Masis Kürkçügil –
 
(Aşağıdaki yazı 14.02.2006 tarihli Radikal Gazetesi için Ertuğrul Mavioğlu tarafından Masis Kürkçügil ile yapılan mülakattan alınmıştır)

 

Tarihte nesnellik diye bir şey olmadığını söyleyen araştırmacı yazar Masis Kürkçügil’e göre Ermeniler ve Türkler birbirinin belleğini yenileyebilir. Kürkçügil, yaşanmış acıların tekrar etmemesi için de evrensel düzeyde ders çıkarılmasından yana.

 
1915 yılındaki tehcir politikasının amacı neydi, ittihatçılar hedeflerine ulaşabildi mi?
 
Birinci Dünya Savaşı tıpkı kendisini sürdüren İkinci Dünya Savaşı gibi bir emperyalist paylaşım savaşıydı. Ne Almanya ne Rusya ne Osmanlı bir savunma savaşına girmemiş, her biri kendine göre bir genişleme politikası gütmüştür. Ulus-devletler çağında ‘yayılma’ aynı zamanda kendi içinde bir arınma-temizleme, türdeşleşmeyi de gerekli kılar. İttihatçılar kısa sürececek bir savaştan pay almayı hedeflemişken savaş onların sandığının aksine uzun ve büyük kayıplar pahasına gerçekleşmiştir. Siper savaşının yıpratıcılığından bihaber Enver Paşa ve şürekâsı Sarıkamış’ta Turan hülyası uğruna koskoca orduyu donmaya terk ettiğinde, aslında savaş zaten kaybedilmişti. İsmet Paşa açıkça Almanların savaşı kaybettiği belliyken savaşa girildiğini; savaşa girmenin savunulacak bir yanı olmadığını belirtir, bu kanısını Mustafa Kemal’in de paylaştığını ekler.
 
Tehcir politikasının amacı bellidir; akla hayale gelmeyecek yollardan çoluk çocuğun, yaşlıların hedefe ulaşmaları ancak mucize olabilirdi ve zaten ancak mucizeye mazhar olanlar kurtuldular. Bir kurmayın o şartlar dahilinde insan sürülerinin sağ ve salim hedefe ulaşamayacağını bilmemesi mümkün değil. Teşkilat-ı Mahsusa’yı bir kenara koysak bile, serserilerin, çapulcuların, hava şartlarının, hastalıkların doğuracağı sonuçlardan bihaber olmaya sığınarak bu meselenin açıklanması kargaları bile güldürür.
 
Talat Paşa, kendi tahminine göre 1.5 milyon dolayında olan Ermenilerin 900 bin küsurunun tehcire tabi tutulduğunu defterine ayrıntılarıyla yazmış. Resmi ve devletlu rakamlar bunun en az yarısının, hatta üçte ikisinin öldüğünü belirtiyor. Bu rakam Sarıkamış’ta, Çanakkale’de, Kanal’da, Galiçya’da, Milli Mücadele’de, Kore’de savaşta ölenlerden daha fazla! Karşılıklı çatışmada değil bir devletin kendi tebaasına karşı yaptığı bir harekâtta ölenlerden söz ediyoruz.
 
İttihatçı liderler tehcirin sonuçlarından kendileri istifade etme imkânı bulamamışsa da amaçlarına ulaşmışlardır. Temizlik-arınma kamilen denebilecek kadar iyi düzenlenmiştir. Talat Paşa’nın gidişatı en ücra köşeye kadar izlediği küçük defterindeki kayıtlardan anlaşılmış bulunuyor. 1 milyona yakın insanın muhbir, işbirlikçi olduğuna, ihtilal hazırlığı yaptığına inanılıyorsa her birinin eline bir kürdan verilse koskoca bir ordu oluşturabilecekleri unutulmamalıdır. Açıkçası savunmasız bir insan topluluğunun imhası söz konusu. Bu imhaya hukuki bir terim bulmaktan önce onların anısına saygı duymanın sağlanması gerek.

 
Ermeni katliamının doğurduğu sonuçların ortaya çıkardığı bütünlüklü resmin günümüze dek uzanan etkileri ne oldu?
 
Halkların birbirine düşman olduğu safsatadan ibarettir. Ne diye Türk halkı Enver,’in, Talat’ın veya Bahattin Şakir’in yaptıklarından sorumlu olsun? Türk halkı oturup hep birlikte şöyle bir savaşa girelim, arada da temizlik imandan gelir diye Arap aydınlarını asalım, Ermenileri asmayalım da besleyelim mi falan diye bir karar almış değil. Meclis kararı yok, Sadrazam Sait Halim Paşa’nın birçok şeyden haberi yok, yoksul halkın sesini duyan mı var?
 
