Tarih ve takvim genellikle aynı ritimde ve yönde hareket etmez. 2014 yılına girerken neoliberal dünyanın fetişleştirdiği “değişim” bu kez “kaos”u işaret ederek takvimin yapraklarını indirirken tarihin de tozlarını silkelemekte.

Masis Kürkçügil

 

Bir ulusal krizin bileşenleri yukarıdakiler için olgunlaşmakta. Devlet ve rejim krizi diye adlandırılan derin bir meşruiyet bunalımına sürüklenilmekte. AKP’nin açıkça eskisi gibi yönetememesi, iktidar bloğundaki çatlakların örtülememesi, güvenlik ve yargı gibi kurumların çatırdaması, muhafazakâr cephedeki ittifakın bir diğer yüzü olan suç ortaklığının su yüzüne çıkması, içeriden veya dışarıdan bakıldığında “huzur ve istikrar”ın artık rıza mekanizmalarıyla sağlanmasının imkânsızlığını göstermekte.

Düne kadar müzmin münafıklar felaket tellallığı yapar, gidişattan hoşnut olanlar Türkiye’nin çağ atladığından dem vururken şimdi herkes kendine göre bir krizden söz etmekte. Türkiye, uluslararası standartlara göre (ne demekse!) “kısmen demokratik” kategorisinde istikrarlı bir mevkiye sahipken dünya ölçeğinde değilse bile bölge ölçeğinde (bölge de buradan başlıyor ama nerede bittiği bilinmiyor) müslümanlıkla serbest piyasa ekonomisini bir arada götürebilen model bir ülke sanılıyordu. Basın özgürlüğü, yoksulluk kriterleri ve bunun gibi. ölçütler can sıkıcı olsa da askeri vesayete karşı mücadele derinleşiyor, sıcak paranın verdiği rehavetle olmadık ekonomik hedeflerden söz edilebiliyordu. Yakında dünyanın kaçıncı büyük ekonomisi olsaydık acaba?

2013 başlarında ilan edilen müzakere süreci de, AKP açısından Türkiye’nin demokratikleşmesi, yani Kürt halkının haklarının kabul görmesi için değil Türkiye’nin büyümesi, bölgede daha güçlü olması için öngörülmüştü. Aslında Abdullah Öcalan da Türkiye’nin güçlenmesine başından beri vurgu yapmaktaydı, ancak o açıkça anayasal bir “statü” talebini öne çıkarıyordu. Silahların susmasını herkes kendine yontarak bir tür sınıf atlanmış gibi hülyalara kapılınabiliyordu.

Dış politikadaki yalpalanmalar ısrarla elalemin ilkesizliğine, beceriksizliğine bağlanıyor, hükümetin politikası ahali tarafından benimsenmese de çok da kale alınmıyordu.

Benzetmek gibi olmasın felaketler belirmeden alametler beliriverir. Birinci Dünya Savaşı arifesinde kimse savaşı tahayyül etmediği gibi ebedi bir altın çağ yaşandığı sanılmaktaydı. 1917 Şubat Devrimi patlak verirken yukarıdakiler sanki olacakları hissetmişlercesine zevk ve sefa âlemlerine dalmışlardı. Her şey tam da bir rüya gibi iken iyi saatte olsunlar “huzur ve sükûna” kastetti. Milyonların gündelik mücadelesi kadar yukarıdakilerin kendi aralarındaki itişip kakışma da tahammül edilemeyecek noktaya geldiğinde “komplo” kapıyı çaldı.

12 Mart arifesi, 12 Eylül arifesi ve 1991 seçimleri arifesine benzer bu meşruiyet kaybı henüz “yönetememe” mertebesine ulaşmış değil. Ancak yönetmenin yöntemi sertleşmekte ve araçları giderek çıplaklaşmakta.

 

Çok alametler belirdi

Ernest Mandel, Kapitalizm ve Suç başlıklı makalesinde “Kumarbazlar, spekülatörler, serüvenciler, safkan üçkâğıtçılar günün kahramanı oldular” derken bu kahramanlığın maddi temelini açıklamaya çalışıyor ve “olayın dedikodu cephesi çok daha derin bir sosyal gerçeği örter” diyordu. Doksanların başı artık kuralsızlığın ve küreselleşmenin banka sistemlerinin altını nasıl oyduğunu ve finans iklimine dönüşün yarattığı tahribatı açıklıyordu. Makalede bir körfez bankasının nasıl uluslararası ilişkiler içinde bir rezilliğin kaynağı olduğundan bahsedilirken The Economist’ten bir alıntı da ihmal edilmiyordu: “Bu olaya casuslar ve teröristler, kundakçılar ve katiller karışmıştır. İlgili ülkelerin hemen hepsinde bakanlar ve yüksek kademeli görevliler görev yerlerini kaybedebilirler.”(Yeniyol, Kasım Aralık- 1991).

