Ilgın Özkaya Özlüer / Ekoloji Kolektifi

 

Billur menevişlerle örgülenen,

Bakir rüyalarımın yeşil vadisi.

…ve su seslerinden ürken,

-Saf ceylanların sesi.

Limon yapraklarından yükselen,

Mevsimin sıcak rahiyası.

Yorgun kuşların getirdiği

Yaz rüyası…
Edip Cansever
Yeryüzü bıçak sırtı bir döneme tanıklık ediyor. Önemli bir sapağın kenarından uçurumu seyreden halklara son çağrı ekososyalistlerden yükseliyor. Bu çağrının yükselmesine neden olan şartlara dair ise iki soru sorulabilir: bunlardan ilki yaşadığımızın çağın krizleri Magdoff’un deyimiyle ekolojik ve ekonomik krizlerin ikiz kardeşliği1 midir yoksa ekolojik krizin ekonomik krizi de kapsayarak ve aşarak aldığı tek bir kriz midir? İkinci soru ise Luxemburg’un ‘ya sosyalizm ya barbalık’ olarak işaret ettiği geleceği, ‘ya ekososyalizm ya barbalık’2 ayrımına getiren nedir? Bu sorular başka şekillerde yeniden üretilebilir ancak izini süreceğimiz konunun özünü, ekolojik krize ekolojist sosyalistlerin yaklaşımı ile sermaye, sanayi ve büyüme bağlantısı koparılmadan geliştirilebilir ekolojist sosyalist olanaklar oluşturuyor.
Bu izin peşinde çıkılacak yolculuk genel olarak ekolojik krize dair belirlemenin doğru yapılıp yapılamaması, ya sorunla yüzleşmemize ve sosyalist olanaklar üzerinde tartışmamıza neden olacak kapıyı aralıyor ya da Foster3 ve Bookchin4’in yaptığı gibi sorunun çeperlerinde ve öznelerin isimlerinin etrafında gezip durmamıza neden oluyor. İnsanların ekolojik kriz hakkında özensiz düşünmelerinin nedenleri üzerine tartışmalar5 bir yana, ekolojik krizin sorun odaklı ele alınıp, fosil yakıtlar yahut kirletici faaliyetlerle sınırlı bir algı içinde değerlendirilmesinin ya da teknolojinin kurtarıcılığına ertelenmiş soyutlama düzeyinden incelenmesinin ya da sorunun sanayileşme sorunu ile sınırlı olarak endüstrileşme ve şirketler özeline indirildiği bir mikro değerlendirmeyle sınırlandırılmasının sorunla yüzleşenler arasında en sık karşılaşılan yaklaşımlar olduğu belirlenmelidir.6 Bunlara karşı ileri sürülen ekososyalist yaklaşımın sorgulanması ise bu çalışmanın konusunu oluşturuyor.

1) Ekolojik Kriz: Emek ve Doğa Sömürüsü

Ekososyalizmin bu yaklaşımları tamamen dışladığı ileri sürülemez; aksine ekolojik krizin tüm bu yönlerini ele alan ve diğer yandan bu yönler arasındaki ilişkiyi en geniş düzeyde görebilme yetisiyle donanmış ve metodolojik yönteme sahip bir görüş olduğu belirtilebilir. Bu belirlemenin neticesinde de ekolojik krizin kapitalizmin krizi olduğu ve bu nedenle de aşılması yolunda öncelikli hesaplaşmanın kapitalizm ve onun araçları ile yapılması gerektiğini ileri sürer.7 Bu nedenle de ekososyalizmin belirleyici özelliklerini kapitalizmin iki temel ayağı karşısında geliştirilen devrimci bir toplumsal ve ekonomik ilişkiler modelinin yaşam pratiklerinin belirleyeceği söylenebilir.

Kapitalizmin iki temel ayağı olarak kastedilenlerden “ilki, üretim araçlarının mülkiyetinin burjuva sınıfının elinde olması ve toplumun üretim araçlarından yoksun kalması nedeniyle emek gücünü piyasada satmak zorunda bırakıldığı bir yaşam düzeyine mahkûm bırakılmasıdır.”8 Diğer bir deyişle, çalışma etkinliğinin bir yaşar kalır şartı olarak zorunluluk alanına dönüştürülmesidir.9 Piyasada satın alınan iş gücü kendini yenileyecek çalışma zamanı dışında daha çok çalışmaya zorlanarak, artı çalışma zamanında üretilen ürüne sermayedar tarafından el konulur ve sürekli artı değer elde etme arayışındaki sermayenin büyümesi devam eder. Bu süreç sermayeyi kişilerin üzerinde ve onlardan bağımsız ve diğer yandan da onlara egemen bir güç olarak yarattığı10 için “insan yalnız bir işgücü haline getirilir ve hesaplanabilir, denetlenebilir bir makine haline getirilir.”11

Kapitalizmin ikinci ayağını ise, tıpkı emek gibi doğanın da araçsallaştırıldığı bir üretim sürecini kapsaması oluşturur.12 Toplumsal zenginliğin bileşeni olarak doğa da hammadde ve kaynak olarak ele alınarak üretimin bir girdisine indirgenir.13

