Hal Draper –

1971 yılında Amerikalı sosyalist devrimci Hal Draper (1914-1990) tarafından yazılan makale, sol örgütlerin inşasına dair eleştirel düşünceleri Marx ve Engels’ten Lenin ve Troçki’ye uzanan tarihsel bir çerçeve içinde ele alıyor. Draper, her ne pahasına olursa olsun küçük-sekt (mikro-sekt) yolundan kaçınmak gerektiği sonucuna varıyor. Draper’ın makalesi, eski bir makale olmasına karşın, halen çözülmemiş sorunlara işaret ettiğinden  belirli açılardan güncelliğini koruyor.

Soru değişmedi: Devrimci sosyalist bir parti nasıl inşa edilir? Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzyılın son üçüncü çeyreğinde (İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren) bu amaca doğru kayda değer bir ilerleme olmadı. Amaç hâlâ orada; fakat bu amaca giden yol yeniden sorgulamadan bağışık düşünülemez. Gittiğimiz yol bizi kör bir kanyona götürüyor. Geriye dönüp başka bir yola sapmalıyız, bu geri dönüş bizi olduğumuz noktadan biraz geriye atsa da. Uzun süredir zorlukla gittiğimiz yolun bir adı var: sektin yolu. Bunu ileride tanımlayacağız (1*). Ne zaman ve nasıl başladığını göreceğiz. Ve neden bizi kaybolmaya götürdüğünü, yani şimdi nerede olduğumuzu açıklayacağız. Tarihin başka bir yolun, farklı bir yolun varlığını gösterdiğini ileri süreceğiz. Aslında, problemi enine boyuna düşünmeden, 1964’ün başında yerel kulüplerin oluşumunu cesaretlendirerek Bağımsız Sosyalizm’in politik bir eğilim olarak canlandırılması için Bağımsız Sosyalist Komite oluşturulduğunda başka bir yolda başlamıştık. (İlk Bağımsız Sosyalist Klüp, Berkeley kampusünde, 1964 sonbaharında oluşmuştu.) Fakat o zaman bunu sekt tipi örgütlenmenin alternatifi olarak düşünmemiştik. Sonuç olarak, yeni yeni oluşan Bağımsız Sosyalist Hareket kolayca tanımlanabilecek baskılar sonucu “sekt” izine doğru kaydı. Bu durum üzerine şimdi düşünmeyi öneriyoruz.

 

1- Marx’a geri dönerek başlayalım:

Marx’ın bu konudaki görüş ve pratiğinin ne olduğunda herhangi bir tereddüt yoktur. Aslında, muhtemelen aşırı tepkinin bir sonucu; herhangi bir sektle, kendisininki de dahil, hiç bir işinin olmaması konusunda çok kesin bir kararlılığa sahipti. Marx’a göre herhangi bir örgütlenme, eğer kendi örgütlenme sınırı olarak belli özel görüşleri (Marx’ın görüşleri dahil) ortaya koymuşsa; eğer bu belirli görüşleri kendi örgütlenme formunun belirleyenleri yapmışsa sekttir. Ne Marx ne de Engels herhangi bir “Marksist” grup –yani açıkça Marksist bir programa bağlı üyelerden oluşan bir grup– oluşturdular ya da bunu istediler. Onların tüm örgütsel eylemlilikleri başka bir yolda ilerliyordu.

Eğer Marx ve Engels’in görüşlerini kabul edersen ne yapmalısın, bu kabulün gereğini nasıl yerine getirirsin? Onlara göre, amacın bu görüşleri varolan toplumsal mücadelelerden doğal olarak doğmuş hareketlerin ve örgütlerin içine taşımak olmalıdır; kendi kafandan “yüksek” bir örgütlenme formu icat etmek değil. Kendi görüşlerin ile bu sınıf hareketleri ve örgütlerinin iç içe geçmesine çalışmalı; bunu yaparken bu hareketler ve örgütler içinde devrimci kadrolar yetiştirmek ve böylelikle hareketi bir bütün olarak daha üst bir seviyeye taşımalısın.

Bir bütün olarak hareket: Marx ve Engels bu sürecin ihtilaflar içerebileceğini biliyordu; bozulmamış bir birliği bu sürecin koşulu olarak fetişleştirmediler. Fakat onların doğal kabul ettiği ihtilaflar, soyut programatik bir pankartı fora etmek üzerine kurulu yapay bir ideolojik kanat ihtilafı değildi. Bekledikleri, organik olarak kitle düzeyinde ayaklanmalardan doğan ihtilafların çıkabileceğiydi. Bu tip ihtilafları iki taraftan bekliyorlardı: hareketin sınıf çizgisine ve sınıf mücadelesi yönünde gelişmesine karşı çıkan burjuvalaşmış öğelerden ve sınıf hareketini kendi siyasal reçetelerinden uzaklaşmış bulan sekt ideologlarından. Onlara göre, ya bu öğeler kendileri ayrılacaktı ya da sağlıklı sınıf öğeleri kendilerini onlardan ayıracaktı; ama biçimsel olarak bu nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, örgütsel sınırın çizgisi asla ideolojik öncünün kendi özel programatik görüşleri (soyut programı) olmayacaktı, tersine sınıf hareketi tarafından erişilen gelişmenin politik düzeyinin, süregiden toplumsal mücadelenin politik tercümesi olacaktı (somut program, süregiden sınıf mücadelesi içinde somutlaştırılmış program).

Komünist Birlik’e katılan Marx ve Engels, bu nedenle, 1847 yılı boyunca Birliğin geçmişten gelen sekter ve fesatçı öğelerinden kurtulmak için çalıştılar ve bunu gayet becerikli bir şekilde başardılar; fakat aynı zamanda Marx, yaşadığı Brüksel’de örgütsel çabalarını programatik olarak sosyalist bile olmayan Demokratik Birlik’i inşa etmeye adadı. Ve Kıtada devrim patlak verdiğinde, ilk hareketleri örgütsel işleyişin öncü aracı olarak Komünist Birlik’i dağıtmak, feshetmek oldu. Devrim boyunca Köln’de, örgütsel açıdan, hiçbiri Marksist bir sekt olmakla ilgisi olmayan üç alanda faaliyet gösterdiler: 1- Sol-demokratik hareket (Demokratik Birlik). (Bu ayağın çözümlemeye çalıştığımız sorunla doğrudan bir ilgisi yok, burjuva demokratik devrim içinde izlenecek politika problemi ile ilgisi var.); 2- Kentteki geniş sınıf örgütlenmesi olan İşçi Birliği içinde; 3- Kendi politik merkezlerinde. “Kendi” politik merkezleri olarak ne yarattılar? Bir örgüt değil; sadece bir gazete ve onun yayın kurulu, yani bir ses. Ve “Marx eğilimi” olarak işlev gören bu yayın kuruluydu; hem kendilerini öyle görüyorlardı, hem de öyle biliniyorlardı.

Marx, devrimin geri çekilmesiyle birlikte Londra’ya döndükten sonra, Komünist Birlik’in geçici olarak yeniden inşasını onayladı; fakat çok kısa bir süre sonra, 1850’nin sonbaharında, üyelerinin çoğunluğunun kötü bir sekter çocuklukla düş kırıklığına tepki göstermesi, devrimci krizin sona erdiğini gösteriyordu. Sonrasında, birlik dağıldı ve ayrı düştü. Marx bu deneyimi asla tekrarlamadı.

