Stefo Benlisoy – Ekolojik krizin tüm görüngüleri alarm verir, ekosistemlerin büyük çoğunluğu giderek onarılması neredeyse imkânsız bir tahribata uğrarken yeryüzü egemenlerinin iklim değişiminin kontrolden çıkmasını engellemek için topladıkları Cancun’daki 16. Taraflar Konferansı’nda durumu “idare etmek” dışında bir sonuç ortaya çıkmadı. Artık neredeyse yirmi yılı geride bırakan “uluslararası toplumun” iklim krizine çözüm getirme “performansı” değerlendirildiğinde söylenebilecek tek şey ortada topyekûn bir başarısızlıktan, bir iflastan başka bir şeyin olmadığı.

Bu başarısızlık elbette meseleye nereden, hangi zaviyeden bakıldığıyla ilgili bir yargı. Neticede egemenler bu son yirmi yıl içerisinde atmosferin metalaştırılması ve iklim krizine piyasa mekanizmalarını devreye sokarak yanıt verme hususunda epey mesafe kat ettiler, oldukça “başarılı” oldular. Egemenler ekolojik krizi doğanın metalaştırılmasını katmerleştirmek için bir fırsat olarak değerlendirmekteler. Bu anlamda Cancun, iklim kapitalizmi açısından yeni bir “ileri adım” olarak, bir yıl önce Kopenhag zirvesinde ciddi yara alan yeşil kapitalizmi yeniden parlatmak olarak değerlendirilebilir elbet.

Cancun’da, iklim değişiminin kontrolden çıkmasına yol açacak eşiğin geçilmesini engellemek için zorunlu olan, sera gazı emisyonlarının 2015 yılında zirveye ulaştıktan sonra 2050 yılına kadar yüzde 80-90 oranında azaltılmasına ilişkin zorunlu ve bağlayıcı bir indirime dair neredeyse hiçbir şey söylenmedi. Üstelik anlaşma metninde zikredilen “gönüllü taahhütler” yerine getirilse dahi gezegeni, ani iklim değişimini engellemek için sınır olarak gösterilen yeryüzü ortalama sıcaklığında 1 – 2 derecelik bir artıştan çok daha ötelere 3 ile 5 derecelik bir artışa götürmeye aday. Anlaşma metni iklim krizinin önüne geçmede temel paradigmanın piyasa mekanizmaları olduğunu kuvvetle onaylıyor bir kez daha. Ormanların metalaştırılmasına son noktayı koyacak REDD, karbon ticareti, yoksul güneye mali yardımlar gibi mekanizmaların tümü egemen sınıfın krizi yönetmede piyasayı en büyük araç olarak gördüğünü gösteriyor.

İklim krizinden en çok etkilenecek güneyin yoksul halklarının emisyon indirimlerine gitmelerini sağlayacak ve iklim değişimine “adapte” olmalarını sağlayacak kuzeyin mali yardımı konusunda ise bol nutuktan başka bir şey işitilmedi. Üstelik böylesi devasa bir hedef için önerilen cılız kaynaklar, ABD’nin Füze Kalkanı projesi için öngördüğü mali kaynaktan bile daha az. Egemenlerin öncelikleri hususunda daha açık bir örneğe ihtiyaç var mı? Yine iklim değişiminden en olumsuz etkilenecek ülkelere (okyanustaki küçük ada devletleri) yapılacak mali yardımın, bunların başta ABD olmak üzere kuzeyin zengin ülkelerinin iklim ajandasına uyum sağlamalarını sağlayacak bir rüşvet olarak değerlendirmek de mümkün. Neticede bu ülke elitleri, içerisinde ekolojik ve toplumsal sicili malum Dünya Bankası’nın da yer aldığı mali yardım mekanizması sayesinde bir önceki Taraflar Konferansı’ndaki eleştirilerinden geri adım atıyorlar. Öte yandan, daha kısa bir süre önce Meksika Körfezi’nde dünyanın en büyük ekolojik felaketine imza atan BP, Rusya ile Kuzey Buz Denizi’nde fosil yakıtlar arama konusunda anlaştı. Büyük fosil yakıt şirketleri büyük ölçüde halkla ilişkiler işlevi üstlenen yenilenebilir enerji konusundaki yatırımlarını kriz sonrası iyice kısarak gezegenin son fosil yakıt kırıntılarına el koymak için her yola başvuruyor.

Daha fazla söze hacet yok. Egemen küresel siyasi ve ekonomik yapının ekolojik krizi önlemek bir yana etkilerini sınırlama noktasında dahi iflas ettiği aşikar. Sadece iklim krizi düşünüldüğünde dahi küresel egemenlerin çok değerli yirmi yılı çaldıklarını söylemek mümkün ve krizin kontrol edilemez boyutlara varmasını engelleyecek zaman aralığı oldukça daralmış durumda. Böylesine bir bilançoya rağmen Cancun’da Birleşmiş Milletler sürecinin bir şekilde devam etmiş olmasını, alınan cılız kararları dahi bir “ilerleme”, “doğru yönde atılmış bir adım” olarak görenler içinse söylenebilecek çok az şey var. Cancun’da alınan kararlara tek başına karşı çıkan Bolivya’nın BM elçisi Pablo Solon’un da vurguladığı gibi, “yanlış zaferler, yanlış anlaşmalar gezegeni kurtarmayacak”. Bugün iklim krizi karşısında hiçbir şey yapmamaktan daha kötü olan bir şey varsa o da bir şeyler yapıyormuş gibi görünmektir. Cancun’daki süreçte başta ABD olmak üzere zengin kuzey ülke temsilcilerinin aldıkları tavır da budur ve iklim adaleti hareketinin birincil görevi yeryüzündeki yaşam üzerine oynanan bu oyunun gerçek karakterini ifşa etmektir.