Toplumun maddi zenginliği emek ve doğa olmasına karşın; kapitalizm, emek gücünü iş gücü, doğayı da hammadde ve kaynak olarak ele alarak sermaye birikimini ve büyümesini gerçekleştirir. Her defasında el koyduğu zenginliği, yani emeği ve doğayı ençoklayarak büyür.14 Kapitalizmin “ya büyü ya öl” ilkesinin mantığı da burada yatar.15 Büyüme artık nüfusun piyasa koşullarında sefalete mahkûm edilmesiyle çalışanların işsiz kalma korkusu altında her defasında daha düşük ücretle ve daha kötü yaşam koşullarını kabul ederek16 çalışmaları ve doğayı hammadde deposu ve kaynak olarak daha ucuza mal etme arayışı ile mümkündür. Buna karşın sermaye doğanın kendi varlık koşullarını yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıracak şekilde tüketerek kendi varlık koşullarını da zorlamaktadır.17
Sonuç olarak, doğa varlıklarının doğal kaynak haline getirilmesi süreci ile emeğin işçileştirilmesi kaçınılmaz bir birlik içinde ilerler. Bu birliğin kendisi ise ekososyalistler için ekolojik krizin ta kendisidir.
Ekolojik krizin anlamı bu şekilde belirlendikten sonra, ekososyalistlerin geliştirdiği devrimci yaşam idealinin iki ayağının belirginleştiği söylenebilir. Bunlardan ilki, insanın doğa ile kurduğu ilişkinin yeniden tarifi çerçevesinde doğanın ve emeğin özgürleştirilmesi18 ve bunun diyalektik içinde değerlendirilebilmesi; ikincisi ise sermayenin kâr olarak el koyduğu emeğin yarattığı artı değer ve üretim araçları üzerinde var olan mülkiyetin kaldırılması ve sosyalizm deneyimlerini aşma hedefi içinde kalkınmacı ideoloji ile mesafenin korunmasıdır.19

Marx’a göre “insanın doğa içindeki konumu asla tatminkâr biçimde çözülemeyecek sorunlardan birisidir çünkü apaçık ki insanlar hem doğanın bir parçasıdır hem de değildir. Yaşamları metabolizmanın sürekliliğine bağlı olan fiziki dünyaya mündemiç yaratıklar olarak doğanın bir parçasıyız; ama kendi türümüzün faaliyeti yani insan doğamız doğayı dönüştürmeye bağlı olduğu ölçüde de doğanın parçası değiliz”.20 Ekososyalistler açısından da insanın doğa ile kurduğu ilişkinin21 Marx’ın insanın biyolojik ve toplumsal bedenine dair yaptığı değerlendirmeler kapsamında ele alındığı söylenebilir.
İnsanlar canlı bir varlık olarak metabolizmanın sürekliliğine bağlı fiziki bir dünyaya bağlıdırlar. Diğer bir deyişle, organik bir varlık olarak insan diğer tüm canlılar gibi doğanın bir parçasıdır. Ancak diğer yandan insan emeği dolayımı ile doğayı değiştiren dönüştüren bir varlık olarak toplumsal bir bedene de sahiptir ve bu nedenle de doğanın parçası değildir. Bu diyalektik içinde insanın doğaya içkinliği ya da doğal olarak verili olandan onları dönüştürme sürecinde kendisini ayırma yeteneğini değerli bulup bulunmamasına göre insan olası ara konumlar içindedir.22 Kısaca doğayı nasıl tanımladığımız ve çerçevesini nasıl çizdiğimiz, insanın doğanın dışında ya da içinde gördüğümüz durumları değiştirir. Bu ışıkta Kovel Marx’ı insan merkezci olarak görmenin onun sermayenin dayatmaları nedeniyle insanın doğadan yabancılaştığına ilişkin yorumunu görmemek anlamına geldiğini söyler. Diğer yandan bu durum emek sürecinden yabancılaşan insanı yorumlarken diyalektik ilişkiyi görememek anlamına da gelir. Buna göre, emeğin yabancılaşması, insanın emek ürününden emek sürecinden insan doğasından ve diğer insanlardan yabancılaşmasını getirirken doğanın da insandan yabancılaşarak soyut ölü emeğe dayalı bir üretim rejiminin sermayenin egemenliği altında yabancılaştığı anlamına gelecektir. Bu açıklamalar ışığında, ekososyalizmin insanın doğayla kurduğu ilişkiye ilişkin bu belirlemesinin doğayı emeği yoluyla dönüştüren ve değiştiren insanın biyolojik olarak parçası olduğu doğa gibi dönüşüp değişmesinin ve doğanın kendisini de bu yolla yeniden üretmesinin yolunu bulduğunu gösterir. Buna göre, insanı doğadan yabancılaştıran sermayenin yıkılması insanın emeği ile ve en geniş anlamda üretim süreci ile kurduğu ilişkinin yeniden tarif edilebilmesini sağlayacaktır.23
Konunun diğer bir yanı da, emeğin özgürleşmesidir. Emeğini satarak yaşamak zorunda bırakılan insan emeğine ve üretim sürecine yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılması, insanın çalışma sürecini bir zorunluluk alanından çıkarmak üzere artı değer üzerinde sermaye egemenliğinin kaldırılmasıdır. Aksi halde artı değere egemen olan sermaye sınıfının aynı zamanda siyasal iktidara yani üretimin yönlendirilmesine de egemen olması, yöneten ve üretim ayrımının derinleşmesine ve üreticinin ürettiğine yabancılaşmasına neden olmaktadır. Ancak geçtiğimiz asrın sosyalist deneyimlerin gösterdiği gibi sorun sadece artı değer üzerindeki egemenliğin devletleştirilmesi değildir. Çünkü üretim araçları üzerindeki egemenlik kaldırılmadan insanın makinenin bir parçası haline gelmesine neden olan yabancılaşması devam edecektir. Ekososyalizmin temel özelliklerinden biri ise bu noktada belirir.24
Ekososyalistlere göre, üretici güçlerin özgürce bir araya gelmesinin sağlanması gereklidir. Buna göre, bu birlik özgür bir birliktir; bu nedenle de üretim araçlarını herkesin erişebileceği hale getirecek şekilde her tür mülkiyet ilişkisinden kurtarmak gereklidir. Diğer yandan yaratılacak örgütlülüğün birlik olması gereklidir.25 Üreticilerden oluşan birlik ekonomik veriler ışığında değil, insani doğayı öne çıkararak kolektif üretim sürecine sahip olmalıdır. Ancak bunun sağlanabilmesi demokratik özyönetimci, enternasyonal bir ekolojik sosyalizm ile mümkündür. “Mübadele değerini yok etmek amacı taşıyan ekososyalizm de üretimi emeği özgürleştirerek, üretimi hayatın her anına yayan, iş saati disiplininin yarattığı kısıtlayıcılığı kırarak fiili çalışma zamanı dışındaki sürenin de insanın yeniden üretimini sağlayacak bir üretim olduğu bir yaşamı uluslararası alanda gerçekleşmesi amaçlanır.”26 Böyle bir toplumda çocuk yetiştirmek, yemek yapmak, keman çalmak, fabrikada somun sıkma ya da ameliyat yapmakla ve teknikle ilgilenmekle aynı üretim değerine sahip olacaktır.27
2) Ekososyalist Mücadelenin Güncel Sorunları

