Stefo Benlisoy –

Genel olarak Türkiye’deki iklim değişikliğine karşı mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Kopenhag sonrası bir strateji değişikliğine ihtiyaç var mı?
Türkiye’de iklim değişikliği olgusuna ilişkin sokaktaki insanın yeterince bilgisinin olduğunu söylemek oldukça güç. Elbette son dönemde ana akım medyada, gazetelerin arka sayfalarında kutup ayısı fotoğraflarına eşlik eden eriyen buz kütlelerine ilişkin kimi haberlerden söz edilebilir ama dünya ölçüsünde bir karşılaştırma yapıldığında iklim değişimine ilişkin kamuoyunda bilgi ve duyarlılığının oldukça düşük olduğunu görürüz.

Tüm bunlara rağmen son yıllarda iklim değişimine dikkatleri çekmek için belli kampanyalar ve eylemlilikler gerçekleştirildi. Elbette iklim krizi gibi devasa boyutları olan bir soruna dikkatleri çekmek açısından yapılan her eylemlilik anlamlı ve önemli. Fakat bu kampanya ve eylemlerin çoğunluğunun toplumsal muhalefetin başka kesim ve örgütlülüklerini bu sürece katma hususunda eksiklikleri bulunduğunu söylemek gerek. Diğer yandan da yine kampanya ve eylemliliklerin büyük çoğunluğunun politik ekseninin sorunun vehametine oranla yeterince radikal bir yerden kurgulanmadığını düşünüyorum. Şöyle açayım: Türkiye’de de dünyada olduğu gibi bazı çevreciler, çözüm için “teknolojinin hazır” olduğunu, yegâne sorunun politik irade eksikliği olduğunu vurgulamaktalar. Eylemlerde kullanılan “güneş, rüzgar bize yeter” sloganının kendisi, iklim başta olmak üzere mevcut ekolojik krizin sistemik yapısını görmezden gelme ve başta enerji alanında “ekolojik teknolojilerin” yaygınlaştırılmasıyla sorunun üstesinden gelmenin olası olduğu algısını yaratıyor ister istemez.

Küresel ısınmanın etkilerini sınırlandırmak için önümüzdeki on yıl içerisinde başta kömür olmak üzere fosil yakıtların kullanımını büyük ölçüde kısıtlayacak bir enerji devriminin yaşanması gerektiği tartışılmaz. Ancak bu türden bir enerji devrimini sadece teknik bir “inovasyon” meselesine indirgemek, üstelik böylesi bir dönüşümü egemen siyasetçilerin “doğru” tercihlerde bulunmasını sağlayacak bir baskı uygulayarak, piyasa mekanizmasını sorunsallaştırmayarak ve aşırı biçimde bireyselleşmiş ve yoğunlaşmış egemen tüketim biçimine halel getirmeden gerçekleşebileceği izlenimini yaratmak kanımca sorunlu bir yaklaşım. Yine de tüm bu eleştirilere rağmen etkisi sınırlı da olsa Türkiye’de bir iklim adaleti hareketinin oluşmaya başladığı ve tüm dünyada olduğu gibi burada da hareketin bütününün söyleminin giderek daha radikalleştiğini söylemek gerek sanırım.

Türkiye’de de bir İklim Adaleti Hareketi yaratmanın somut imkânları neler?


Türkiye iklim değişiminden en olumsuz etkilenecek coğrafyalardan birinde yer alıyor. Buna rağmen hükümetin soruna ne ölçüde duyarsız olduğunu Kopenhag zirvesinde otomobil lobileriyle kol kola bulunan Türkiye heyetinin hiçbir taahhütte bulunmaması yeterince anlatıyor zaten. Daha önce değinmeye çalıştığım gibi iklim krizinin etkileri çok sayıda alanda kendisini gösterecek, hatta halihazırda göstermeye başladı bile. Bugünkü halde bile tartıştığımız gıda, su krizlerinin iklim değişiminin yaratacağı iklim olaylarının istikrarsızlaşmasıyla ne duruma geleceğini bile düşünmek yeter. Ya da bugün bile göçmenler açısından daha iyi bir hayat arayışının güzergahında olan Türkiye’nin iklim krizinin etkilerinin artmasıyla iklim göçmenlerinin baskısıyla karşılaşacak olması.

Kopenhag zirvesi iklim adaleti hareketinin, ekolojik krize karşı mücadelenin salt kuzeyli bir kentli/orta sınıf hareketi olmadığını açık biçimde gösterdi. Türkiye’de de iklim adaleti hareketinin öznelerini bu krizden asıl olarak etkilenecek emekçiler, yoksullar, çiftçiler, kadınlar ve gençler oluşturmalı ve hareketin kendisi bu alanlara ulaşmanın önünü açacak bir yönelim benimsemeli. İklim adaleti hareketini,  konuyla ilgili ayrı kampanyalar ya da eylemler düzenleyen bir toplumsal muhalefet alanı olarak düşünmek de tek yönlü ve sınırlı bir yaklaşım olacaktır. Önemli olan iklim adaleti hareketinin çok değişik alanlarda halihazırda yaşanan mücadelelerle eklemlenmesi ve buralara kendi perspektifini taşıması.

