet dairelerine, toplumun tüm sınıflarının tüm berraklığıyla gördüğü bir sınıf çatışmasına ne dersiniz? Bu öfkeyi yalnızca ben dizginleyebilirim. O halde bu görevimde bana yardımcı olun. Kemer sıkma önlemlerini gevşetin ve bu öfkeyi dizginleme çabamda elimi güçlendirin!”
 
Nitekim hükümetler mesajı almakta gecikmedi. Örneğin Almanya başbakanı Angela Merkel, hemen 14 Kasım akşamında, “eylemcilerin hassasiyetlerini dikkate aldıklarını, daha çok istihdam sağlanması için çalışacaklarını ve bu doğrultuda sendika temsilcileriyle görüşeceklerini” ifade etti. Açıkçası, bundan sonra uzman pazarlıkçıların vazifesi başlıyor: Müzakereleri yürütecek, sistemin daha iyi işlemesi için surlardaki gedikleri onaracak, ücretlilerin en iyi konumda olanıyla patronların en iyisini bir masada buluşturacak ve sonuçta patronun masadan tebessümle doğrulacağı bir süreci idare etme vazifesi bu.
 
Devrimciler elbette bu sürecin sonunda hükümetlerin kemer sıkma önlemlerinden gönüllü olarak vazgeçmeyeceğinin farkındalar. Yine de sendikaları içinde, Eylem ve Dayanışma Günü’ne aktif destek vermekten geri durmadılar. Çünkü bu eylemler, emekçiler arasındaki dayanışmanın tesis edilmesi için büyük fırsatlar sunuyordu. Çünkü bu eylemler, “yeni toplumsal ilişkilerin tohumu halindeki yaratıcı yerlerdir. Katılımcılar, bir önceki günkü insanlar değillerdir artık: mesleğe, yaşa, cinsiyete ya da tabiiyete bağlı farklılıklar silinmeye başlar; her birey, toplumsal gruplara ve hiyerarşiye kulak asmaksızın kişisel olarak güdümlenir ve diğerlerine bağlanır.”[4] Bir sonraki adım, emekçilerin dile getirdiklerinden çok daha fazlasını talep ettikleri bir genel grev olduğu takdirde, dramatis personae’mizin (oyun kişilerimizin) yüzlerindeki ifade değişecektir.
 
Günümüzde sermaye henüz önemli tavizler vermeye yanaşmayacak denli kibirli olsa da, bu yakın gelecekte uzlaşma arayan tarafın kendisi olmayacağı anlamına gelmiyor. Bu durumda muhtemel bir genel grevin koşulları ve doğabilecek sonuçlar üzerine düşünme ihtiyacı kendini dayatıyor. Mandel’in, sermayenin işçi sınıfına verdiği tavizlerle geçen yaklaşık elli yılın son demlerinde, 1970’li yılların ortalarına doğru genel grev hakkında dile getirdiği fikirleri, muhtemel bir yükselişin bu ilk, ürkek adımlarına ışık tutabilir.[5]
 
Nitekim bir genel grev, Mandel’e göre, belli sayıda doğrulanmış başlangıç hipotezine dayanır: (1) önümüzdeki yıllarda bir dünya savaşının olmaması; (2) askeri-yarı-faşist bir diktatörlüğün zafer kazanmış olmaması; ve (3) bu ülkelerde ücretlilerle sermaye arasında şu anda kurulmuş olan güç ilişkilerinin fazla değişikliğe uğramadan olduğu şekliyle muhafaza edilmesi. Günümüzde “geçmişte verilen mücadeleler ve işçi sınıfının geçmiş deneyimlerine dair bir ortak hafızası” olmasa da, “geçmiş yenilgilerin yükünü omuzlarında taşımayan ve bu nedenle kendi yöntemleriyle verecekleri yeni mücadelelere hazır durumdaki”[6] milyonlarca genç insan üretim sürecine dahil olmuş durumdadır. Bu durum güç ilişkilerinin işçi sınıfı lehine dönmesi için umut veriyor. Yine de sonu genel greve varacak bir yükselişin zaferle sonuçlanması, olası bir yenilgiyi önlemeyi sağlayacak imkanların araştırılmasıyla yakından ilişkilidir.
 