Emek ve Doğa Ekseni

Ekolojik kriz karşıtı mücadelenin emek ve doğa sömürüsü ekseninde kavranılmasını esas alan ekolojist bir sosyalizm algısı ile mevcut ekolojik kriz eleştirileri arasındaki açı ve bu eleştiriler arasındaki ideolojik hegemonya mücadelesi ekososyalistlerin güncel politik, örgütsel sorunlarının şekillenmesinde temel belirleyici konumundadır.

Ekolojik krizi doğanın fiziksel sınırları ve kapitalizmin maliyetleri sorununa indirgeyen kimi sosyalist bakış açıları bu anlamda ekolojik krizin tarihsel karakterlerini açığa çıkartma konusunda yaşadıkları sorunla beraber, doğanın sömürüsü karşısında yürütülen mücadeleleri emek mücadelesinin bileşeni olarak görmek yerine, bu mücadeleleri bir tür çevreci-köylü mücadeleleri olarak görme eğilimindedir.28 Bu bağlamda da ekolojik kriz karşıtı mücadelenin kır ve kentte yürüyen biçimlerini emek ve sınıf eksenli bir tarzda anlamlandırmak yerine, bu bakış açısı, toplumsal hareketçilikle malul bir çizgiye mahkum düzeyden sorunların kavramsallaştırılması düzeyine gerilemektedir. Bu bağlamda da toplumsal hareketçilik ekseninde ekolojik kriz karşıtı mücadele, salt termik santrallere, nükleere, genetiği değiştirilmiş organizmalara, suların ticarileştirilmesine, iklim değişikliğine vb. karşı yürütülen mücadeleler olarak kodlanmaktadır. Dolayımlama düzeyi su, toprak, hava ekseninde kurgulandığı zaman da ekolojik kriz karşıtı mücadele, ezilen ve sömürülen sınıflara dışsal bir mücadele alanı olarak yeniden üretilmektedir.

Oysa ki emeğin gerçek özgürleşmesi ve özyönetime dayalı bir toplumsallaşma projesi açısından, emek mücadelesi, sadece emek gücünün iş gücüne indirgenmesine yönelik bir mücadele olarak ele alındığında bile, emeğin özgürleşmesinin kendi maddi varlık koşullarını yeniden üretecek, özgürleştirecek koşullara sahip olması ile bu anlamda da doğanın sömürüsünün ortadan kaldırılması ile mümkün olacağı anlaşılabilir. Emeğin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli olan nitelikli hava, toprak, su yaşamın maddi varlık koşullarıdır. Bu varlıklarla birlikte ancak emekçiler özgürleşebilirse, iş ve mekân arasındaki parçalanmanın, yabancılaşmanın önüne geçilebilir. Bu koşullarda, emeğin ürünleri kendi dışında, emeğe tahakküm kuran araçlar olmaktan çıkıp, doğayla giderek daha uyumlu bir toplumsal üretim tarzının olanaklarına yönelik yönelim sergilenebilir.