Marx ve Engels, 1850’ler boyunca herhangi bir şey kurmak için çaba sarf etmediler; tamamıyla kadroların eğitimini mümkün kılacak yazın üretmeye ve yayınlamaya yoğunlaştılar. Bu dönem, işçi sınıfı hareketinin kendi içinden bugün I. Enternasyonal diye bildiğimiz ad-hoc örgütü yarattığında son buldu.

Birinci Enternasyonal sekter örgüt kavramına öylesine uzaktı ki, hiçbir zaman komünizm için bile ortaya çıkmadı ve çok sonraki kongrelerinden birinde ekonomik kolektivizmin bir versiyonunu onayladı. Ve net bir sınıf karakteri çerçevesi içinde öylesine kapsayıcıydı ki bugün kimse aynısını hayal bile edemez. Kanıtladığı yaklaşım sektin 180 derece zıddıydı: Tam bir programla işe başlamak ve herhangi bir sınıf katmanından (özellikle entelektüellerden) seçilmişleri bu program etrafında bir araya toplamak yerine, Marx, hareket içindeki işçi sınıfı katmanlarından –sınıf mücadelesi içinde hareket eden, alt düzeyinde olanlarından bile– işe başlamayı ve bu katmanların hazır olduğu programın benimsenmesini istedi. Başlangıç noktası buydu.

2. Marx: negatif tarafı

Birinci Enternasyonal’in bu geniş sınıf hareketi içinde, Marx ve Engels kendilerine ait herhangi bir çeşit politik merkez kurmadılar ve aşırı tepki problemini doğuran da budur, bir Marksist sekt yaratma konusundaki isteksizlikleri değil.

İşin aslı Marx, Genel Konseyi ve Genel Konsey içindeki etkisini “politik merkez” olarak kullandı; bunun neden yeterli olmadığını açıklamak kolay olacaktır. Büyük bir ihtimalle, başka bir yolun Genel Konsey içindeki kendi kişisel etkisine engel olacağını hissetti; fakat bunun bedeli Enternasyonal sona erdiğinde açık Marksist kadroların oluşturulmasının hâlâ en temel aşamadan bile uzak olmasıydı.

Bu olumsuz olgu –Marksist bir sekt yaratılmasındaki başarısızlık değil, herhangi bir Marksist kadronun inşa edilmesindeki başarısızlık– farklı ülkelerde, “Marksist” olarak adlandırılan partiler dahil çeşitli sosyalist partilerin ortaya çıkmasının arka plandaki nedenlerinden biridir.

Marx’ın burnunun dibindeki İngiltere’yi ele alalım: –Her-hangi bir biçim altındaki ilk “Marksist” merkez, Marx’a ve doğrudan Marx’tan etkilenen küçük bir İngiliz sosyalistleri çevresine düşmanlığıyla bilinen bir adam (Hyndman) tarafından kuruldu; bu “Marksist” merkezi en kötüsünden tipik bir sekt olarak inşa eden bu adam ve İngiliz Marksizminin gidişatı üzerindeki felakete varan etkisi bugüne kadar aşılabilmiş değildir. Marx ve Engels ya da çevreleri tarafından buna alternatif bir başka Marksist politik merkez önerilmemiştir. Sonuç, İngiliz kamuoyu için dünyanın en kaba “Marksizm kurucusu” olan adamla Marx’ın özdeşleştirilmesi olmuştur.

Bu sekte karşı apaçık alternatif Marx’ın Köln’de yaptığı olmalıydı: Marx’ın İngiliz dostları tarafından kurulacak bir organ, Marksist fikirlerin sesi olacak bir yayın, insanlara sınıf hareketine nasıl katılmaları gerektiğini gösteren bir model, kadroların örgütlenmesi… Buna benzer birşeyin yapılmaması bir boşluk yarattı. Hyndman’ın sekt operasyonu bu boşluğu doldurdu.

Eleanor Marx örgütsüz ve vasıfsız meslekleri örgütleyerek Yeni Sendikacılığın (militan kitle sendikacılığı) örgütleyicisi olarak parlak bir iş yaparken, bunu kişisel olarak, görünür bir referans noktası olmadan yaptı. O ve Aveling sonunda İşçi Partisi’nin oluşumunu sağlayan bir etki yaratan Londra işçi gettolarında, bağımsız işçi sınıfı siyasi eylemi yandaşlığını yaymak konusunda iyi iş çıkarmışlardı, ama yine de yaptıkları yapmış olduklarının etkisini büyütecek olan Marksist kadroları seçme ve yetiştirmeyi sağlamamıştı.

(Bu başarısızlık –sekt formunda olmasa bile herhangi bir görünür politik merkez oluşturmadaki başarısızlık– daha sonra daha az mazeretle Almanya’da Rosa Luxemburg tarafından tekrarlandı; Polonya’da Polonyalı yoldaşları bir sınıf partisi değil, bir sekt kurduğunda)

Marx’ın sekt tipi örgütlenme tarzına had safhadaki nefreti, bazı sektler tarafından yapılan olumlu katkıların farkına varamadığı anlamına gelmez. Bazı sektlerin oynadığı tarihsel role tek taraflı bir değer verme içine düşmesi gerekmiyordu, tıpkı kapitalizmden toplumun gelişmesine yaptığı son derece olumlu katkıları görmezden gelmemesi ama yine de ondan nefret etmesi gibi. Tıpkı Komünist Manifesto’da burjuvazinin tarihsel olarak ilerici rolüne şükran dolu övgüler düzmesi, aynı zamanda Ütopyacı sektler tarafından yapılan katkılara övgülerinde zaman zaman coşuyor olmaları gibi.

Bu katkıların ilk olarak sektler (hatta bazen Saint-Simoncu “din” gibi grotesk sektler) tarafından yapılmış olmasına üzülerek vakit harcamadılar; çünkü sosyalist ideologları sekt-formuna iten baskıları anlıyorlardı. Ancak onlar, sosyalistleri farklı bir yöne itmenin, başka bir örgütsel yola yöneltmenin hepsinden daha önemli olduğunu düşünüyorlardı.

Marx bunu iyi bilinen bir mektubunda özetlemiştir (1871):

“Enternasyonal, sosyalist ya da yarı-sosyalist sektlerin yerini işçi sınıfının gerçek örgütlerinin alması için kuruldu… Öte yandan tarihin gidişatı sekterliği ortadan kaldırmasaydı, Enternasyonal kendini var edemezdi. Sosyalist sekterliğin ve gerçek işçi sınıfının gelişimi hep birbiriyle ters orantılı olmuştur. Bugüne kadar (tarihsel olarak) sektler haklı çıktı, işçi sınıfı bağımsız bir tarihsel mücadele için henüz yeterli olgunlukta değil. Bu olgunluğa eriştiğinde tüm sektler özsel olarak gerici duruma düşecekler. Tüm bu nedenlerden, her yerde tarihte görülenler Enternasyonal’in tarihinde de tekrarlanmıştır. Artık devri geçmişe ait olan kendini yeni bir form içinde yeniden inşa edip hak iddiasıyla ortaya çıkıyor. Ve Enternasyonal’in tarihi, Genel Konsey’in işçi sınıfının gerçek mücadelesine karşı Enternasyonal’in içinde söz sahibi olmaya çalışan sektler ve amatör deneylere karşı sürekli mücadelesinin tarihidir.”