Mandel bir genel grevin her şeyden önce tüm işçilerin katıldığı bir grev anlamına gelmediğini belirterek işe girişir. Ona göre bir genel grev, öncelikle faklı işkollarını kapsadığı gibi, özel sektördekilerin yanı sıra  kamu kurumları da sürece dahil olur. Daha da ötesinde, bu süreç öyle bir atmosfer yaratır ki, ortadaki sınıf çatışması görmeyen gözlere görünür, duymayan kulaklara ulaşır. Nitekim bir genel grevin talepleri görünürde sadece iş saatlerinin azaltılması ve ücret artışı gibi ekonomik talepler olsa bile nesnel bakımdan siyasidir. Çünkü emekçiler aslında “temelde dile getirebildiklerinden çok daha fazlasını talep ederler.”
 
İşçilerin tüm ekonomik yaşamı durdurduğu ama karanlık çökünce evlerine döndükleri pasif bir genel grevin aksine, işyerlerinin işgal edildiği aktif bir genel grev, bir grevin çok daha ötesine gitme potansiyeli taşır. Böylesi bir grev, işçilerin üretimi bizzat kendilerinin örgütlemeye başladığı andan itibaren sistem için muazzam bir tehdit unsuru haline gelir. Çünkü bu an, “işçilerin kapitalizmi yıkma yönünde az çok bilinçli istencini dile getirdiği durumdur.” Yine de aktif grevin farklı biçimleri mümkündür. Öncelikle, aktif greve geçiş, sırf genel grevde daha başarılı olma isteğinin sonucu olabilir. Mandel bu saptamasına iki örnekle açıklık getirir: Bunların birincisi, pasif bir grev olan ulaşım grevinin belli bir aşamadan sonra grev kırıcı bir etkene dönüşmesinden doğan, ulaşım araçlarının bizzat grevciler tarafından işletilmesiyle aktif bir greve dönüşmesidir. Çünkü işlemeyen ulaşım araçları, bir noktadan sonra, sistemi olduğu kadar grevcileri de hareket edemez hale getirecektir. İkinci örnek, “kapitalist toplumun kutsalına dokunan,” bankalarda gerçekleşen bir pasif grevin, bir müddet sonra geçimlik ihtiyaçları için mütevazı tasarruflarına dayanmaksızın ayakta kalamayacak olan emekçileri gözeterek, grev komiteleri gözetiminde grevcilere ödeme yapmak için gişeleri işletmeye başlamaları durumudur. Pasif bir genel grevin aktif greve döndüğü ikinci bir durum ise “belli bir andan itibaren işçi sınıfının fizikî varlığını sürdürebilmesi için asgarî bir işleyişe izin verecek şekilde” emekçilerin yönetimi ele almasıyla gerçekleşir. Çünkü ekonomik yaşamı uzun sure kıpırdayamaz hale getiren bir grev, grevcileri de derinden etkileyen problemler yaratacaktır. “Buna karşılık, eğer üretim, ekonomik yaşamın felç edilmesi etkisinin tüketiciler kitlesinin çıkarları fazla zarar görmeden devamını güvence altına alan grevcilerin denetiminde sürdürülürse grevin etkinliği güçlü biçimde artmış olur.” Mandel bu konuda gayet yaratıcı örneklere değinir: Bunların bir kaçı, Belçika’da işletmelerin, kamu kurumlarının, bankaların vs. elektriklerini keserken, hanelerin elektriğinin kesilmesini önlemek üzere elektrik dağıtımını kendileri kontrol eden elektrikçilerin, Fransa’da grevcilerin yiyecek ihtiyacını karşılamak  için üretimi örgütleyen işçilerin ve İngiltere’de tüm hastaları tedavi etmelerine rağmen, hiçbir kayıt, muhasebe tutmayan, kimseye para ödetmeyen hemşirelerin grevidir.
 