Bu anlamda da Tuzla’da direnen işçilerin mücadelesi, Novamed grevi, Zonguldak maden işçilerinin büyük yürüyüşü bu ekolojik kriz algısı ekseninde değerlendirildiğinde basit bir biçimde ücret ve işçilerin iyi yaşam koşullarına sahip olması mücadelesi değildir. Bu mücadeleler aynı zamanda doğanın da özgürleşmesi mücadelesidir. Ancak tüm hak mücadelelerinin ve/veya sınıfsal mücadelelerin doğanın ve emeğin özgürleşmesi mücadelesi olduğunu söylemek mümkün değildir. Fakat ekososyalistlerin ekolojik kriz karşıtı emek mücadelesinin, emeğin ve doğanın özgürleşmesi mücadelesi olarak verilmesi gerekliliği yönündeki iddiasını bu açıdan iyi değerlendirmek gerekir.

Emeğin ve doğanın gerçek anlamda kendi varlık koşullarına sahip olması, kapitalizmden kopması için, bu iki eksenin tüm mücadele alanlarına içkin tarzlarının geliştirilmesi zorunluluğu ile karşı karşıya olduğumuzu görmek gerekmektedir. Gerek işçi sınıfının klasik örgütlenmeleri sendikalarda, gerekse de enformel örgütlenme zeminlerinde sadece iş güvencesi, ücret, çalışma yaşamının iyileştirilmesi temelinde yürüyecek mücadelelerde, işçilerin ücretlerine yapılacak zam karşılığında, doğanın giderek daha fazla yok edilmesine yol açacak politikaların bu zeminlerdeki mücadele örgütleri tarafından da reddedilmesi gerekmektedir. Bunun açığa çıkabilmesi için de emeğin gerçek anlamda kendi kullanım değerine ve bütünlüğüne ancak doğanın özgürleşmesi, sömürüden kurtulması ile ulaşılabileceği, ekolojik krizin emek ve doğayı çift yönlü bir sömürü sürecine tabi tuttuğu ve kapitalizmden tarihsel olarak kopulabilmesi için de bu iki sömürü düzenin aşacak bir toplumsallaşma tarzının yaratılması ufkuna sahip olmak gerekir. Yoksa kırda ve kentte gelişen kapitalizm karşıtı mücadeleleri anlamlandırırken, bu mücadeleleri birbirleriyle harmanlamaya çalışırken sadece teorik değil, politik sorunlarla da karşı karşıya kalmak mümkündür. Bu sorunlardan birincisi, emek mücadelesinin parçalanması, fabrikaya sıkıştırılması, işsi sınıfının toplumsal tabanın daraltılması sorunudur. İkinci sorun ise, emek mücadelesinin değişik görünümlerinin birbirleri ile ortak hareket zeminlerinin yaratılamaması olacaktır.

Buradan hareketle de kır ve kent arasındaki kapitalist işbölümüne dayalı çelişkilerin, ekolojik krizin bir görünümü olarak kavranması da gerekmektedir. Kapitalizm sadece kent yaşamını sömürgeleştirmekle kalmamış aynı zamanda, kır yaşamını da kapitalistleştirmiştir. Bugün sermaye, toprak üzerinde mülkiyeti ele geçirmeden, temel üretim araçlarının-tohumun, suyun, havanın- mülkiyetini ele geçirerek kır yaşamını da kapitalistleştirmektedir. Kent yaşamının, kırı sömürüsü bugün giderek derinleşmiş ve bu anlamda da kır ve kent çelişkisi, kentin kırı sömürüsü tarzını aşmıştır.

Kırda kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni üretim tarzı kenti sömürürken, gıdaya, temiz suya, havaya ulaşma olanaklarını yitiren kent emekçilerini kırsalda geliştirilen kapitalist sistem yok ederken, sanayileşmeye dayalı kalkınma politikaları, yoğun enerji tüketimine dayalı tüketim alışkanlıkları, askeri savaş stratejilerine dayalı kentsel büyüme stratejileri, kentlerin plastik, ağır kimya sanayinin atıkları, kır emekçisinin yaşam alanlarını giderek daraltmakta; tüm bunların sonucunda karşılıklı ve fakat giderek daha derinleşen kapitalist işbölümüne dayalı bir sömürü süreci yaratılmaktadır. Dolayısıyla kır ve kentin sömürgeleştirilmesi kapitalizmin en kapsamlı krizi olan ekolojik krizin yani emek ve doğa sömürüsünün görünüm alanlarından biridir. Bu anlamda da kapitalizm karşıtı bir mücadelenin, ekososyalist bir toplumsal projenin bu eksenden hareketle bu zeminlerde yürütülen emek mücadelelerini birbirleriyle harmanlama sorumluluğu vardır. Buna göre kırsalın sömürgeleştirilmesine karşı mücadele de ne çevre ne de köylü mücadelesi olarak kavranabilir. Bu bakış açısından söylediğimiz gibi bu mücadeleler emek mücadelesi olarak örgütlenmesi gereken, ekolojik kriz karşıtı mücadelelerdir.
Milliyetçiliğe Karşı Enternasyonal Mücadele
Ekolojik krizi çevrenin tahribatı düzeyinde kavramsallaştıran eğilimler, sosyalist solun içerisine geleneksel ekoloji ve yeşil hareketlerin politik analizleri ile girmiştir. Sosyalist solun, çevrenin tahribatı konusunda kapitalizmi sorumlu tutmasına yönelik açılımında Marksizmin kaba yorumlarına atıfta bulunmasına bakarak, bu yaklaşımı, yeşil söylemlerden ayrıştırmak da oldukça zor olmaktadır. Bu anlamda da derin ekoloji yaklaşımlarından yeşil politika söylemlerine, oradan sosyalist solun kapitalizmin çevre tahribatı olarak gördüğü ekolojik kriz algısına kadar geniş bir skala içinde, ekolojik kriz analizi emek ve doğa sömürüsü olarak kavramsallaştırılmaz. Bu nedenle de doğanın sömürüsüne karşı yürütülen mücadelelerin kolayca mikro milliyetçi ve veya ulusalcı-milliyetçi bir çizgiye kayma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu görmemiz gerekir. Türkiye’de son yıllarda hidroelektrik santrallere, siyanürlü altına karşı mücadeleler içinde milliyetçi ve mikro milliyetçi söylemlerin hâkimiyetinin yükseldiğini izlemek mümkündür. Kapitalizmin yıkıcılığının en ücra köşelere kadar girmesi karşısında ortaya dökülen reflekslerin örgütlenmesi sürecinde, bu yıkıcılığın sorumlusunun kapitalist sömürü tarzı olduğunun bilince çıkartılmaması, bu zeminin politik biçimlerinin inşa edilmemesi, kapitalist yıkıcılığın doğa ile birlikte emeği de yok ettiğinin politik olarak inşa edilmemesi milliyetçiliğin farklı biçimlerinin yeşermesine olanak sağlamaktadır.