Burada önemli olan nokta sekt-formunun tam olarak ne zaman reaksiyoner bir biçim aldığının a priori tespiti değildir. Bu yapılamaz. Marx, devrimci bir hareketin kendi yolundan ilerlemesinin mücadelesini veriyordu, ve bu sekt fikrine tamamen karşı durmak anlamına geliyordu. 1864’te sektin yaptığı olumlu katkıların tarihsel olarak tam anlamıyla tüketilmediği daha sonra yeterince kanıtlandı, fakat bunun Marx’ın yoluyla bir ilgisi yoktur. Almanya’daki Lassalleci “sekt” (Marx’ın aynı mektubundaki değinmelerine bakınız) ya da yukarıda bahsedilen İngiltere’deki Hyndman sekti bir rol oynamaya devam ettiler (heyhat!) –işe yarayan başka bir alternatif olmadığı müddetçe olumlu tarafları da olan bir rol.

Elbette bazen bir sektin hiçbir şeyden daha iyi olduğu su götürmez, fakat bu konudaki bu bilgelik herhangi bir çizgiyi de işaret etmez. Tam aksine Alman-Amerikan “emigres” sosyalist sekti Marx ve Engels’in gözünde hiçbir şeyden daha da beterdi; parçalanıp, yok olup gideceğini umuyorlardı. (Ne yazık ki yüzyıl sonra bile hâlâ bizimle birlikteler: SLP)

Öyleyse Marx’ın sekt-formundan elinden geldiğince tiksinti duymasından bile tüm sektlerin her zaman eşit derecede zararlı olduğu sonucu çıkmaz. Tam tersi doğrudur: Bu konuda doğal olarak olağanüstü bir çeşitlilik vardır. Marx’ın örneklerinden daha yakınlara bakacak olursak: – “Oehlerites”in (1935’de Troçkist sektin içinden doğmuş mikro-sekt) devrimci bir hareketin gelişmesine şamata konusu olmak dışında (kötü zamanlarda hiç de hor görülmemesi gerekir) hiçbir katkısı olmamıştır. Diğer taraftan, daha sonra değineceğimiz gibi, Bağımsız Sosyalist Birlik günümüzün devrimci sosyalizminin esaslarını geliştirmiştir. Fakat bu, bu noktada işaret edeceğimiz tek sonucu yok edecek değildir:

Devrimci bir partiye sektin yolu olmayan bir başka yol vardır.

3-Sektin Anatomisi

Özetlemek gerekirse: şimdiye kadar üç yaklaşım gördük. Birincisini atabiliriz: herhangi bir politik merkez olmadan kendini bireysel militanlarla sınırlandıran yaklaşım. Gerçek problem politik merkezin zorunlu olarak bir sekt olup olmaması gerektiğidir. Bu sadece iki örgütsel form arasındaki ilişki değil, sınıfla öncü arasındaki ilişki problemidir.

Sekt kendisini YÜKSEK bir düzeye (işçi sınıfınınkinden oldukça yükseğe) ve ideolojik olarak seçici ince bir temele (genellikle zorunlu olarak işçi sınıfının dışında) yerleştirir. Sektin işçi sınıfı karakteri, istek ve yönelim temelinde iddia edilir, bileşenleri ya da yaşamı temelinde değil. Sonra da işçi sınıfını kendi düzeyine taşımak için uğraşır ya da yokuşu tırmanmaya çağırır. Kendi örgütsel duvarlarının arkasından işçi sınıfıyla bağlantı kuracak öncü partiler ve burada iki kişiyi orada üç kişiyi dönüştürecek misyonerler gönderir. Kendisinin bir gün katılım süreciyle ya da iki ya da üç diğer sektle oluşturacağı birlik yoluyla ya da belki de bazı antrizm süreçleriyle kitlesel devrimci bir parti olacağını düşünür.

Öte yandan Marx ve Engels öncü öğeleri her şeyin üstünde kendileriyle işçi sınıfı arasında örgütsel duvarların yaratılmasının bizzat engelleyicileri olarak gördüler. Mesele buradan iki işçiyi oradan üç işçiyi (buradan iki öğrenci, oradan üç entelektüel de olur!) Tam Program düzeyine taşımak değildi, fakat önemli olan sınıfı veya sınıfın bir bölümünü harekete geçirecek manivelaların peşinden gitmek ve eylemliliği ve siyaseti kitlesel olarak daha üst seviyelere taşımaktı.

Sekt zihniyeti kendi kutsallığını sadece kendi bütüncül programında, yani onu işçi sınıfından ayıran programında görür. Allah korusun, ortaya attıkları sloganlarından birisi popülerlik kazanacak olursa panik olurlar. “Bu işte bir mesele var, birilerine teslim olduk.” (Bu bir karikatür değildir, bizzat yaşamdan alınmıştır.) Marx’ın yaklaşımı tamamen bunun tersidir. Öncünün görevi varolan sınıf mücadelesinin durumu içinde, işçileri mümkün olan en geniş kitleselliğe taşımak anlamında popülerlik kazanacak sloganlar hazırlamaktı. Bu şu anlama gelir: onları kapitalist sınıf ve devletiyle, kapitalistlerin ve devletin, “kapitalizmin emek temsilcileri” (kendi liderleri) dahil, temsilcileriyle çatışmaya sokacak bir şekilde, bir yönde hareket etmek.

Sekt sözde bir devrimci partinin minyatür bir versiyonudur, “küçük kitle partisi”, henüz varolmayan bir kitle partisinin mikroskobik bir kopyası, modelidir. Daha doğrusu o kendini böyle görür ya da bir minyatür olmaya çalışır.

Örgütsel metodu “mış-miş gibi” metodudur: şimdiden bir kitle partisiymiş gibi hareket ederler (küçük bir derecede, doğal olarak kendi kaynaklarımıza uygun şekilde), onlar için bu, bu kitle partisi olmaya giden yoldur. Sanki işçilerin partisiymiş gibi “işçilerin gazetesi”ni çıkaralım; gerçi gerçek bir kitlesel parti gibi günlük çıkaramasak da tüm kaynaklarımızı tüketerek en azından haftalık ya da iki haftalık bir gazete çıkaralım –bu bizi küçük (hayali) bir kitle partisi yapar. (Fakat bu tafralar sadece kendini aldatmadan ibarettir, tek bir işçiyi aldatmayı başarsa bile o kısa zaman içinde arkasında minik bir şeyin durduğunu anlayacaktır.) Haydi, iyi Bolşevikler gibi “disiplinli” olmak için bir “Bolşevik” parti kuralım! (Leninizmin düşmanlarından araklanmış yanlış bir “Bolşevik” disiplin anlayışı temelinde sekt, büzüşen, taşlaşan, politik bir birleşmenin bağlarını kolayca dağılan bir fıçıyı bir arada tutacak demir çemberlerle değiştiren, bir zümreye “Bolşevikleşir”).

Minyatürleşmenin yolunun (kitle partisinin minyatür bir taklidini yapmanın) devrimci bir kitle partisi yolu olduğunu zannetmekte temel bir hata vardır. Bilim canlı bir organizmanın yaşam alanının ölçeğinin öyle keyfi bir şekilde değiştirilemeyeceğini gösterir: insanlar Lilliputlar ya da Brobdingangların  ölçeğinde yaşayamazlar, yaşam mekanizmaları her iki ölçekte de işlev görmez. Karıncalar kendi ağırlıklarının 200 kat fazlasını taşıyabilirler, fakat altı ayaklı bir karınca bir canavar olsa bile asla 20 tonluk bir ağırlığı kaldıramaz. Bu örgütsel yaşamda da geçerlidir: Bir kitlesel partiyi minyatürleştirmeye kalkarsanız, minyatür bir kitlesel parti olmazsınız, sadece bir ucube olursunuz.

