Masis Kürkçügil’le Söyleşi –

 

  • Bir yanıyla Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından iktidar cephesinin yeni Türkiye olarak ifade ettikleri yeni bir kuruluş öbür yanında bir Haziran’ın devrimci dinamikleri ve hakim sınıflar arasındaki çelişkiler. Nasıl bir Türkiye tablosu var?

Türkiye’nin kaderi kimsenin iki dudağı arasında değil. Erdoğan’ın en azından 2007’den bu yana mührünü vurduğu AKP, kendinden önceki üçlü koalisyon hükümeti döneminde geleneksel partilerin itibar kaybının üzerine gelen dalgayla boşlukta kalan bir iktidara oturdu. Yürüttüğü ve kimilerinin çok takdir ettiği, kendisinin de böbürlünmesinin kaynağı olan ekonomi politikalarını da önceki hükümetin bindirme bakanı Kemal Derviş’ten devir aldı ve bu politikaları büyük bir sadakatle sürdürdü.

Bir ülkeyi, bir toplumu yenilemek öyle milad ilan ederek mümkün olsaydı, şimdiye kadar bin kez yenilenmişti Türkiye. En son üçlü koalisyon hükümetinin başbakanı Ecevit’ten sonra kimin DSP’nin başına geçeceğinden hareketle oluşan krizde İsmail Cem (Kemal Derviş’in de desteğiyle, ama o sonradan Baykal’ın CHP’sine kaçacaktır) 2002 seçimlerinde %1 oy alabilen Yeni Türkiye Partisi’ni kurmuştu. Türk kapitalizmi 2002-2007 benzeri hamle yapacak dünya koşullarından uzakta, günü idame ettirme kaygusunda. Böylesi bir dönemde daha da muhafazakarlaşarak, otoriterleşerek ayakta kalmaya çalışacaktır.

Haziran dinamikleri maalesef geçtiğimiz bir buçuk yılda diger mücadele alanlarında ve özellikle siyasette kendini gösteremedi. Bu tür dinamiklerden ziyade sosyalistlerin Haziran’ın derslerinden hareketle yeniden yapılanmaya yönelebilmeleri halinde daha somut gelişmelerden söz edebileceğiz. Tarihin bilebildiği büyük kalkışmalarda örneğin Komün ve daha sonra 1905 için derslerden sözederiz. Haziran toplumsal muhalefetin, sosyalist hareketin zaaflarını ve kısmen yapılması gerekenleri sosyalistlerin ulaşmaktan aciz oldukları çok daha geniş kesimlere gösterdi. Bu açıdan bir dizi kağıt üzerindeki propagandadan önemli ama tek başına yeterli değil.

Çatışma AKP ile Haziran dinamikleri arasında olmayacak. Haziran’dan da esinlenen, güç alan ve kökleri daha derinlerde olan yürüyüşün yeniden şekillenmesiyle AKP’nin de içinde olduğu köhne dünyaya karşı olacaktır.

 

  • Her şeye rağmen AKP’nin belirlediği doğrultuyu değiştirecek ya da geriletecek etkili bir muhalefet dinamiğini inşa edilebilmiş değil. Bu noktada sosyalist hareketin temel stratajisi-politikası nasıl şekillenmeli sizce?

Mevcutlarla yetinmeyen bir yeniden inşaya ihtiyaç var. Herkesin kendi başına yaptığı işlerden vazgeçip mümkün mertebe geniş kitlelerin de katılabileceği aşağıdan, tamamıyla demokratik bir işleyişe sahip meclislerin iradesiyle nerede baskı ve sömürü varsa orada bir muhalefet örgütlemek gerekir. Bayrakları öne çıkarmak yerine eylemin muhtevasını güçlendirmek ve olabildiğince geniş kesimlerin katılımıını sağlamak gerekir. Elbette bu mücadelerin sosyalistler açısından bir ufku olmalı. Ama bu ufka sahip olmayanlarla veya bu ufku farklı tanımlayanlarla da somut talepler çerçevesinde birlikte davranmanın yolunu bulmak gerekir. Anti kapitalist, anti emperyalist, ekolojist, feminist, özyönetimci ve de mutlaka enternasyonalist bir ufka sahip olanlar eğitimden asgari ücrete, Kürtlerin taleplerinden, kadınların kurtuluşuna her tür mücadelede yer alan insanlarla ortak davranmanın yolunu bulmak zorundadırlar. Sendikal kazanımlar için işçiler, aralarındaki siyasal farklılıkları nasıl bir engel değil de bir mücadele alanı olarak görüp ortak davranmak zorundalarsa sosyalistler de mücadele alanlarında ortaklaşabilecekleri muhatapları arayıp bulmak ve ortaya çıkarmak zorundalar.

 

  • Sizin de içinde yer aldığınız Birleşik Muhalefet Hareketi çalışmaları ve son olarak Vişnelik’te gerçekleşen toplantı ile birlikte birleşik-ortak mücadele arayışları yoğunlaşmış görünüyor. Sizce bugünün ihtiyaçlarına nasıl bir ortak mücadele zemini yanıt verebilir?

Maalesef bu ihtiyaç Gezi’yle ortaya çıkmadı, Gezi’yle artık kimsenin inkar edemeyeceği bir hal aldı. Türkiye’de sosyalist hareketteki yelpazenin toplumsal karşılığı yok. Birkaç binle ifade edilen sosyalist partilerin seçimlerde aldığı oyları yalnızca yüzde on barajla açıklamaya çalışmak kolaycılık olur. Kendileri yanyana gelmeyi beceremeyen sosyalistlerin büyük kitlelere çağrıda bulunmasının inadırıcılığı yok. Bu inandırıcılık bunalımı zaten dünya ölçeğinde birkaç on yıldır devam ediyor. Bir de buna olmadık bahaneler eklenince 12 Eylülden bu yana geçen otuz beş yılda maalesef kuşaklar arasında deneyim aktarımı açısından da büyük boşluklar doğdu. Askeri diktatörlükler açısından bir kıyaslama yapmak abes olsa da Arjantin’de bizden kat be kat ağır olan bir dönemden sonra hem işçi hareketi hem sosyalist hareket yeni deneyimler yaşabildiyse durup düşünmek gerek.

Bugün hülyalarımızı sandığa koymayalım ama emekçilerin, ezilenlerin en basit gündelik kazanımları için önce herkesle birlikte çalışmanın yollarını aramalıyız. Her iki toplantıya katılanlar da şu veya bu şekilde birlikte çalışmalar yapmışlar, yeni tanışmıyorlar. Birbirlerini yormadan ve aslan terbiyecisi pozisiyonu almadan önce yapılabilecek ortak mücadelelerden başlayarak yola koyulabilirler. Mücadele içinde güven ilişkisi, tartışma, derken çerçeveyi genişletme mümkünün alanına girer.

Belli bir formattan ziyade şu anda uğruna mücadele etmeye değer bir eylem programıyla diyelim 100 bin kişiyi kapsamayı hedefleyecek bir taban örgütlenmesini önümüze koymamız gerekir.

 

(Bu söyleşi Redaksiyon Dergisi’nin Ekim 2014 sayısında yayınlanmıştır)