İklim krizi gelecek kuşakları ilgilendiren, “çocuklarımızın”, “torunlarımızın” maruz kalacakları bazı olumsuzluklar yaratacak bir olgu değil. Geride bıraktığımız yıl iklim krizinin etkilerinin daha şimdiden dünya ölçeğinde yüz milyonlarca insanın hayatını doğrudan tehdit eden bir mahiyete kavuştuğunun açık göstergeleriyle doluydu. Rusya’daki orman yangınları ve Pakistan’daki muazzam felaketin yaraları daha sarılmamışken Brezilya, Avustralya ve Sri Lanka’dan sel haberleri geldi. Bir yandan küresel sermayenin kâr hırsı öte yandan iklimin giderek istikrasızlaşmasının kıskacı altında dünya gıda fiyatları yeniden rekor seviyelere ulaşıyor ve yeryüzündeki milyarlarca insan için gıda ve suya ulaşma giderek daha zor hale geliyor. İklimin istikrarsızlaşmasının bedelini daha şimdiden küresel güneyin yoksul halkları ödemeye başladılar ve içine girdiğimiz yılın bu açıdan daha farklı olacağını söylemek mümkün değil.

Türkiye’de ise AKP iktidarı krizi aşmanın yolunu emek ve doğanın üzerindeki sermaye baskısını yoğunlaştırmakta buluyor. Önümüzdeki günlerde Meclis’te tartışılmaya başlanacak Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma kanun tasarısı doğal ve kültürel ortak varlıkların tamamını sermayenin sömürüsüne açık hale getiriyor. Tasarıda kullanılan “üstün kamu yararı” ve “stratejik kullanım” gibi ifadelerle doğal alanların korunması siyasi iktidar ve sermayenin insafına bırakılıyor. AKP’nin sermaye birikim stratejisi çerçevesinde doğa ve emeğin sömürüsünü katmerlendiren nükleer, HES, termik santral girişimleri karşısında oluşan muhalefet hareketleri giderek seslerini daha gür duyurmaya başlıyor ve Türkiye’de emek ve doğanın sömürüsüne karşı kitlesel ve militan bir direniş cephesinin potansiyellerini açığa çıkarıyorlar. Bu noktada bu yerel hareket ve mücadelelerin birbirleriyle etkileşime geçmeleri, dayanışmaları ve taleplerini ortaklaştırmaları önem kazanıyor. Tekil muhalefet odaklarının, doğa ve emeğin topyekûn sömürüsüne karşı daha bütünsel ve küresel bir algı oluşturmaları, hareketlerin sürekliliğini sağlayacak ve söz ve eylem kapasitelerini de arttıracaktır. Bu bağlamda Gerze’de termik santrallere karşı oluşan muhalefetin önayak olmasıyla birçok başka hareketin katılımıyla gerçekleştirilen İklim Adaleti Buluşması, devamının getirilmesi gereken önemli bir örnek oluşturuyor.

Bugün çok daha yüksek sesle haykırmak gerekiyor: Sermaye kendi yarattığı krizi çözemez. Olsa olsa kendi yarattığı krizlerin maliyetini aşağıdakilere çıkartır. Müesses nizam ekolojik krizin çözümü konusunda bugüne kadar gösterdiği performansla siyasal ve ahlaki meşruiyetini yitirmiştir. Sermayenin krizi ve ekolojik kriz karşısında çözümü egemenlerden beklemek beyhudedir. İçinde bulunduğumuz kapitalist uygarlığın krizinden ancak yeryüzünün tüm iklim kurbanlarının ve ezilenlerinin mücadelesiyle çıkabileceğimizi durmaksızın savunmak gerekiyor. Doğasına ve emeğine sahip çıkan kitle mücadelelerinin boy vermesine katkı sağlamak önümüzdeki dönemin en yakıcı görevini oluşturuyor. Dünya ölçeğinde sadece felaket haberleri yok elbette. Geçtiğimiz haftalarda Cezayir ve Tunus’ta gerçekleşen yeni yılın ilk ayaklanmalarında kitleler sömürü ve baskıya sonsuza dek katlanmayacaklarını bir kez daha gösterdiler. Tunus’ta diktatörlüğü deviren halk hareketi geleceğin umudunun bir işareti.

“Gerçekçi” olmak adına iklim krizinin önlenmesi, ekosistemlerin onarılması için krizi bizzat yaratanlardan gelecek başarısızlığı defalarca kanıtlanmış sözde çözüm kırıntılarına bel bağlamak, “sonuç alıcı” olmak adına projeciliğe, lobiciliğe savrulmak kadar (olumsuz anlamda) “ütopik” bir tutum yok bugün. Egemenlerden ekolojik kriz karşısında aktif tutum almalarını beklemek, hükümetleri ya da sermaye çevrelerini iklim kurbanları lehine harekete geçmeye teşvik etmek ham hayalden ibaret. Dolayısıyla bugün ekolojik kriz karşısında bütünsel, “sistemik” çözümler aramak, bu çözümleri pratikte sınamanın yollarını bulmak ve bu yolda aşağıdakilerin gücünü seferber etmekten başka yol yok. “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” sloganı hiç bugünkü kadar “gerçekçi” olmamıştı.

(Bu yazı Ekoloji Kolektifi’nin yayını Kolektif dergisinin 8. sayısında neşredilmiştir.)