Bunun temel nedeni şudur. Devrimci bir kitle partisinin yaşam ilkesi aktivist bir daktilo tarafından kopyalanabilecek ve bir akordiyon gibi büzülüp açılabilecek kendi bütüncül programı değildir. Yaşam ilkesi işçi sınıfı hareketine onun bir parçası olarak dahil olmaktır, sınıf mücadelesinin içine Merkez Komite kararlarıyla değil, orada yaşadığı için girmektir. Taklit edilemeyen ya da minyatürleştirilemeyen, çizgi film gibi küçültülemeyen ya da bir yün kazak gibi çekmeyen işte bu yaşam ilkeleridir. Bir nükleer tepkime gibi bu fenomen ancak belli bir kitle ile gerçekleşir, bu kitle sınırının altına düşerse küçülmez, ortadan yok olur.

Öyleyse, minyatür mikro kitlesel parti taklidi ne olabilir? Sadece kitle partisinin iç yaşamı (o da bir kısmı) olabilir. Fakat mekanik bir şekilde işleyen bu iç yaşam şimdi gerçek bir kitle partisinde kendisini yöneten gerçeklikten ayrı düşer. Aslanı bağırsaklarından ayırın, gerçeklik olarak işkembe kalacaktır. Sektin iç yaşamı işte bu yüzden hayalde, görünümde, ritüel taklitlerde yaşanır.

Ayrıca, sadece kitle partisinin iç yaşamı ritüelleşmiş parodilere açık olduğundan, sekt zihniyeti sadece bu iç yaşamda “yaşayabilir”. Dışarısı, tecridin amansız gerçekleri ve güçsüzlük, katlanılır, dayanılır gibi değildir, ve bir kitle partisinin dış yaşamına en küçük bir benzerlik bile göstermez. Sektin iç yaşamı zorunlu olarak dış eylemlerine kapalı bir kötülük haline gelmez, onun yerini alan bir hoşnutluk olarak belirir. Bir tarafta kitle partisi işçisi iç komisyon toplantılarında, fraksiyon toplantılarında vb. fazla vakit harcamanın zorunluluğundan, bu tip şeylerin gerekliliğini anlamış iyi bir Marksist olsa bile, yakınır. Bunun tam tersine, sekt zihniyeti bu içe doğru büyüyen faaliyetlerde rahat eder ve onlardan tat alır, ne de olsa elverişli devrimci sohbetten zevk alınabilir, oysa bir sendika toplantısı sıkıcıdır!

4- Peki, Bolşeviklerden ne haber?

Peki Bolşevik parti bir sektten kitle partisine gelişmek zorunda kalmadı mı? Eğer onlar yapabildiyse, biz de yapabiliriz…

Hayır, bu Bolşevik partinin nasıl kitle partisi haline geldiğinin cevabı değildir –sektin yoluyla gelmediler. Ne Yapmalı’da sekt tipi örgütlenme üzerine bir öneri de yoktur. Lenin’in parti anlayışı hakkındaki tüm o peri masalları tarihi anti-Bolşevik ve Stalinist profesyonellerin icatlarıdır; fakat şimdi bu konuya giremeyiz. Şimdi ele aldığımız sorun açısından aşağıda söyleyeceklerimiz yeterlidir:

Ne Yapmalı’da içerilen yolu ele alalım. Önceleyen dönemde Rusya’da kitle partisinin ön hazırlıkları sekt formunda değil, dağınık duran ve gevşek bölgesel birlikler olarak kurulan yerel işçi çevreleri formunda şekillendi. Merkezi bir örgütlenmenin kolları olarak değil, özerk ve ayrı ayrı, toplumsal mücadele içinde gelişmişlerdi.

Lenin’in yurt dışındayken örgütlemeye çalıştığı şey bir sekt değil, bir politik merkezdi: bir yayın (Iskra) ve yayın kurulu. Iskra eğilimi bir yayın kurulu olarak vardı, bir sekt olarak değil. Lenin’in aradığı örgüt bir kitle partisiydi; tamamıyla kendi devrimci Marksizmiyle uyuşanlardan oluşan bir parti değil, fakat tüm sosyalistleri ve militan işçileri kapsayacak genişlikte bir kitle partisi. Kendi içinde farklı eğilimler elbette ki barındıracaktı ve tutarlı Marksistler en azından bir süre azınlıkta kalabilirlerdi.

Fakat Lenin, kendi eğilimi (doğru çizgide olan) ile mücadele içindeki geniş sınıf hareketi arasına sekt duvarları çekme hatasına düşmediği gibi diğer hataya da düşmedi: bir politik merkez ve böylelikle Marksist bir kadro oluşturmayı ihmal etmek hatası.

Sol-kanat çoğunluğa yer açmak yerine ayrılmayı tercih eden, Lenin değil, Menşevikler ve sağ-kanattakilerdi. Bolşevik partinin inşası yıllarında da Lenin zorunluluktan bir erdem çıkarmaya çalışmadı: partinin Bolşeviklerle sınırlandırılmasını benimsemedi. Tam tersine, sol kanadın demokratik oylarla önderliği almasında sağ kanat kadar hakkının olduğu geniş bir parti anlayışı için durmadan savaştı. Bu örgütsel açıdan Bolşevik önderliğin tek ihtilafıydı.

Elbette ki hareketin faaliyet gösterdiği illegal ortam örgütlenme formlarını belirlemişti, fakat Lenin’in Bolşevik bir sekt kurma yolunu reddetmesini belirleyen şey illegalite değildi. Iskra yurtdışında değil de Petrograd’da kurulsaydı da temel ilişki değişmeyecekti; aslında 1905 devriminden kısa bir süre sonra kısmi yasallık elde edildiğinde sonuç Menşevik ve Bolşevik grupların birleşik kitle partisi içinde kısa süreli kaynaşmalarıydı, fakat Lenin buna rağmen politik merkezi bir yayın ve yayın kurulu formunda tuttu. Yasallığın miktarı için bu ilk atak Lenin’i bir Bolşevik sekt oluşturmaya değil, tam tersi bir yöne, Menşeviklerle kitlesel bir parti içinde birleşmeye (ideolojik-politik merkezlerin birleşmesine değil) itti.

Ancak hem Bolşevikler hem de Menşevikler bölünen bir partinin “fraksiyon”ları değil miydi? Evet, formel olarak öyleydiler; fakat o günlerde fraksiyon bugünkünden başka bir anlama geliyordu. Her iki taraf ve ayrıca Rus hareketi içerisindeki diğer örgütlü eğilimler için de “fraksiyon” politikalarının taşıyıcısı olarak bir yayın ve yayın kuruluyla işleyen birer kamusal politik merkezdi.

Bu fraksiyonlar (Menşevikler olduğu kadar Bolşevikler de) bugün bizim inşa etmeye çalıştığımız anlamda üyelik esasına dayalı örgütlenmeler değildi. Lenin’in 1914’ten hemen önce Sosyalist Enternasyonal Büro Bolşevik-Menşevik birliği üzerine çalışırken yazdığı dokümanlara bakmak lazım: Lenin Bolşeviklerin Rusya’daki sosyalist işçiler arasında çoğunluk desteğine sahip olduğunu kanıtlamak için üye sayısı hakkında değil, organların sirkülasyonu, finansal katkılar vb. konularda istatistikler verir. Zaten üyelik rakamlarını da kimse kabul etmezdi. Rusya’da üyeliğe dayalı örgütlenmeler kısmen Bolşeviklere kısmen Menşeviklere sempati duyan ya da birine verdiği desteği zaman zaman değiştiren yerel ve bölgesel parti gruplarıydı. “Parti kongresi” ya da konferansının yapıldığı her zaman her parti grubu onunkine mi bununkine mi yoksa her ikisininkine de mi katılacağına karar vermek zorunda kalırdı.