Kapitalist sömürü biçiminin emeği işgücüne çevirerek tek tipleştirmesi ile birlikte, doğayı ve halkları da devlet dolayımı ile tektipleştirmeye yönelik bir mekanizmayı işlettiği görünür hale gelmediğinde, kapitalist yıkıcılığın belli kültürel formları yok etmeye yönelik bir otoriter yönelim olduğu algısı doğmaya başlar. Oysaki bu devletin otoriter karakterinin doğrudan sonucu değil, sermayenin yıkıcılığının, halkları ve doğayı tek tipleştirmeye yönelik eğiliminin bir sonucudur. Devlet, bu sürecin yeniden üretilmesinin maddi koşullarını ise egemen sınıflar lehine üretmektedir. Oysaki baraj karşıtı hareketlerin yoğunlaştığı Karadeniz ve Doğu illerinde, barajların devlet tarafından Laz ve Kürt kültürünü yok etmeye yönelik bir politik eğiliminin sonucu olduğuna yönelik bir eksen çizilmeye çalışılmaktadır. Bu kültürelci form, aynı zamanda mikro düzeyde bir hemşericilik kültürü üzerinden sermayenin yıkıcılığı karşısında toplumsal mücadele biçimleri geliştirmeyi denemektedir. Bu mikro ve yerelci mücadele formlarınınsa dünya üzerinde hakimiyetini sürdüren liberal küresel söylemle örtüşmesi ve eklemlenmesi de daha kolay olmaktadır.

Ancak bu eklemlenme kendi kültürel formuna ait olmayanı dışlayan, bu anlamda da tektipleşmeyi ve yabancılaşmayı yeniden üreten, kendi varlığını diğer varlıkların üzerinde gören bir varlık algısına ve politikaya olanak sağlamaktadır. Aynı zamanda bu söylem, folklorik öğelerle genişleme ve halklaşma eğilimi de gösterdiğinden, geniş kitleler tarafından kabul görmektedir. Milliyetçiliğin hakimiyetindeki bu tarz, mücadele zeminlerindeki kitlelerin, ekolojik krizin diğer mağdurları ile bir araya gelmesine olanak tanımadığı gibi, kapitalist sömürünün yarattığı yalnızlaştırma, tek tipleştirme süreçlerini de yeniden üretmektedir. Bu kültürel milliyetçiliğin hakimiyetinde yürüyen mücadele biçimleri aynı zamanda memleketçiliği ya da etnisite aidiyetini tek odak olarak esas aldığında, emek sömürüsünü görünmez kılmakla kalmaz aynı zamanda, korporatif bir örgütlenmenin de yolunu açar. Kapitalizmin halkları tek tipleştirmeye yönelik yeniden üretim süreçlerine karşı mücadele gerçekleştiğinde ancak, ezilenlerin ekolojik krize karşı birlikte hareket zeminleri geliştirilebilir. Bu anlamda da, milliyetçiliğin varacağı en nihai noktanın kapitalist sömürünün yeniden üretilmesi olacağını görmek gerekir.

Ekolojik krizle mücadeleden emek sömürüsü dışlandığında, emeğin ve doğanın özgürleşmesi esas alınmadığında, bu anlamda kapitalizm açık ve net bir biçimde sorunun kaynağı olarak görülmediğinde, halkların farklılık içinde birliğini esas alan bir toplumsal projenin gerçekleşme olanağı, kültürel çeşitliliğin korunmasını sağlamak da mümkün olamayacaktır. Büyük enerji projelerinin yoğunlaştığını coğrafya olmak üzere yıllardır süren Kürt sorununun bu eksende karakterize edilmesi gerekmektedir. Kürt halkının zenginliğini koruması, hem doğanın hem de emeğin özgürleşmesine dayalı bir politik mücadele olarak geliştirilebilirse, Ortadoğu’da büyütülen ekolojik krizin aşılması, halkların barış ve eşitlik temelinde yeniden harmanlanmasının önü açılabilir. Bu eksen aynı zamanda enternasyonel bir emekçiler mücadelesinin de zorunluluğunu ortaya koymaktadır.