Alıntı bizi, Türkiye’deki son olaylarda açıkta kalan bir hususa getiriyor. Öyle ya böylesi rezaletlerin olmaması için ahlaklı, gözü doymuş, liyakatlı insanları bu mevkilere getirmek sanki bir çözümmüş gibi sunulurken kimse bankaların demokratik, halka açık bir denetiminden söz etmemekte. Kimler tarafından? Öncelikle bu işlemleri anında izleme imkânı olan çalışanlar tarafından! Yolsuzluk ve rüşvet, devlet denetleme kurulunun yapacağı incelemelerle değil ancak halkın denetimi ile sınırlandırılabilir.

Yolsuzluk ve rüşveti sistem içinde aşılabilir ve halledilebilir bir ahlaki mesele olarak görmek kısa vadeli beklentiler peşinde olanları rahatlatıyor. Ama bu kadar büyük miktarda sıcak paranın, yetmezmişçesine para transferlerinin söz konusu olduğu yerde herkes de biliyor ki “komisyoncu”lar “komiserler”le birlikte çalışır. Siyaset ve hele hele günümüz siyaseti finansla bu kadar içli dışlı olduktan sonra geleneksel gangsterler zamane kahramanların yanında evliya kalırlar.

 

Kayıt dışı siyaset

Yolsuzluk ve rüşvet ayyuka çıktığında, yani herkesin bildiği ama kimsenin kondurmadığı hasletler ortaya serilince mıknatıs gibi, rejimin kusurlarını kendine çekip kartopu etkisi yaratabilir.

Büyük patlamadan kısa bir süre önce (1 Aralık 2013) Meclis Başkanı Cemil Çiçek “… bugün Türkiye’de ekonominin en az üçte biri kayıt dışıdır, ama siyasetin ise en az yüzde 50’si kayıt dışıdır. Siyasette görünen aktörler vardır, sorumluluk ondadır, bir şey olunca onun yakasına yapışılır, bir de görünmeyen siyaset aktörleri vardır. Bunlar kayıt dışı siyasettir. Siyasete büyük ölçüde bunlar yön verirler. Anlaşmazlarsa kavga çıkar” dedikten sonra “kayıt dışı siyasette de kıpırdanmalar görüyorum. Bu sürecin benzerini 89’da, 90’da ve 91’de yaşadım” demiş. İnanılır gibi değil, görünmeyen siyaset erbabı kapışınca arbede çıkmış! Kayıt dışı siyaset 2002’de mi güçlü 2013’de mi? Her ne hikmetse iktidara gelenler faşizan bir ibare olan “milli irade” ile geldiklerini ancak gayri milli bir irade ile götürüldüklerini söylüyorlar.

Gündelik siyasette görünmeyen ve el hak kimsenin de kolay kolay kestiremeyeceği, birtakım gizli kapaklı çeteler veya cemaatler değil, dipten dibe farklı tonlarda geniş halk kitlelerindeki hoşnutsuzlukların bir füzyona yönelmesidir. Gezi için veya yükselen dolar, daralan sıcak para için “vatan haini” arayan bir zihniyetin herhangi bir vakayı açıklayabilmesi mümkün olmamıştır. Malum insanlar kendi tarihlerini yapıyorlar ama Erdoğan’ın veya Özal’ın belirlediği veya istediği şartlarda değil, onlara en çok teveccüh gösterdiklerinde bile binlercesinin, milyonlarcasının kimi zaman zıt yönlerdeki iradelerinin çarpışmasıyla bu tarih yapılıyor.

 

 

Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar…

Olayın şaşırtıcılığının temelinde AKP’yi bir başka parti olarak, eski Türkiye’nin pisliklerini temizleyen sanayi tipi bir süpürge makinesi gibi –nasıl bir güzergâhsa!– demokrasiye giden yolda kendi iradesi dışında hayırlı işlere vesile olan bir parti olarak görme merakı yatıyor. Böyle olunca Tayyip Erdoğan’ın kişilik özellikleri sistemin işleyişinin ve daha genel bir tabirle çıkar çatışmalarının önüne geçiyor. Sistem yolsuzluk ve rüşvet olmadan “lider tapıncı” oluşturamıyor. “Benim memurum işini bilir” diyen bir zihniyetin izleyicilerinin “ben de memurumdan kat be kat becerikliyim” demek istediğini anlamayana neler demezler neler. Zaten ahalinin de bu arada rüşveti bir tür resmi haraç olarak gördüğü ve kabullendiği kesin.

Neoliberal bir dünyada AKP ahlak diye, etek düzeyi, saç baş, pantolon paçası gibi hassas konularla ilgilenirken geçmişindeki sosyal iddialarına ihanet edip devlet imkânlarını kullanarak eski oligarşiye eklemlenmenin en kestirme yollarını çoktan bulmuş durumda. Uzun uzadıya yapılan çevreden merkeze saldırıların aslında demokrasi arayışı ile bir ilgisi olmayıp zenginleşmek olduğu artık AKP tabanı tarafından da sorgulanma ihtimaliyle karşı karşıya.