Bundan çıkan sonuç, hem Bolşeviklerin hem de Menşeviklerin örgütsel formlarında üyelik esasına dayalı birer sekt olmadıkları ya da bugüne uygun örgütsel anlamda birer fraksiyon dahi olmadıkları olgusudur. O zaman neydiler? Propaganda ve yayın işleri temelinde birer politik merkezdiler, artı aktivistler, yazın üretenler vb. aracılığıyla işçi hareketinin farklı alanları arasında bağ kuran birer merkezi örgütsel aygıttılar. (Bu artı önemli bir eklemedir fakat buna rağmen bunun ayrıntılarına şimdi giremeyiz.) Rusya’daki bireysel parti üyeleri ya da parti grupları Lenin’in ya da Menşeviklerin bildirilerini dağıtmaya veya hiçbirininkini dağıtmamaya karar verebilirlerdi –birçoğu Troçki’nin Viyana’da yaptığı gibi “fraksiyon-olmayan” bir organı tercih ettiler; ya da çalışmalarında Bolşeviklerin beğendikleri yayınlarını artı Menşeviklerin ve diğerlerininkileri de özgürce dolaşıma sokarak kullanabilirlerdi.

Belli ki bu tablo bir çok yönden illegalite tarafından; bir çok yönden de Bolşevik-Menşevik ihtilafı tarafından belirlenmişti. Zaten bunu bugün için otomatik bir model olarak önermiyoruz; hatta tam tersi bir sebeple bunu tartışıyoruz: Bazıları, bugün gerçekten bazıları var ki, hatalı bir şekilde Bolşeviklerin sekt biçiminde geliştiğini düşünüyorlar ve “Bolşevik tipi sekt”i bir model olarak öneriyorlar. Fakat “Bolşevik sekt” diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Bu icat daha sonra, Komintern’den sonra ortaya çıktı.

Her halükarda, açıkça ortaya çıkması gereken sonuç şudur: Bolşevik parti devrimci bir partiye sektin yolundan geçerek dönüşmediyse başka bir yol var demektir.

Aslında tarihsel sonuç daha da ileri gider: Sektin yoluyla kitle partisi haline gelmiş tek bir devrimci kitle partisi hatta yarı-devrimci kitle partisi dahi yoktur.

Bu hiçbir zaman olmayacağını kanıtlamaz. Bu asla tek başına bir sekt için organik bir şekilde, yani herhangi bir noktada yanlış yolda olduğunu fark etmeden ve başka bir yola sapmadan, kitle partisine dönüşmenin imkânsız olduğunu kanıtlamaz. Zaten bunu kanıtlamaya da uğraşmıyoruz. Anlaşılması gereken şey başka bir yolun olduğudur –aslında az ya da çok başarı getirmiş ve devrimci sosyalistler tarafından tercih edilmiş olan bir yol.

Kanıtlamaya çalıştığımız sektin yolunun sanki mümkün olan ve tasavvur edilebilen tek yolmuş gibi eleştirel olmadan ve düşünülmeden takip edilemeyeceğidir. Tam tersine sektin yolu şimdiye kadar hiç başarılı olmamıştır. Başarılı olan ve bu nedenle en azından üzerine düşünülmeyi hak eden kesinlikle başka bir yoldur.

5- Sekt formu ne zaman ve nasıl canlandı?

Bu başka yol, pek çok devrimci Marksistin bilincinden görece kısa bir süre önce, yani Komintern döneminde silindi.

Bu yolun üzerine bir perde örten ve sekt rotasını öne çıkaran büyük tarihsel gelişme, Komintern’in devrimci partilerin oluşturulmasını en yakın “acil” gereklilik olarak ortaya koyduğu I. Dünya Savaşı sonrası değişim dönemidir. Komintern’in meşhur 21 Madde’si, her ülkede, derhal bir devrimci parti kurulmasını öngörüyordu; hatta parti serada kurulmuş olsa bile. Neden açıktı: dünya devrimi tüm Avrupa için kapıdaydı. Avrupa için gerçekten de öyleydi.

Fakat biliyoruz ki, böyle siparişle oluşumlardan hakiki devrimci partilerin yükselmesinin imkânsızlığı kesinlikle kanıtlanmıştır (her çeşit, başarı şansı bulunmayan devrimci olmayan partiler). Bu, düşmanın (özellikle Sosyal Demokrasi) Avrupa Devrimi’ni bozguna uğratabilmesinin en temel nedenidir. Ve devrimin yenilgisi modern toplumsal tarihin dönüm noktasıdır: bugün tüm dünya bu kanaldan akmaktadır.

En iyi bilinen sonuç Stalinizmin yükselişidir –Komünist partilerin ve Rusya’nın Stalinizasyonu. Bunun simetrik sonucu Stalinizasyonu reddeden ya da ondan kopan akımlara toslaması oldu: Genellikle, Stalinizasyonu hareketin yenilgisinin ve yozlaşmasının bir sonucu olarak değil, tersine hareketin yozlaşmasını Stalinizasyonun bir sonucu olarak görüyorlardı. Bu görüşe göre, devrimci başarı için basitçe, Stalinist olmayan öncü liderliğin güçlenmesi –gerçekten devrimci– yani doğru çizgideki öncü liderliğin oluşması yeterliydi. Birinin kendi 21 Maddesinden yola çıkılarak devrimci “parti”nin ite-kaka zoraki kurdurulması süreci, tarihi 1917’de başlamış gören devrimci ya da devrimci olacak olan yeni bir nesil tarafından verili kabul edildi.

Sonuç, “Bolşevik” sektlerin –yani Bolşevik olduğunu düşündükleri şeyi taklit eden sektlerin– Avrupa devriminin gerilemesinin ilk dönemindeki birinci dalgasıydı.

Tipik bir örnek İtalyan “Bordiga sekti”nin ve Komintern’in çocuksu-solcularının –Lenin’in Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı’nda eleştirdiği akım– filizlenmesiydi. Bu iyi-niyetli, fakat cahil solcular Bolşevik partinin gerçekten nasıl yükseldiği hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Onlar için, 21 Madde ültimatomu, devrimci bir partinin yokluğunda birinin boynunu büken, pek de sık rastlanmayan acil devrimci bir kriz durumunda olan duyarlı devrimciler tarafından oluşturulan özel bir acil durum önlemi değildi. Onlar için, bu acil önlem, bu çaresizlik önlemi, bir norm –hatta 21 Maddeye neden başvurulmak zorunda olunduğunu açıklayabilecek tek bir tarihsel durum olmamış olsa dahi, her daim yapılacak “Bolşevik” şey– haline geldi.

Olağan bir şablon olarak genelleştirilmiş bu zoraki devrimci “parti” (ya da onun kopyası) yolu şu şekilde devam etti: Kendi örgütsel sınırınızı oluşturmak için “Doğru Programın” bayrağını yükseltiniz. Bunu nesnel koşullara rağmen yapınız çünkü bu tarih üstü bir buyruktur. Bunu etrafınızda kimler varsa onlarla, mesela diğer iki iyi insanla, yapınız. (Zaten, savaşın karanlık günlerinde, Lenin’in Bolşevik partisinin bir avuç insana düştüğü söylenmez mi?) Kendinizi Devrimci Parti olarak deklare ediniz. Doğru Programa sahip olduğunuzdan eninde sonunda işçiler kapınıza gelecektir… Ve işte sektinize sahipsiniz.

