Ayşe Akalın –

 

5683 no’lu Yasada Yapılan Değişiklikler Üzerine

Göç çalışmalarının en temel teorik çerçevesi “itme-çekme” modelidir. Yani bir yerde bir piyasa açıldığında ya da genişlediğinde yerelden temin edilemeyen iş gücü göçe bir talep oluşturur (çekme), bunun akabinde de yoksulluktan mustarip bir başka bölgedeki insanlar içinde bulundukları koşullardan bıkıp, işgücüne ihtiyaç olan yere yönelirler (itme). Göç çalışmalarının önemli bir bölümü farklı vakalar üzerinden bu itme-çekmenin nasıl vuku bulduğunu inceler. “İtme-çekme” kuramı aslında serbest piyasanın “arz-talep” mekanizmasının insan hareketliliğine uyarlanmış biçiminden başka bir şey değildir. Bu kuramı ezelden ebediyete kullanan göç çalışmaları da ürettikleri bilimsel teoriler (!) ile hem serbest piyasanın kurallarının bir kez daha normalleşmesine katkı koyarlar, hem de göçün ne zaman uygun (talep varsa yasal), ne zaman uygunsuz (talep yoksa kaçak) olduğunun sınırlarını belirler.

Eleştirel göç çalışmaları olarak adlandırabileceğimiz ve son 10-15 yılda iyice gelişen bir başka alan ise aynı resme tersinden bakan çalışmalar üretiyor. Bu çalışmaların yaptıkları çeşitli müdahalelerden biri  “önce piyasa hareketlenir, sonra insanlar hareket eder” denklemini tersine çevirmek. Bu doğrultuda yapılan çalışmaların üzerine oturduğu temel fikir, göç denilen şeyin aslında basitçe insan hareketliğinin bir biçimi olduğudur. Bu harekette olma hali de sadece piyasalar hareketlenince ortaya çıkmaz. Harekette olma hali aslında temelde insan hayatının ontolojik bir koşulu, öznelliğinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ama bu doğal hareketlilik durumu, özellikle 20. yüzyılda, sınırların kontrolüyle, merkezden alınan izinlerle (vize) vs. aşırı düzenlenmiş bir hâl aldı. Bir kısım eleştirel göç çalışmalarına göre devletlerin göç sürecine müdahalelerinin asli sebebi egemenlik alanlarının altını çizmekten öte, emeğin hareketini kontrol ederek onu yönetmekti. İnsanın doğasından gelen hareketlilik hallerini devletin farklı aygıtları ile kontrol altına almaya çalışması, aslında o hareketli bedenin potansiyel yaratıcılığının tahakküm altına alınarak üreteceği değere baştan el konulmasının bir biçimidir.

İşte bu yüzden eskiden göç denilince son bakılan şey olan devlet, artık ilk bakılan şey oldu. Göç deyince “entegrasyon olacak mı, ne kadar olacak, onun kaç gramı demokrasi, kaç gramı çokkültürlük” türünden dehlizlere girip de çıkamayanlar bir yana, artık pek çok araştırmacı ve aktivist ilgilerini öncelikle AB’nin güvenlik timi FRONTEX, ABD-Meksika sınırındaki duvar, çipli pasaportlar, alıkoyma ve gönderme merkezleri gibi göçü en üst düzeyde kontrol altında tutmaya çalışan güvenlik mekanizmalarına yoğunlaştırmış durumda. Artık biliyoruz ki devletler ne zaman göçü düzenleme adı altında bir hamlede bulunsa sorulması gereken soru bellidir: Eniştem beni niye öptü?