Yirmi birinci yüzyılın, ekolojist bir eleştiri ekseninde ve barbarlık toplumu karşısında özyönetime dayalı ortak üreticiler toplumuna yönelmesi için, emek ve doğa sömürüsünün ortadan kaldırması gereklidir. Bu doğrultuda, kırda ve kentte gelişen toplumsal mücadeleler emeğin ekoloji mücadelesi olarak örgütlenmelidir. Bu mücadelenin kapitalizmi aşmaya ufkunu koymuş toplumsal bir pratik olarak kendinin gerçekleştirebilmesi için hem politik hem de ideolojik düzeyde yürütülen kapsamlı bir siyasallaşma süreci ile başarılacağı bilinmelidir. Bu siyasallaşma süreci bir yandan liberalizmin iki yönlü etkisi ile ürettiği toplumsal hareketçilikle malul siyasal algı düzeylerini aşmak ve ekolojik kriz karşıtı mücadeleleri emek mücadelesi haline dönüştürmek için çabalamalı; diğer yandan da kültürelci bir milliyetçiliği perçinleyen liberal-muhafazakar politik eksenlere karşı kapsamlı bir siyasal hat örgütlemelidir.

Bugün ekososyalist teorinin, pratik bir kuruluş süreci içinde olduğunu da görmek gerekmektedir. Dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkan bu siyasal eğilim enternasyonal bir politikleşme sürecinde, kendi ülkelerinin özgün sorunlarına yanıt üretme sorumluluğu altındadır. Bu sorumluluk Türkiye özelinde düşünüldüğünde, tek tipleştirmeye dayalı kapitalist yıkıcılığın, halkların kardeşleşme sürecinin önündeki en önemli engel olduğunu ve emeğin ve doğanın özgürleşmesinin kapitalizm koşullarında mümkün olmadığını ısrarla vurgulama sorumluluğu ekososyalist mücadelenin önünde durmaktadır. Politik iklimin liberal ve muhafazakar bir gericilikle malul olduğu mevcut koşullarda, milliyetçiliğe karşı enternasyonal bir emek mücadelesi, kapitalizmin ötesini görmek ve ekolojik bir gelecek için zorunluluktur.
1 Yazarın aynı isimle yayımlanmış makalesi için bknz: Fred Magdoff, “Kapitalizmin İkiz Krizleri: Ekonomik ve Çevresel Krizler”, Monthly Review, S. 10, Kalkedon Yayınları, Ekim 2006, s.68-74.

2 Ekososyalist düşünürler Joel Kovel, Michael Löwy ve Ian Angus tarafından 2008 yılında çerçevesi belirlenip, dünya ekososyalistlerince kolektif olarak geliştirilen ve 27 Ocak–2 Şubat 2009 tarihleri arasında Brezilya’nın Amazon bölgesindeki Belem kentinde Dünya Sosyal Forumu’na paralel olarak yapılan Ekososyalist Forumda yayımlanan Ekososyalistlerin Belem Bildirgesi de aynı çağrı ile başlamaktadır. Bkz: ‘Belem Ekososyalist Bildirgesi’, Ekoloji Kolektifi Bülteni, s.3 Barbarlığa Karşı Ekososyalist Forum Özel Eki, 2008.

3 John Bellamy Foster’ın ekolojik krize ilişkin değerlendirmeleri, çevre- merkez ilişkisi içinde erken kapitalistleşme gösteren merkezin, geç kapitalistleşme gösteren çevrenin hammadde ve işgücünü sömürmesi üzerine yükselmektedir. Foster, bir yanıyla tarihsel materyalizm ve Marksist görüş ekseninde ekolojik krizi anlamaya çalışan bir yazar olmasına karşın, merkez-çevre ilişkisi düzeyinden ekolojik krize yaklaşımı, kendi kurmaya çalıştığı teorik Marksist eksenden de uzaklaşmasına neden olmaktadır. Çünkü merkez ülkelerin, çevre ülkelerin doğa ve emek güçlerini sömürmesine dayalı bir siyasal teori, son kertede çevre ülkeler açısından emperyalizmi dışsal bir olgu haline getirmektedir. Diğer yandan bu ülkelerde ortaya çıkan sermaye güçleri ve bürokratik çıkar gruplarının ise bu doğrultuda birer yerli işbirlikçi olarak okunmasına neden olmaktadır. Oysa çevre olarak tanımlanan bu ülkelerde de burjuva sınıfı ortaya çıkmış, bu sınıf emperyalist siyasal ve ekonomik sistemle dolayımlanmış bir karakterde içsel bir olgu olarak varlığını tarih sahnesine koymuştur. Bu nedenle de ekolojik krize karşı bu ülkelerde verilecek mücadeleler salt merkez ve yabacı kapitalist odaklara karşı bir mücadele değildir. Foster’ın analiz düzeyinden düşündüğümüzde ise ‘çevre ülkelerde’ ortaya çıkan emperyalist bloğu, merkez ve çevre ilişkisi içinde teorik açıdan bir yere konumlandırmak mümkün olmamaktadır. Bu analiz düzeyindeki teorik açmaz ve gerilim diğer yandan da ekolojik krizin uluslararası bir nitelik kazandığı günümüzde, devletler sistemini-ulusal devletler sistemini- esas alan ve özünde de sınıfsal çelişkileri ıskalayan bir savrulmaya da neden olabilmektedir. Diğer bir anlatımla, finansal kapitalizme ilişkin değerlendirmeler açısından çevre-merkez analizinin sermaye milliyetsizliği karşısında geçerliliğinin tartışmalıdır. Bu nedenle de –örneğin Türkiye’de – ekolojik krizi ‘dış mihrakların’ emperyalist oyunlarından ibaret görmenin yetersiz olduğu maden karşıtı mücadelede olduğu gibi pek çok deneyimle sınanmıştır.