 

6- Troçkist Sekt Modeline Hızlı Bir Bakış:

Troçki’nin Komünist partilerle yolları ayırmaya birkaç yıllık isteksizliği diğer şeylerin yanında Troçkist bir sekt kurma –son derece gönülsüz olarak kabullendiği sonuç– dışında başka bir alternatif görmemesi tarafından koşullanmıştı.

Şu hatırlanmalı ki, politik gelişiminin tüm dönemleri boyunca (örneğin, 1914’ten önce) Troçki, Lenin’in ne yaptığını bir türlü anlayamamıştı. On yıllarca, sert bir biçimde, alenen “bölücü” bir faaliyet yapmakla suçladığı Lenin’in örgütsel yöntemiyle savaştı. Onu dehşete düşüren “bölücü” faaliyet neydi? Tam ve Doğru bir program etrafında ayrı bir politik merkez –Tam Programa dayalı bir sekt değil, fakat bir politik merkez– oluşturma faaliyetiydi.

Troçki’nin Rus hareketinde örgütsel “uzlaştırıcı” yoluna gitmesi onun da (tıpkı Almanya’daki Rosa Luxemburg ve İkinci Enternasyonal solu gibi) Lenin’in devrimci partiye giden yolunun doğasını anlayamamış olduğu anlamına gelir. Troçki’nin politik yaşamının büyük çoğunluğu boyunca tek anlayabildiği örgütsel yol ya sekt-ve-bölücülerin (Lenin’i bu şekilde yorumlamıştı) yolu ya da uydurma bir “parti-birliği” tüccarlığı bataklığı olmuştur.

KP’lerin Stalinizasyonunun Troçki’yi Komünist Partilerin içinde, yani hiçbir muhalif politik merkeze tahammül göstermeyen Stalinist hareketlerin içinde, kendi “politik merkez”ini (Sol Muhalefet) oluşturmaya zorlaması ironiktir. Savaş öncesi Rus Sosyal Demokrasisi içinde yapılması mümkünken onaylamadığı yola, Stalinist hareketler içinde yapılması mümkün değilken kendi başvurmak zorunda kalmıştır.

Öyleyse, Troçkist grupların KP’ler içinde Sol Muhalefet oluşturmaya daha fazla devam edemedikleri zaman bildikleri tek diğer şeyi doğal olarak seçmeleri pek şaşırtıcı değildir: sekt. Bu nedenle bir sonraki deney, (hiç şüphesiz Troçki bunu son derece rahatsızlıkla yapmıştı) kitle partisine giden sekt(er) olmayan yolun orada bulunabileceğini umut ederek Sosyal-Demokrasi içine girmek olmuştur. Bununla gerçekleşmesi umulan Sosyal-Demokrasinin temsil ettiği varsayılan kitle hareketi içinde bir devrimci partinin kadrolarının kuluçkada beklemesidir. Bu hikâyeyi daha ileri götürmek, burada konu dışı olacaktır.

Bizim ilgilendiğimiz nokta şudur: bu “antrizm” deneyinin öncesi ve sonrasında, “Bolşevik sekt” modelinin düşüncesizce kabulü 1930’lardan itibaren Troçkist makro-sektten kopan mikro-sektler bolluğu üretmiştir. Amerika’da, buna ek olarak, işçi sınıfının herhangi bir politik kitle hareketinin olmayışı başka bir yolu görmeyi zorlaştırmıştır.

 

7. İP/BSB Deneyimi

Tartışılması gereken bir başka konu da 1948-50 yıllarında var olan İşçi Partisi(İP)/Bağımsız Sosyalist Birlik (BSB) deneyimidir. Bu örgütlenme bizim öncülümüzdür. Çok daha detaylı bir incelemek gerekse de, genel olarak bu yıllarda yaşananlar üç ana bölüme ayrılabilir.

1. SP içinden Sosyalist İşçi Partisi’nin kurulması: 1937 yılının sonunda Troçki ve Cannon etrafındaki Troçkist önderlik tüm dünyada, ABD’yi de içine alacak bir şekilde yeni bir devrimci dönemin başlayacağı tespitinde bulununca, Sosyalist Parti içindeki Troçkist kesim partiden ayrıldı. Bu durum 21 Madde kalıbını tetikleyen bir unsur oldu (En azından, burada bir acil durum hissiyatının yarattığı bir motivasyon olsa da…) Bu kalıba göre, ne pahasına olursa olsun, bütün dünyaya devrimci parti ilan edilmeli, programı ve bayrağı yükseltilmeliydi. SP’nin sağ kanadı Troçki ayrılmaya hazırlanırken bile, bizi tasfiye etmeye çalışacak kadar telaşlı ve endişeliydi. Sonuçta 1938 yılının başlarında Amerika Birleşik Devletleri işçi sınıfına Sosyalist İşçi Partisi takdim edildi ve aynı yıl da 4. Enternasyonal kuruldu!

Yeni partinin kendisini nasıl tanımladığı konusunda herhangi bir belirsizlik yoktu: Dünyaya en sonunda lütfedilmiş devrimci bir partiydi bu. Parti, işçi sınıfının itici gücü oluncaya kadar hızla gelişecek ve yakın bir zamanda ortaya çıkması ümit edilen devrimci duruma önderlik edecekti. Tam ve doğru programını ön plana çıkardığında, bu sekt (ya da “parti”) tabii ki hızla bir kitle partisine dönüşecekti.

Savaşın başlaması, sorgulanmayan bu görüşü iki değişik açıdan yanlışladı. Öncelikle program gerçekten tam ve kapsamlıydı bir şekilde, ama doğru değildi. (Sovyetler Birliği’nin korunması, Hitler-Stalin Paktı, Stalinist Emperyalizmin ortaya çıkışı, Polonya ve Finlandiya’nın işgalleri, vs.) Bu tartışma açısından çok daha önemli olan mesele ise, 1939-40 yıllarındaki tartışmalarda örgütü sarsan ve bölen “örgütsel yapı” problemidir.

Gerçekten olan şey, kendini parti diye adlandıran bir sektin savaşın başlamasına bir sekt gibi tepki vermesidir. O zamanlar bu durumu böyle algılamamış ve Cannon liderliği çevresinde durumu “Bürokratik Tutuculuk” olarak nitelendirmiştik. Bu sekt tepkisi bölünmeden sonra Sosyalist İşçi Partisi tarafından çok daha açık bir biçimde sergilendi. Parti savaş boyunca bir deniz böceği gibi davrandı. Kendi kabuğuna çekildi ve kendisini korumaya çalıştı. “Kadroların korunması” politikası altında militanlarını rafa kaldırdı. Savaş sırasında süren mücadelede daha sıkı kadrolar yaratmaya çalışmayı ise hiç tercih etmedi.

2. Bölünmeden sonra kurulan İşçi Partisi ise tam tersine bu dönemde küçük bir kitle partisi olarak varlığını sürdürmeyi başardı. İşçi Partisi, gerçek bir kitle partisinin belki burun kıvıracağı ama hiç de küçümsenmeyecek bir faaliyet yürüttü. Üyelerinin militanca aktivitelere katılımını, alanlarda, sendikalarda devrimci bir faaliyetin yürütülmesini ve de ajitasyon ağırlıklı haftalık popüler derginin bir geniş bir kitleye dağıtılmasını sağladı.