5683 no’lu “Yabancıların Türkiye’de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanun”da yapılan ve 1 Şubat 2012 itibarı ile uygulamaya sokulan değişiklikle Türkiye’ye turist vizesi ile gireceklerin en fazla 90 gün sonunda ülkeden ayrılmaları zorunlu kılınıyor ve ülkeye tekrar girişlerin 90 günden önce yapılması yasaklanıyor. Önce bu sürelerin mahiyetini açıklayalım. Şöyle ki, Türkiye’ye 1990’ların başından itibaren giren aslen ekonomik saikli göçün önemli bir bölümü ev işlerinde çalışan kadınlar oldu. Türkiye bugüne kadar ekonomik göçü yaptığı düzenlemelerde gerçek anlamda tanımadı. Yasal olarak bu kadınların Türkiye’de bulunması ve çalışması yasak olduğundan, bu alanda çalışan göçmenlerin sıklıkla uyguladığı bir yöntem vize süreleri geçmeden ülkeden çıkış yapmak, sonra tekrar girip böylece statülerini kendi kendilerine düzenli hale getirmekti. Ancak bu özetlediğimiz uygulama daha çok 2000’lerin başında uygulanan bir yöntemdi. 2000’lerin ikinci yarısında bu durum önemli ölçüde değişti. Örneğin bir zamanlar göçmen ev işçileri deyince akla gelen ilk grup olan Moldovalıların bir kısmı Rusya’nın ekonomisini toparlaması ile yönlerini tekrar oraya çevirdiler. Bir diğer durumda ise, vize yenilemesi uygulamasından en rahat yararlanabilen ülkeler olan Bulgarisan ve Ukrayna’ya, AB uyum süreci doğrultusunda, bugün genel olarak uygulanmaya başlanan 90+90 kuralı, 2007’den itibaren uygulanmaya başladı. Bütün bu gelişmelerin sonucunda bu ülkelerden gelen göç görece azaldı ve bu sefer aynı işleri daha da uzaklardan ve Türkiye’ye kaçağa düşeceğini bile bile gelen göçmenler, yani Kafkas ve Orta Asya ülkelerinden gelenler yapmaya başladı. Kısacası ev işine yönelen göç 2000’lerin ilk yarısında daha “döngüsel” olarak özetlenebilecek bir seyirde gerçekleşirken, 2000’lerin ikinci yarısında zaten çoktan “düzensiz”/kâğıtsız göçe dönüşmüştü.

1 Şubat’ta yürürlüğe giren değişiklik bu değişen koşulları göz ardı ederek göçün hâlâ aslen döngüsel olarak devam ettiğini varsayıyor. Ancak burada sorulması gereken daha önemli soru bu değişikliğe neden ihtiyaç duyulduğu? Onun da cevabı aslen uygulaması daha önce başlayan bir başka değişikliği işler hale getirmek. Yani, uygulaması ev işçileri ile sınırlı kalmak üzere, 5683 no’lu yasa üzerinden verilen ikametgâhları daha işlevsel kılmak ve ev işçilerini Türkiye’de yasal olarak çalışan bir grup haline getirmek. Aslında teknik olarak Türkiye göç alan bir ülke haline geldiğinden beri vatandaş olmayanların çalışmasını düzenleyen en kapsamlı değişiklik 2003’te çıkarılan 4817 no’lu yasa idi. Ancak bu yasanın gerek çeşitli unsurlarından kaynaklı zor uygulanırlığı (başvurular sadece yurt dışından ve işveren ile eşgüdümlü olarak yapıldığında geçerli sayılıyordu), gerek uzun ve zor bürokrasisi (süreç içinde her bir başvuruya en az üç bakanlığın onay vermesi zorunluluğu vardı) ve en önemlisi devletin yabancıların Türkiye’de çalışması konusundaki tarihsel yaklaşımını aslında hâlâ değiştirmemesi sebebi[1] ile 4817 no’lu yasa, aslen yurtdışı bağlantılı şirketlerin eleman almasını düzenlemekten öte göçmenlerin genel statüsüne bir değişiklik getirmedi.

