İdil Engindeniz Şahan

Türkiye’de LGBT hareketin tarihine baktığımızda, isimlerine ulaşabildiğimiz iki kadın oluşumu görüyoruz: Venüs’ün Kızkardeşleri ve Sappho’nun Kızları. Sırasıyla 1994 ve 1998 yılında kurulan gruplar, biseksüel ve trans varlığından ziyade kendini lezbiyen olarak tanımlayan kadınlara bir görünürlük sağlamakta.

Venüs’ün Kızkardeşleri grubunun Kaos GL Dergi’nin Mart 1995 sayısında yayınlanan çağrısında, grubun İstanbul’da yaşayan lezbiyenlerden oluştuğu belirtiliyor ve iletişim için bir posta adresi veriliyor. O dönemde erkek eşcinseller dahi görünürlük sıkıntısı yaşarken kadınlar için de farklı bir durum söz konusu değil, dolayısıyla posta adresinde açık bir isim bulunmamakta. Grup, çok aktif olmasa da varlığını 2000’li yılların başına kadar sürdürebilmiş ve dağılma ilanını 2002 yılında yine Kaos GL Dergi aracılığıyla yapmış. Yayınlanan notta, sayısı on – on beş civarında olduğu belirtilen grup üyelerinin artık birlikte hareket etmediği, aynı amaçları paylaşmadığı ifade edilmekte ve bu koşullar altında, başka bir grup kurmaktansa Kaos GL’yi destekleme kararı alındığı belirtilmekte.

Sappho’nun Kızları grubuysa yayınladıkları bir bröşürde şöyle anlatıyor kendisini: “Toprağı bol olsun Sappho, çok eski zamanlarda Midilli, nam-ı diğer Lesbos, adasında yaşamış lezbiyen bir şair. Kızları olarak biz ise, 98 mayısından bu yana haftada bir düzenli toplantılar yapan lezbiyen feminist bir grubuz”. 13 Mayıs 1998’de Ankara’da kurulan grup, lezbiyen kimliğini sorgulamayı, karşılaşılan sorunları paylaşmayı, üyelerini, özellikle de açılma sürecinde, desteklemeyi amaçlamış ve yine aynı broşürde, kimsenin açılmak zorunda olmadığını ya da açılma derecesini kendisinin belirleyeceğini belirtse de, bireysel açılmaların toplumu dönüştürücü bir unsur olabileceğinin de altını çizmiş. Oysa bugün dahi, LB kadınlar olarak çoğumuzun “bir ben, bir Zeki Müren” bile diyemeyecek kadar yalnızlaştırıldığı bir toplumsal düzen içinde yaşamaya devam ettiğimizi söylemek yanlış olmaz. Bu yalnızlığı kırmanın yollarından biri, belli sosyo-ekonomik engelleri aşıp çeşitli eğlence mekanlarında kendi benzerlerini bulmaksa, bir diğeri de tabi ki örgütler etrafında buluşmak, kurtuluş (ve açılma) mücadelesini birlikte vermek. Her kesimden kadının kendini her örgütte ifade edebilmesi mümkün değilse bile örgütler, bizlerin varlığıyla; bizler de örgütler içinde dönüşebileceğiz ancak.

Trans örgütlülüğü

Günümüzde, lezbiyen-biseksüel kadınların biraraya geldiği ve ayrı bir isimle faaliyet gösteren bir grup bulunmamakla birlikte trans hareket, çeşitli örgütler aracılığıyla daha geniş bir görünürlüğe erişmiş durumda. Her trans kadın için geçerli olmasa da, çalışma alanında karşılaşılan sıkıntılar nedeniyle hayatlarının bir döneminde seks işçiliği yapmak zorunda kalan transların yaşadıkları sorunlar da farklılık göstermekte. Ayrı örgütlerin varlığı, bu sorunlarla mücadelenin daha yoğun bir şekilde yürütülmesi açısından da önemli. Bu bağlamda, özellikle seks işçiliği konusu, gerek sosyalist gerek feminist hareket için hararetli bir tartışma da vadediyor.

Lezbiyen mücadele feminizmden ayrı düşünülebilecek bir alan olmasa da LB kadınların feminist hareket içinde sorun yaşamadığını söylemek imkansız. Zaman içinde, karşılıklı bir dönüşüme imkan sağlayan (ya da sağlayacağını umduğumuz) bu birliktelikte LB kadınların, feminist harekete en büyük katkısı muhtemelen heteroseksizmin sorgulanması konusunda oldu. Bunun yanında, biyolojik olarak kadın doğmayan ama kendini kadın olarak tanımlayan trans kadınların varlığı da içimizdeki önyargılarla yüzleşmemiz için bir tür turnusol kağıdı işlevi görmekte sanki. Kadınların erkeklerden daha fazla sömürüye uğramasının nedenlerini, biyolojik bir ayrımda aramayıp toplumsal cinsiyeti, patriarkayı, toplumun bir kesimini egemen kılan güç ilişkilerini, sistemin ta kendisini sorguladığımız sürece, trans kadınları feminist hareket içinde bir yere yerleştirmek de çok daha kolay olacak.

Ayrımcılığa uğrama ve ezilme hali, zaten pek çok toplumsal hareketi birleştirebilen bir unsurken hele de feminist hareket ve LGBT hareket arasındaki bu ortaklığı daha da güçlendirmek için en büyük rol belki de her iki hareketin de bileşeni olan LBT kadınlara düşüyor.

8 Mart’ta, hepimiz kadın olarak haklarımız için sokağa çıkarken bazılarımız “kadın olma hakkı” için de yürüyecek, aramızda Ayşe’yi seven Hatice, pembe kimliğini yeni almış Dilek de olacak, zira tüm kadınlar heteroseksüel değildir ve her kadın, kadın olarak doğmak zorunda da değildir.