Bu kitle partisi çalışmasını daha dar bir çerçeve içinde de yürütmek mümkündü. Ya da tam tersine çok daha geniş bir çerçeve oluşturup, çalışmayı yerelde daha sınırlı alanlara yöneltmek de bir tercih idi. Ama sonuçta biz küçük bir kitle partisiydik ve beklentimiz halen daha aynıydı; savaş sonrasında devrimci bir durumun ya da buna yakın birşeyin ortaya çıkması ve bizim bulunabildiğimiz alanlarda hızlı bir gelişme dönemine girmemiz. Bizim bu özel dönemde, geçici bir süre için de olsa, işçi hareketi içindeki sosyalist karşı duruş eğilimini örgütleyen tek parti olmamız göz önüne alındığında, bu beklenti daha anlamlı görünebilir. Savaş durumu, üyelerimizin endüstride yer almalarını ve proleterleşmelerini görece olarak kolaylaştırıyordu. Endüstrideki maaşların düşüklüğü ve astronomik rakamlara ulaşan gelir vergileri, partinin üyelerden toplayabileceği aidatları çok düşük düzeylere geriletiyor ve yapılan işin finansmanını oldukça zorlaştırıyordu. Bu kısıtlı ve özel dönemde, bir sektin bir kitle partisi gibi davranması yüzünden ortaya çıkan çelişkilerin üstünü yürütülen mücadelenin ateşi örtebiliyordu. Aslında savaşın sonucu Avrupa ve Amerika’da gerçekleştirilen devrimler olsaydı, bu dönemde partinin aldığı duruşun doğruluğu tarihsel olarak kanıtlanmış olacaktı. Ancak böyle bir argüman öne sürmek çok da ilgimi çekmiyor. Çünkü bu argümanla birlikte bir kaçınılamazlık teorisi ve “daha akıllı olsaydık şöyle yapardık” gibi tartışmaların ortaya çıkacağını biliyorum. Bütün bunların ise bugün bir önemi yok. Bu noktada benim açımdan önemli olan, belirli bir süre için de olsa, bir sektin “küçük bir kitle partisi” tarzında bir duruş sergileyebilmesinin mümkünlüğünü belirtmek.

3. Hesap zamanı ise 1946 yılında geldi. Bu yıl, bir dönüm noktasıydı. Her şey yatışmaya başladığında, savaş sonrasının dünya için devrimci bir dönem olmayacağı ortaya çıkmaya başladı. Yeni bir yönelimin gerekliliğinin baskısı altındaydık. Bu yüzden 1946 yılı İşçi Partisi içindeki sistematik bir şekilde sekterliği tercih etmiş bulunan Johnson kliği ile son bir hesaplaşmanın yaşandığı yıl oldu. Bu klik bir tam bir hizip programına, belki daha doğru bir ifade ile, oluşabilecek her duruma uydurulabilecek birçok programa sahip bir gruptu. 1946 yılında Johnson kliği sözü edilen devrimin söylenenden çok daha yakın olduğunu öne sürerek yeni gelişmelere karşı resmi bir tepki gösterdi. Memnuniyet verici olmayan gerçeklerle yüzleşen her sekt gibi onlar da tüm Avrupa’da kapitalizmin çöktüğü, Sovyetlerin iki yıl içinde ortaya çıkmaya başlayacağı gibi fantastik bir söylemi tercih ettiler. Benzer biçimde pasifleşmiş sendikaların politikalarını dengelemek adına mücadele komitelerinin (o zamanlar fabrika komiteleri denirdi) kurulmasını destekleyen bir programla ortaya çıktılar. Bu sistematik sekterler bütün bu deli zırvalarıyla birlikte daha sona Sosyalist İşçi Partisi’ne taşındı ve bölünüp parçalanmadan önce bir süre daha kendi dünyaları içinde devrimci siyasetlerini sürdürdüler.

Aynı yıl, İşçi Partisi için yeni bir yönelimin gerektiği konusunda başka bir girişim gerçekleşti. Ama bu sefer bu girişimi organize edenler daha çok ciddiye alınabilecek kişilerdi. Bu girişim “küçük kitle partisi” kavramını teorize etme ve sistematikleştirme çabasıydı. Amaç bu kavramı savaş durumunun dayattığı bir tanımlama olmaktan çıkarıp, her zaman kullanılabilecek ve sahiplenecek bir örgütlenme tarzına dönüştürmekti. Aslında bu “küçük kitle partisi” tanımı örgüt tarafından kabul görmemekteydi. ABD’deki politik ortamın yaprak kımıldamaz bir hale dönüşmesi (soğuk savaş iklimi ve McCarthycilik dönemine girilmesi), örgütün bir yanılgıya düşmeden, geleceğinin diğer gruplar gibi bir sekt olarak varlığını sürdürmeye çalışmak olacağını fark etmesi gerekiyordu. 1948 yılında sunulan ve kabul edildiği 1949 yılına kadar tartışılan bir raporda yer aldığı gibi, örgüt kendi hakkında bazı gerçekleri kabullendi. Öncelikle ismindeki parti sözcüğü haricinde bu organizasyon bir parti değildi. Ülkede sosyalist bir “parti” yoktu ve biz de dahi bütün sosyalist gruplar gerçekte birer sekt idiler. En iyi ihtimalle de bunlara birer propaganda grubu da denilebilirdi. Ama seçenekler vardı tabi, her grup bir sekt olsa dahi, aptal, fantezi peşinde koşan ve kendini aldatan ya da duyarlı ve iyi bir sekt olmak sizin seçiminize kalmıştı. Dönemin koşulların sunduğu tek imkân bir sekt olmaksa da, tabii ki işçi sınıfı ve var olan hareketlere karşı sekter politikalar yürütmeyi reddetmek de her zaman mümkündü. Bu duruma uygun düşen bir tarzla, İşçi Partisi ismi Bağımsız Sosyalist Birlik şeklinde değiştirildi. Bu tavır kendi içinde tutarlı bir yönelişti. Bağımsız Sosyalist Birlik’in koşulların elverdiği ölçüde en sağlıklı ve en mantıklı sekt olduğunu düşünüyorum. Ancak bu olumlu yönelişin bile 1950’li yılların ortamının solu tamamen kurutup yok etmesi karşısında yapabileceği bir şey yoktu. Bu yıllarda Bağımsız Sosyalist Birlik ucube projeler ve sekt fantezileri peşinde koşmadı, adeta bir asma yaprağı gibi zamanla soldu ve düştü. Diğer sektler ise bir dizi politik dönüşüm yaşadılar. Sosyalist Parti taraftarlarını kaybetti ve bire kadar kırıldı, Sosyalist İsçi Partisi ise kendini Stalinizme eklemledi.

 

8. “Politik Merkez” nedir?

Yukarıda anlatılan tarihi olaylar detaylı bir açıklama yapılmadan ve değişik alternatiflerin arasındaki farklar analitik bir incelemeye tabi tutulmadan aktarıldı. Bu yüzden de geriye dönük bir değerlendirmeye halen gereksinim var. Ama anlatılanlardan ortaya çıkan pratik sonuç, bir sektten farklı olarak bir politik merkez inşa etmenin somut gereksinimlerinin (bir başka deyişle, üyeliğe dayalı örgütsel bir mekanizma yerine, politik bağlılığa dayanan bir propaganda veya eğitim grubu oluşturmanın gereklerinin), politik bir yayın, bir yayın kurulu ve oluşturulan bu merkezin politik faaliyetini yürütecek iyi kötü bir örgütsel mekanizma olduğunu göstermekte.

Bu tür bir politik faaliyet aslında sanıldığından daha yaygın bir biçimde var olmuştur. Bugünkü ABD’de bu tarzın örnekleri görülebilir. Radikal duruş birçok zaman sektler tarafından sahiplenilmiş ve temsil edilir görünmüştür, ama her zaman bir yayın etrafında örgütlenmiş politik merkezler de bu kulvarda yerlerini almışlardır.