Mandel’in anlatısında bir sonraki basamak, ETUC benzeri bürokratik örgütlerin yönetimindeki grevlerin, “özyönetimli, yani tabanda grevi yöneten örgütlenmelerin belirmesiyle işçi özerkliğini açığa çıkaran” genel grevlere dönüşmesi ihtiyacına ışık tutmaktadır. Çünkü bir genel grevin başarılı olmasının yegane koşulu, “işletmelerde seçilmiş grev komiteleri yaratılarak, mümkün en fazla sayıda emekçiyi” grevin yönetimine ortak etmekten geçer. Küçük bir ekip tarafından, “isterse siyasi bakımdan dünyanın en iyi insanlarından oluşsun tepede düğmelere basan küçük bir kurmay heyeti tarafından yönetilen bir genel grev fikri,” diye devam eder Mandel, “yalnızca ütopik bir fikir olmakla kalmaz, aynı zamanda siyasi bakımdan da, toplumsal bakımdan da temelli yanlış bir fikirdir.” Nitekim bu saptamadan hareketle, öngördüğü ideal modeli açıklamaya girişir: Öncelikli olan, “Grevcilerin oluşturduğu bir genel kurul tarafından bir grev komitesi seçilmesi”dir. Ardından, “Grev komitesinin her bir üyesini görevden alma hakkına ve olanağına sahip genel kurulun düzenli aralıklarla toplanması” gelir. İdeal modelin son basamağı ise, “Genel kurula katılanlar arasından mümkün en fazla sayıda militanı her türden işleve – propaganda, iaşe temini, finansman, iletişim, kültürel faaliyet vb. – ortak etmek üzere grev komitesi tarafından kendi üye sayısının üzerinde üyeye sahip biz dizi komisyonun seçilmesi”dir.Mandel hemen ardından bir uyarıda bulunur, tüm bu koşulların bir araya gelmesine yönelik bir beklenti içine girilmemesi uyarısıdır bu. “Bu ideal modeli her yerde aynı anda gerçekleştirmeyi muhtemelen başaramayacağız” der ve ekler, “Çok büyük sayıda işletmede grev komitesi seçimi olsa, bu bizim fazlasıyla mutlu olmamız için çoktan yeterli olacaktır. Bu en azından niteliksel bir ileri adımdır.”
 
Bu ilk kopuş, grev komitelerinden işçi şuralarına geçişin ilk adımıdır. Bu ilk kopuş, “normale dönmeden önceki bir emniyet sübabından veya –uşakların bir gün boyunca efendi rolü oynadıkları– bir tersine çevirme yolundan, yani kendinden başka bir yere varmamış olabilir.”[7] Ne var ki bu ilk kopuş, aynı zamanda yeni bir dünyanın tohumlarının serpilmeye başladığı andır. Çünkü “Önemli olan artık eskisi gibi yaşamamaktır yani sadece işi durdurmak değil, ama bundan böyle patronun buyurma hakkını kabul etmeyerek” yaşamak.[8]

 


[1]CNT: Confederación nacional de trabajo, 1936’da Barselona’da patlak veren devrimin önde gelen bileşenlerinden biri olan anarkosendikalist Ulusal Emek Federasyonu.

[2] Jorge Semprun (2003) Federico Sánchez’in Özyaşamöyküsü. İstanbul: Ayrıntı, s. 87.

[3] http://www.etuc.org/a/10439

[4] Gilles Dauvé ve Karl Nesic (2012) Demokrasinin Ötesinde. İstanbul: Sel Yayıncılık, s. 113.

[5] http://www.ernestmandel.org/fr/ecrits/txt/inconnu/la_greve_generale.htm adresinden çeviren, Osman S. Binatlı.

[6] Direnişler: IV. Enternasyonal XV. Dünya Kongresi Kararları. İstanbul: Yazın Yayıncılık, s.11.

[7] Gilles Dauvé ve Karl Nesic, age. s. 115.

[8] İbid, s. 115.