Kısacası şu anda 5683 no’lu yasa üzerinden birbirini tamamlayan iki değişiklik yapılıyor. Birincisi yakın ülkelerden geldiği varsayılan döngüsel göçün önü kesiliyor, diğeri ise yabancıların Türkiye’de çalışmasına ilişkin daha önce kerhen yapılan değişiklik yeni bir düzenleme ile daha uygulanabilir bir hale getiriliyor. Bütün bu yapılan değişikleri tam olarak okumak istersek öncelikle az da olsa iyi tarafından bakalım. Bu düzenleme ile devlet niteliksiz/düzensiz/ekonomik vs. adlarla ifade edebileceğimiz göçün varlığını kabul edip ona yönelik –öyle ya da böyle– bir düzenlemeye gitme yönünde bir adım atıyor. Böylece en az yirmi yıllık bir tarihi olan ve yüzbinlerce insanı ilgilendiren bir mesele, daha fazla yokmuş gibi yapılamaz oluyor.

Ama tabi asıl soru ilk başta sorduğumuz “eniştem beni şimdi niye öptü?” meselesi. Biraz ayrıntılara bakalım. Mesela burada ev işçilerinin çalışma izninin 4817 no’lu yasada değil 5683 no’lu yasada yapılan değişiklik ile düzenlenmesi anlamlı. Birinci yasa başvuruların hâlâ yurtdışında yapılmasını gerektiriyor, ikincisinin başvurusu ise Türkiye içinden yapılıyor. Bunun anlamı 5683’ün “kâğıtsız” göçmenleri oluşturan gruplara yönelik bir düzenleme olduğu, yani en azından tespitte gerçeğe yaklaşıldığı. Ama buradaki kastedilen asıl fark nitelikli emek ile niteliksiz emeğin arasına düzenleme yolu ile koyulan fark: 4817 nitelikli emeğe “çalışma izni” verirken, 5683 niteliksiz emeğe “çalışma amaçlı ikametgâh” verilmesini düzenliyor. 4817 no’lu yasa dâhilinde istisnai de olsa “süresiz calışma izni” diye bir hak var.[2]  5683’de benzer bir şey söz konusu değil, orada sınırlar net olarak belirlenmiş: İşvereninin seni çalıştırmayı kabul ettiği kadar buradasın, sonrası kaçak ya da deport.

Ortaya konulan ikinci ayrım ise bu sefer 5683 ile düzenlenen niteliksiz emeğin ev işi alanı ile sınırlanması. Yani işe giderken yanından geçtiğiniz inşaattaki Türkmen, Ordu’ya fındığa gelen Gürcü işçinin de bu düzenlemeden yararlanacağını sanmayın. Bakan Faruk Çelik zaten ekranlardan açıkladı, “düzenlememiz sadece ev işinde çalışanları kapsamaktadır” diye. Bu tesadüfi bir durum değil elbette, ev işçiliği Türkiye’ye ekonomik saikli göç başladığından beri en çok göç çeken alanlardan biri oldu. Çünkü göçmenler yatılı çalışmayı kabul ederek Türkiye’ye geldiler. Böylece de Türkiye’nin bakım alanındaki çok büyük eksikliğini kendi kırılgan emekleri ile sırtlandılar.

O yüzden bu 5683 no’lu yasadaki değişikliğin getirdiği iki düzenleme var gibi görünüyor. Birincisi devletin aile ile yaptığı kontratın iflas ettiği noktalardan birine yapılmaya çalışılan bir yama. Hastalar, çocuklar, yaşlıların hayati pek çok ihtiyaçları, bunu şimdiye kadar ailenin annesine yükleyen bir devlet, annenin artık bunu yapamaması (ya da yapmak istememesi), sonuçta ortaya çıkan bir “bakım açığı” — hikâyenin yakın zamana kadarki özeti bundan ibaretti. Göçmen ev işçileri devletin bu alandaki sorumluluğunu tamamen ortadan kaldırıyor (“Zaten kendi istekleri ile gelen böyle bir işgücü mevcut,  geri mi gönderseydik, onun yerine onlara bir fırsat tanıdık” beyanlarına hazır olun). Düzenleme ile ilgili ilk açıklamalarda çalışma amaçlı ikamet izinlerinin asgari ücretin bir buçuk katı miktarda maaş artı sigorta primi ödemesini zorunlu kıldığı söylendi. Böylece maaş yüksek tutularak  “biz yabancıyı düzenliyoruz ama yerli işçimizi de koruyoruz” denilebilecekti.  Ancak aldıkları tepki çok olumsuz olmuş ki (!), yasal düzenleme daha uygulamaya geçmeden bu miktarın bir maaş asgari ücrete çekileceği sözü verildi. Böyle daha önce zedenlemiş olan devlet-(orta sınıf) aile kontratı yeni bir güven tazeleme ile tekrar imzalanmış oldu.