1. Ürettiği politikalar açısından en etkili olan örnek herhalde Monthly Review dergisidir. Bu dergide Komünist Parti’den bağımsız ama yine de amorf bir Stalinist politika savunulmaktadır. Dergi, politik bir örgütlenmeye yönelik bir eğilim içinde olsa da, bazı yerel dergi dostları, ortakları gibi grupların kurulmasına yönelik çalışmalar ayrı tutulursa, henüz örgütsel bir kristalleşme yaşamadı. Benzer bir sürecin Guardian için de aşağı yukarı geçerli olduğunu öne sürebiliriz. Ancak bu grupların nihai amaç olarak devrimci bir partinin inşasını hedeflediklerini öne sürmek oldukça zor. Daha çok kendi fikirlerini sol içinde yayma, kabul ettirme gibi bir perspektiften hareket ediyorlar.

2. Bir başka görece başarı Liberation tarafından elde edilmiştir. Aslında bu başarıyı elde etmek derginin başlangıçta sahip olduğu politik çizgiye mal olmuştur. Bu dergi kurulduğunda pasifist eğilimlere sahip bir politik merkez oluşturmaya yönelmişti. Ama pasifizm bu hareketin bir anlam kazanmasının önünde bir engeldi. Çorbaya katılmış bir parça tuz gibi görebiliriz belki bu dergiyi. Politik açıdan yaşanılan kafa karışıklığı bu dergiyi sonuçta dağınık radikal bir gazetecilik çizgisine sürüklemiştir.

3. Dissent iyi kötü bir bilince sahip kişiler tarafından bir sekt örgütlenmesine dayanmayan politik bir merkezin inşası için kurulmuştu. Bu insanlar sosyal demokrasinin olmadığı bir yerde sosyal demokrat olmaya karar vermiş kişilerdi. Daha sonra Dissent ve L.I.D. bir tür birleşmeye gitti. L.I.D. baştan üyeliğe dayalı bir örgütlenme iken, üyeleri ortalıktan kaybolunca kendini politik bir merkeze dönüştüren ilginç bir örnektir. Bu merkezin politikası da sosyal demokrasidir ama bir yayın etrafında örgütlenmemiştir. The New Leader da üyeliğe dayanmayan sosyal demokrat politik merkez yapılanmasına bir başka örnektir. Bütün bu örneklerde yer alan yapılanmaların güçlü bir biçimde içinde bulundukları maddi koşullar tarafından da şekillendirildiklerini unutmamalıyız.

Aslında, bütün politik yayınlar bir tür politik merkeze dönüşme eğilimindedir. Sonuçta işin doğası gereği bu yayınlarda yeni fikirler harmanlanmakta ve insanlara sunulmaktadır, bu da kaçınılmaz olarak bu eğilimi yaratır.

Geniş bir alana yayılan örnekler üzerinde durdum. Bu çeşitlilik alıp bire bir kopyalanabilecek bir örgütlenme modelinin olmadığını göstermekte. Tartışmaya çalıştığım nokta, üyeliğe dayalı yeni bir sekt inşa etmekten uzak durmaya çalışan bir eğilim olarak bizim kendi politik fikir ve amaçlarımızı nasıl ortaya koymamız gerektiği. Bu noktada yukarıda andıklarımdan en önemli farkımız ise, devrimci sosyalist bir partinin kurulması için gerekli önkoşulların sağlanmasını önüne hedef olarak koyan bir politik merkez inşa etmeye çalışmamızdır.

 

9- Başarmak istediğimiz nedir?

Tüm ulusal özellikleri, mekansal ve dönemsel özellikleri ve koşulları soyutlayacak olursak, Lenin’in örgütsel başarısı şudur. Bolşevik eğilimin özenli oluşumu zaman içinde üç aşamadan geçmiştir –bence her duruma uyan ve yapmak zorunda olduğumuza uygun üç şey.

Bolşevik eğilimin oluşum süreci:

1. Birleşmiş bir tür devrimci Marksizmi dile getiren bir öğreti bütünü, bir siyasi yayın kütlesi yarattı;

2. Siyasi çekirdek etrafında parti kadroları ve militanları oluşturdu;

3. Kendi fizyonomisi ve adıyla kendi “türündeki sosyalizm”i sol politikada bir varlık olarak kurdu.

Bu, bizim görevlerimizi de özetliyor.

Geleceğin devrimci partisinin nasıl oluşacağını öngörmeye ya da tahmin etmeye ihtiyacımız yok. Nasıl bir parti olursa olsun, yalnızca bu üç koşul başarıyla yerine getirildiğinde, sonuçlar lehte olabilir.

Eğer görevlerimiz bu başlıklar altında düşünülürse, bazı işler farklı önem derecelerine ve önceliklere sahip olurlar. Örneğin, yayınların yayımlanması bir sekt tarafından yapılacak işlerden biri olarak görülür, öncelikli bir iş olarak değil. Tek bir istisnayla gündemin en alt sırasına itilmiş gibi görünür. İstisna, başka yapılacak hiçbir şeyin olmadığı, varolan her şeyin üstünde bir önceliğe sahip gibi görünen bir “kitle” organının yayımı. Bizim görüşümüze göre bu, öncelikler sıralamasındaki vahim bir hatadır. Temel bir yayının yaratılması (yayımı ve dağıtımı) diğer her şeyin ona bağlı olduğu bir siyasi merkezin yaratılması işidir. Bu, hedefe götüren temel araçtır. Bu temel yayın kütlesinin ilk görevi, kadroların oluşumunu mümkün kılmak, kadroların besleneceği siyasi gıdayı sunmaktır. Onsuz sağlıklı kadro mümkün değildir.

Bu tür kadrolar elbette ki, yerel olarak oluşacaktır. Siyasi bir merkez, komutlarını, tezlerini, disiplin vakalarını vb. küçük şubelerinden oluşan büyük imparatorluğuna ileten bir Merkez Komitesi ya da Ulusal Komite karşısında büyük avantaja sahiptir. Bu demektir ki; ilkinin yerel topluluklarla, sosyalist gruplarla, sendikalarla, işçilerin gruplarıyla ve bireysel eylemcilerle ilişkileri sonsuz çeşitliliğe ve esnekliğe sahiptir. Ancak ikincinin ilişkileri iki türe ayrılır: üyelerle, ilişki yerel yasalarla sağlamlaştırılmıştır; üye olmayanlarla, örgütsel engelle ilişki zorlaşmıştır. Büyük bir hazırlık işinin kotarılacağı ilk dönemden sonra, yerel kadrolarla daha çok birlikte olmanın yolunu aramalıyız, ancak yeni olasılıklar sunacak tamamen farklı bir ilişki içinde.

Önümüzdeki altı ay için harfiyen programımızı açıklamak, bu yazının hiçbir kısmında amaç olmamıştır. Daha şimdiden üstesinden gelebileceğimizden çok daha fazlasını görüyoruz. Ve bu da yalnızca başlamak için; çünkü çabamız başlamak için bir yılın önemli bir kısmını kaplayacaksa, bu satırlar görevini yerine getirmiş olacaktır.

Uzun dönemli bir perspektifimiz olmalıdır. Burada olan bir köşeyi çabuk dönme şeması değil, tam tersi: yalnızca uzun bir çabadan sonra gerçek meyvesini verebilecek bir gelecek için hazırlık hattı. En azından on yıllık plan kapsamında düşünmeliyiz. Son iki on yılı kör bir patikada geçirdik. Eğer 1970’lerin sonunda yukarıdaki üç temel görevi yerine getirmekte birkaç sağlam başarımız olursa, bir devrimci parti hedefi için takdir edilecek ilk adımları atmış olacağız.