Osmanlı ilelebet payidar olacak değildi. Ya kendi halklarını tatmin edecek bir yurttaşlık zemininde yeniden yapılanacaktı veya o halkları halledecekti. 1908’in açtığı umudun kısa sürede gerçekleşmeyeceği ortaya çıktı. Ermeni devrimci federasyonu (Taşnaklar) uzun süre İttihatçıların kardeş partisi olarak onlarla işbirliği içinde oldular. Ancak Dünya Savaşı’ndan önce o topraklarda birlikte yaşama imkânını sağlayacak bir eşit yurttaşlık bilinci ve iradesi oluşmadı. Bu günler, Rosa Luxembourg’un ‘Ya sosyalizm ya barbarlık’ dediği günlerdir. Tarih kapıyı çalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan insanlık büyük bir yenilgiyle çıkmıştır ve bu yenilginin en ağır kısmını da en alttakiler yaşamıştır. Savaşa devletsiz-ordusuz girip de maddi ve kültürel varlığının büyük bir kısımını yitiren, bu kadar ağır kayıp veren tek değilse ender halklardan biri Ermeni halkı olmuştur.
 
Geriye kayıp bellekler kalmıştır. Belki de iki halkın birbirinin belleğini yenileyerek, yaşanmış acıların bütün insanlık için tekrar etmemesi için, evrensel bir ders çıkarması gerekmektedir. Kendi tarihini, yaşayan basit insanların gündelik hayatlarından hareketle bilmekten aciz olanlar, yalnızca egemenlerin prizmalarından süzdükleriyle kendilerine eşit, adil ve özgür bir gelecek inşa edemezler. Milli tarih nihayetinde öncelikle kendi halkını olmayan bir şeye ikna etme, kandırmacadan başka bir şey değildir. Sarıkamış’ta emperyal bir heves uğruna donarak ölüme terk edilen neferin trajedisiyle ‘askeri kırdıran’ ve kaçan Enver Paşa’nın ne diye ortak bir hikâyesi olsun ki! Herhangi bir milli tarih zihniyetiyle insanlığın yaşamış olduğu irili ufaklı felaketlerin hiçbirini anlamak mümkün değildir.

 
Uluslararası hukuk açısından Ermeni katliamının bugün Türkiye’ye yükümlülükleri neler olabilir?
 
Uluslararası hukuk hem bir ihtiyaç hem de oldukça sorunlu. Şu uluslararası hukuk öncelikle yaşadığımız günlerdeki insanlık felaketlerinde bir yaptırım gücüne sahip olmalı ki inandırıcılık kazansın! Ne Filistin’de ne Irak’ta ne de diyelim ki Haiti’de bu uluslararası hukukun gölgesi fark edilmedi.
 
‘Yükümlülükler’ deyince akla genellikle maddiyat gelmekte. Oysa tarihsel ve insani bir meseleyi mülkiyet temelinde çözmek mümkün değildir ve kazara çözülür gibi gözükse de ahlaken oldukça tehlikelidir: parayı verebilen düdüğü çalar. İnsanlar tasarladıkları geleceğe göre geçmişi değerlendirirler.
 
Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve hatta ABD’nin önünde el pençe divan duranlar gün gelir bu konuda da rahatlıkla fikir değiştirebilirler. Bu onların meselesi. Tarihi kitleler yaptığına göre, insanların yaşananın bilincine varabilmelerini sağlamak gerekir ki bu da devletin bir yükümlülüğü değildir, siyasetin, bir özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır.

 
Ermeni ve Türkiye’nin resmi tezleri taban tabana zıt. Böylesi ihtilaflı durumlarda nasıl bir yöntem gerekli?
 
Bu ihtilaflar vakti zamanında kimin haklı olduğu üzerinden değil bir daha bu tür olayların olmamasının koşullarının yaratılmasıyla giderilebilir. Yoksa Yahudi soykırımı için Willy Brantd’ın özür dilemesi ne Filistin meselesini çözdü ne de örneğin Balkanlar’daki olayları veya Ruanda’yı. Tarihi gerçeklerin nesnelliğe yaklaşması ise hiç mümkün değil. Nesnellik yoktur tarihte. Üstelik tarih akademik bir alan olarak takdim edilse de tarihi yapan insanlardır ve sonuçta bu siyasal bir eylemdir. Laboratuvarda, masa başında çözülecek bir sorun yok. Sömürenin sömürülenin, yönetenin, yönetilenin olmadığı, her türlü baskı ve zorbalığın maddi temelinin kaldırıldığı bir dünyada katilamlara, kırımlara, soykırımlara son verebilirsiniz. Yoksa ‘medeniyetin’ vazgeçilmez bir unsurudur türdeşleştirme. Bakın ABD bütün dünyayı türdeşleştirmeye çalışıyor.