5683 no’lu yasanın yaptığı diğer düzenleme ise hâlihazırda “kaçak” statüdeki bir grup göçmeni uygunca bir kılıfa sokmak, bakanın da belirttiği gibi, “çalışanları kayıt altına almak”. Zaten bu aslen bir e-devlet projesi. İzin almak için başvurunuzu tek seçenek olarak Çalışma Bakanlığı websitesinden yaptığınızda sordukları ilk soru TC kimlik numaranız. O yüzden bu düzenlemeyi doğrudan Ermeni göçmenlere karşı yapılan bir hareket gibi görmek yerine,[3] devletin artık “uygun” bulduğu bir grup göçmeni, şimdiye kadarki görünmezliğe mahkûm hayatlarından, görünmeye zorunlu tutup üzerlerinden SGK primi alacağı bir hayata geçirmek istemesi gibi okumak mümkün.

Şimdi önümüzdeki temel soru uygulamanın nasıl olacağına ilişkin. İşveren aileler bu düzenlemeye ne kadar ilgi gösterecek henüz bilmiyoruz. Bu yasal düzenlemenin gerçekte ne kadar önemli bir değişiklik olduğunu aslen bu izni almayan ya da alamayan işçilerin başına ne geleceği belirleyecek.[4] Ama tabi bazı şeyleri öngörmek mümkün. Örneğin “yakalanacağım korkusuyla” çıkılan izinler artık daha tedirgin geçecek ya da belki tamamen askıya alınacak. Dahası ikamet izni işveren üzerinden alındığından çalışan kadının yasal meşruiyeti işvereni üzerinden sağlanmış olacak. Yani bazı durumlarda aslında çalışan kadına en büyük hak mahrumiyetine sebep olacak kişi olan işverenin eli çok daha güçlenmiş olacak. İşveren kaynaklı şiddet vakaları bu alanda duyulmadık bir şey değil. Yeni düzenlemenin bırakın bunları ortadan kaldırmayı, daha da hasıraltı etme olasılığı çok yüksek. Bir de tabi 1 Şubat düzenlemesinin çalışma izni hakkından bağımsız olarak sınırları herkes adına çok daha yükseltmesi durumu var. Döngüsel göç görece azalmıştı ama tabi ki bitmemişti. Daha da önemlisi, hareketliliğe ulaşım her zaman göçmenlerin kendilerini korumalarının en büyük silahıdır. Şimdi bu düzenleme ile Türkiye’nin içerisi ile dışarısı arasındaki mesafe çok daha açılmış durumda.

 

[1] İlgilenenlere Türkiye’de yabancıların çalışmasının yasak olduğu meslekler listesinin son hali: http://www.csgb.gov.tr/csgbPortal/yabancilar.portal?page=yasak_meslekler

[2] CNNTURK haberine göre Türkiye’de geçen yıl 127 ülkeden 11 bin 634 kişiye süreli, 29 kişiye süresiz çalışma izni verilmiş. http://www.cnnturk.com/2012/ekonomi/genel/02/01/turkiyeye.127.ulkeden.basvuru/647295.0/index.html

[3] Ermeniler zaten bir aylık vizeler ile Türkiye’ye giriyorlar. Her bir ayın sonunda Türkiye sınırları dışına çıkıp tekrar giriş yapmak, hem yol masrafları hem de işten alınacak izin durumu göz önüne alındığında, çok fazla kişinin yapabileceği bir şey değildi. Çoğunluk maalesef epeydir kâğıtsız halde yaşıyor.

[4] Çünkü mesela hâlihazırda kâğıtsız olanlara bir af getirilmesi gibi bir şey bahis konusu edilmiyor. Devlet beyaz bir sayfa açtı, herkesin de buna uymasını bekliyor.