Sosyalistler, Türkiye’de de iklim değişikliği ve diğer ekolojik sorunlar ile yerel çevreci halk hareketleri arasında daha fazla yer almaya başladılar. Geçmişe oranla ekolojik mücadeleler ile sosyalist hareket arasında daha yakın ve verimli bir ilişki kurulmaya başladı. Bu süreçte sizin de Ekososyalist Manifesto çağrısı üzerinden bir kampanyanız oldu.  Ekolojik sorunlara karşı mücadelede sosyalist hareketin geneline nasıl bir çağrınız var?

Ekolojik sorun ve mücadelelerin sosyalist hareket tarafından giderek daha fazla sorunsallaştırılması ve ilişki kurulması, elbette olumlu olarak değerlendirilmesi gereken bir gelişme. Ancak yine de kendini sosyalist olarak tanımlayan hareketlerin çoğunluğu açısından bu artan ilgi, siyasal ve ideolojik kurgularında ekolojik sorunlar ya da ekolojik krizin, periferik ya da başka bir tabirle ‘dışsal’ mesele ve talepler olarak algılanışını değiştirebilmiş değil. Sosyalist hareketin çoğunluğu, gerçek anlamda insani özgürleşmenin ancak insanın doğa üzerindeki tahakkümüne son verilmesiyle gerçekleşebileceğini, bu anlamda doğa üzerindeki tahakkümün son bulmasının sosyalist bir programın merkezi unsuru olması gerektiğini kavramış değil.

Ekoloji Kolektifi olarak Ekososyalist Manifesto ve Belem Ekososyalist Bildirgesi ile kendisini “deklare” eden ekososyalist hareketin görüşlerinin toplumsal muhalefetin değişik kesimleri içerisinde tanınmasına yönelik çalışmalarımız oldu. Bizim de içerisinde yer aldığımız ekososyalist hareket açısından içerisinde bulunduğumuz ekolojik krizin asli nedeni olan kapitalizmin ekolojik olarak yıkıcı ve sürdürülemez karakteri onun arızi ya da geçici bir özelliği değildir. Ekososyalistlere göre kapitalizmin ekoloji karşıtı niteliği değiştirilemez ve reforme edilemez. Bu nedenle ekososyalistlere göre ekolojik krizi, kapitalist sistemin bizatihi kendisini sorunsallaştırmayan, sorgulamayan bir anlayışla çözmek mümkün değil. Kapitalizmin ekolojik bunalımla bir şekilde baş edebileceği, onu yatıştırabileceği, ‘yeşil teknolojilerin’ artan kullanımıyla ‘sürdürülebilir’ bir rotaya sokulabileceği, hatta kapitalizmin tüketicilerin bilinçlenmesiyle adeta bir ‘yeşil kapitalizme’ dönüşebileceği yönündeki anlayışlar ekososyalistlere göre geçersizdir. Ekososyalistler için sermayenin tahakkümü, cinsiyetçilik/patriyarka ve ekolojik yıkım arasındaki içsel ilişkiyi anlamak, kapitalizm çerçevesindeki temel çelişkinin sermaye ile yaşam arasında olduğunu idrak etmek anlamına gelir.

Ekososyalizm, üretim araçlarının toplumun mülkiyetinde bulunduğu, her türlü üretim ve yatırım kararlarının demokratik, aşağıdan ve çoğulcu bir plan çerçevesinde belirlendiği, üretici güçlerin ekolojik rasyonellik çerçevesinde radikal biçimde yeniden yapılandırıldığı, ekosistemlerin onarılmasının temel toplumsal ilkelerden biri haline geldiği, kapitalizmin aksine kullanım değerinin değişim değeri üzerinde hakim olduğu ve bu anlamda doğanın içsel değerinin benimsendiği bir toplumu hedefler.

Sorunuzun son bölümüne gelecek olursak daha önce vurguladığım gibi programının ana unsuru olarak emek ve doğa sömürüsünün koşutluğunu ihtiva etmeyen sosyalist yaklaşımların önümüzdeki süreçte giderek daha ağır biçimde etkilerini yaşayacağımız ekolojik kriz karşısında söyleyecek sözlerinin çok sınırlı olacağını düşünüyorum. Sosyalist hareketin önümüzdeki süreçte iklim, gıda, su gibi ekolojik krizin tüm görünümlerine yönelik emekçiler/aşağıdakiler ve canlı yaşamı lehine müdahalelerde bulunması, talepler geliştirmesi ve inandırıcı bir seçenek olarak ortaya çıkabilmesi için sermayenin doğa üzerindeki tahakkümünü ilga edecek bir perspektif ve yönelime girmesini elzem olarak değerlendiriyorum.

(Stefo Benlisoy ile gerçekleştirilen ve sadece bir kısmına yer verdiğimiz bu röportaj Ekmek ve Özgürlük dergisinin Ocak sayısında yayımlandı)