4 Murray Bookchin, doğayı tahakküm altına alma düşüncesinin insanın insana tahakkümünden kaynaklandığını ve ekolojik bunalımların kökenindeki nedenleri ortadan kaldırmak için “ekoloji hareketinin, bütün yönleriyle tahakküm sorununu kucaklaması” gerektiğini ve ancak bu engellendiğinde ekolojik bunalımlara çözüm getirilebileceğini söyler. Ona göre, zamanla toplumsal tahakkümle birlikte ortaya çıkan hiyerarşiler, sınıfların, mülkiyetin ve devlet kurumlarının kavramsal planda insanın doğa ile ilişkisine de aktarılır; insanın toplumsal aracılığıyla kurduğu hiyerarşik yapılanma insanın doğa algısını da etkiler. Bu nedenle O’na göre öncelikle çözülmesi gereken sorun ‘tahakküm’ sorunudur.

Ancak, doğayı tahakküm altına almak için insanın insana tahakkümünün zorunlu olduğunu kabul etmek, sınıflı devleti, hiyerarşileri, devleti ve kapitalizmi meşrulaştırmaya yarayacaktır. Diğer yandan bütün hiyerarşileri mahkûm ederek hangisinin en kötü olduğuna ya da onlara karşı mücadelemizi nereden başlatacağımız konusunda bir hedef belirtmeyen Bookchin’in (Plumwood’un deyişiyle) “tarihsel indirgeme tezi” , insanın doğa üzerindeki tahakkümünü engellemenin yolunun insanın insan üzerindeki tahakkümünü kaldırmak olduğu söyleyerek hedef belirtilmiş ancak yöntemsel olarak da somut öneriler getirilmemiştir. Ayrıca hiyerarşi ve tahakkümü derinleştirmesi açısından (dolaylı olarak) bir kapitalizm ve sınıflı devlet eleştirisi getiren Toplumsal Ekoloji için Kovel’in eleştirisi oldukça yerindedir : “genelde antikapitalist olduklarını iddia ederler, ama kapitalizm emek üzerindeki tahakkümde yatan köklerini analiz etmezler. Keza, devlet içinde yer etmiş tahakkümün üstesinden gelinmesi gerektiği konusu üzerinde dururlar ama (korkarım sırf Marksizm’e düşman oldukları için) devletin ana işlevinin sınıf sistemini güvence altına almak olduğunu; aslında bu iki yapının, sınıf ile devletin, birbiriyle mutlak bir bağımlılık içinde olduğunu, dolayısıyla biri olmadan diğerine atıfta bulunulamayacağını görmezden gelirler.” Joel Kovel, Doğanın Düşmanı, Kapitalizmin Sonu Mu Dünyanın Sonu Mu?, Metis, 2005, s. 230-231

5 Bununla ilgili olarak eleştiriler için bkz:, Kovel, Doğanın Düşmanı, s. 31-49.

6 ‘Ekososyalist Michael Löwy ile Söyleşi’, Röportaj: Metin Yeğin ve Çiğdem Çıdamlı, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=15371, (Bu söyleşi 11 Şubat Pazartesi günü Hayat TV’de yayınlanan Dünyanın Sokakları programı için gerçekleştirildi. )

7 Stefo Benlisoy, “İklim Krizinden Kaçınmak Hala Mümkün mü?” , Mesele Kitap Dergisi, sayı 29, Mayıs 2009, s. 49.

8 Fevzi Özlüer, “Bütün Mümkünlerin Kıyısındayız Ekososyalist Bir Kır Kent Hareketine Doğru”, Planlama, TMMOB Şehir Plancıları Odası Yayını, Y. 2008/1-2, S.42, 2009, s.40

9 Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, çeviri: Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu, Olcay Göçmen, Şükrü Alpagut, 2. Baskı, Yordam Kitap, İstanbul, Haziran 2008, s. 27–28.

10 Rudolf Bahro, “Ekolojik Bunalım ve Sosyalist Düşünce” , Yeşiller ve Sosyalizm, Editör: Tanıl Bora,, İletişim, İstanbul, s.124.

11 Özlüer, agm., s. 41

12 Özlüer, agm., s. 41.

13 Paul Burkett, Marx ve Doğa, Çeviren: Ercüment Özkaya, Epos, Ankara, 2004, s. 83- 87.

14 Özlüer, agm., s. 41.

15 “ Kovel’e göre doğaya karşı egosal tutumların artması kapitalizmin yapısında vardır. Çevre kirliliğini, kaynak tüketimini ve gereksiz enerji azaltmayı amaçlayan her program, kapitalizmin kanı canı olan kârı azaltacaktır. Sonuçta sermaye büyümek veya ölmek, diğer bir deyişle dünyanın yaşamını yok etmek zorundadır.” Doğan Bıçkın, “Batı Düşüncesi, Liberal Kapitalizm ve Çevre”, Akdeniz İ.İ.B.F.Dergisi, sayı 2, 2001, s. 36.

16 “İşçilerin kendilerini öldürürcesine çalışma ve yokluk içinde sürünerek yaşama gibi çılgınlığı karşısında, kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici bulmak ve onların gücünü iki katına çıkarmak değil, tüketici bulmak, isteklerini kamçılamak ve onlarda sahte gereksinimler yaratmaktır.” Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, çeviren: Vedat Günyol, 7. Baskı, Telos, s. 44.

17 Özlüer, agm., s. 41.

18 Emeğin özgürleşmesine ilişkin olarak bkz: “ Marx bunu şu şekilde anlatmaktadır: Emek sadece bir yaşama aracı olmaktan çıkmış, gönüllü bir etkinlik halini almıştır. Sosyalizme geçen bir toplumda, kişiyi şu ya da bu şekilde çalışmaya teşvik etmenin, zorlamanın gereği olmayacaktır. Çünkü bu aşamada insanların topluma hizmetten, toplumun gelişmesinde paylarının bulunmasından başka bir istekleri kalmayacaktır. Bu düşünce şekli ütopik midir? Hayır.” Emile Burns, Marksizm Nedir? çeviren: Mehmet Dikmen, Yordam, Ocak 2009, s. 88.

19 “Yani ekososyalizm ima ettiği her şeyle ekosantrik değerleri takip eden özgürce birleşmiş üreticiler anlamına gelir.” Joel Jovel’le Söyleşi: Ekolojik Krizin Nedeni Kapitalizmin Ahlaksızlığıdır, Röportaj: Stefo Benlisoy, Mesele Kitap Dergisi, sayı 20, Ağustos 2008, s.30.

20 Joel Kovel, “Ekolojik Bir Marksizm Hakkında Düşünceler”, çeviri: Harun Özkan, Praksis, sayı 13, s. 98.

21 Konuyla ilgili olarak bkz: Yusuf Pustu, “Ekolojik Sorunların Kökeni: Bilimsel Devrim”, Karınca, Türk Kooperatifçilik Kurumu Yayını, sayı 837, Eylül 2006, s. 13-18.

22 Kovel, “Ekolojik Bir Marksizm Hakkında Düşünceler”, s. 14.

23 İbid, s. 99–100. Konuyla ilgili olarak bkz: “ Toplum ile doğayı birbirinden ayrı düşünmek, reformistlerin yaptığı gibi birini diğerine feda etmekten daha az tehlikeli değildir. Bu ikili ve indirgemeci yaklaşım yerine bütünlükçü, devingen ve birikimsel bir düşünce tarzına gereksinim vardır. İnsanın doğadan ayrı olmadığını ve kendisinin ve kazanımlarının doğanın ürünü olduğunun farkında olmalıyız ve doğanın bize verdiği güç ile kendimizi ve doğayı yok etme durumuna geldiğimizi görmeliyiz. Ancak yıkıcı olan bu gücün aynı zamanda onarıcı ve yapıcı potansiyeli de olduğunun farkına varmalı ve çözümü yine insanlığın doğasında aramalıyız.” Haluk Bilgin, “Ekofaşizm”, Planlama, S.1, 2003, s 17.

24 “Michael Löwy’yle Söyleşi: Yıkıcı İlerleme Karşısında Medeniyet Değişimi”, Röportaj: Uraz Aydın, Stefo Benlisoy, Mesele Kitap Dergisi, sayı 15, Mart 2008, s.45.

25 Kovel, Doğanın Düşmanı…, s. 309.

26İbid, s. 310-311.

27 “ Ekososyalizm kelimenin etimolojik anlamında radikal bir etiktir: kötülüğün kökenine inmeyi amaçlayan bir etik. (…) Bu devrim, toplumsal üretim ilişkilerinin yanı sıra üretici güçlere de dokunmalı. Değişimi sadece üretici güçlerin serbest gelişiminin önünde bir engel oluşturan kapitalist toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılması olarak algılayan belirli bir Marksizm yorumuna karşı üretim sürecinin bizzat yapısı sorgulanmalı. (…) Emekçiler halk üretim aygıtını ele geçirip onu kendi lehlerine kullanmakla yetinemez: onu kırmalı ve yerine bir başkasını koymalıdır.” Michael Löwy, ‘Ekososyalist Bir Etik İçin’, Çeviren: Uraz Aydın, Sosyalist Demokrasi için Yeniyol, Kış 2006, s. 129.

28 Mehmet Horuş, “Türkiye Çevre Hareketi Halklaşıyor”, TMMOB Çevre Sempozyumu Çevre Politikaları, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, 8-9 Haziran 2007, s. 179-189.