2013 yılı AKP iktidarına uğursuz geldi. İktidar bloğunun dışında ve onu etkilemeyen Gezi eylemleri omurgasız veya henüz şekillenmemiş bir toplumsal muhalefetin tepkisini dile getirirken bu kez 17 Aralık operasyonu ile dershanelerin kapatılması tartışmasıyla görünür gibi olan iktidar bloğundaki “paydaşların” bir yeniden paylaşım içine girdiği ayyuka çıkardı. Daha sonra düzeltme yapılmaya çalışılsa da AKP İstanbul İl Başkanı’nın önceki on yıldaki paydaşlarla yollarının ayrılacağına dair sözleri ilkin liberaller için sanılmıştı. Her ne kadar liberaller AKP terkisinden sert bir darbe ile atıldılarsa da onların siyaseten karşılıklarının fazla bir şey ifade etmediği, hatta “paydaş”dan ziyade yandaş sayılabileceğinden hareketle yeni bir meydan muharebesine hazırlıklı olmak gerekirdi.

Hasımlar bir biçimde sindirilince paydaşların her biri kendini olduğundan daha güçlü gördü ve iktidar bloğunda daha sağlam bir yer kapmak için hamle yaptı. 2002 AKP’si, veya referandum sonrası balkon konuşması yapan bir Erdoğan yerine her ne pahasına olursa olsun her şeye kadir bir şefin direktiflerini emir kabul eden bir güruh ortaya çıktı.

İktidarın bu kadar merkezileştiği bir süreçte paydaşlarla muhabbetin sona ermesi Allahın bir emri veya gidişatın doğal seyri olarak görülebilir. Otoriterleşme eğilimi yoğunlaştıkça her şeyin milli irade denen çoğunluk partisinin şefinin ellerinde toplanması kaçınılmaz bir şekilde eski müttefikleri veya iyi saatte olsunları teyakkuza geçirmekte. Bir yıl önce açıkça paydaşlar iktidar katından silkelenirken şimdi yeni yeni paydaşlara muhtaç hale gelindiyse AKP tökezlemeye başladı demektir.

 

AKP’nin tarihi artık yazılabilir

2002’den bu yana ne askeri vesayet ne cumhurbaşkanlığı seçimi (367 şartı), AKP ilk kez Gezi olayları ile ciddi bir sarsıntı geçirdi ve ardından “yolsuzluk” diye adlandırılan ama akabinde gelişen olaylarla aslında kimsenin eveleyip gevelemeden, yani “yetmez ama evet” deme cüretini gösteremeyeceği bir biçimde bir “yönetim tarzı”nı açığa çıkaran gelişmeler artık AKP’nin tarihinin yazılabileceğini göstermekte. Bu tarihin İslami bir ideolojinin cisimleşmesi veya Türkiye’nin demokrasi tarihi babında yazılmasını uygun görenler olsa da “zihniyet sosu”nu atlamadan nihayetinde dünyanın bir dizi ülkesinde de görebileceğimiz neoliberalizmin hayli a la turka bir pratiği söz konusu.

Neolibaralizmi “demokratik olmayan bir akılsallık” alt başlığında değerlendiren Pierre Dardot-Christian Laval şöyle bir keskin özetleme yapıyorlar: “Sinizm, yalan, aşağılama, dar kafalılık, diline ve hareketlerine hâkim olamama, cehalet, paranın küstahlığı ve tahakkümün kabalığı…”(Dünyanın Yeni Aklı-Neoliberal Toplum Üzerine Deneme , s. 412.)

Neoliberalizmin totalitarizmle ilişkisi üzerinde dururken birini hayırlı görmek için değil mekanizmaların farklılığına dikkat etmek gerekir. AKP’nin pratiğinde bir toplumsal projenin demesek de bir tahayyülün dayatılmasıyla giderek karma bir durum ortaya çıktı. Yani neoliberalizmin mantığının aksine AKP toplumu kutuplaştırdı, kendinden olmayanı şeytanlaştırdı. Gezi olayları sırasında Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın, “Muhalefetin senelerce uğraşsa da başaramayacağı bir şeyi, beş günde başardık ve normal koşullarda bir araya gelmesi düşünülemeyecek olan birbirinden çok farklı kesimleri grupları fraksiyonları toz duman içerisinde birbirleriyle buluşturduk”. (Hürriyet, 2.6.2013) diyerek neoliberal politikaların genellikle her şeyi kendine benzetmesine karşı Erdoğan’ın dayatmacılığının kendi kuyusunu kazdığını göstermekte.

Totalitarizmin gölgesi otoriterliğin pekişmesiyle belirmeye başlıyor. Yürütmenin yargıya bu kadar müdahale ettiği bir rejime demokrasi denmeyeceğinde herkes anlaşıyor, kısmi veya kusurlu sıfatları da giderek yetersiz kalıyor. Ancak AKP son olayların da gösterdiği gibi istediği gibi birtakım sivil toplum örgütü denen besleme kuruluşların açıkça desteğini alsın, devlet veya parti aracığıyla toplumun gözeneklerine işleme imkânından mahrumdur. Taşıma insanlarla meydanlar doldurulabilir ama bu insanlar her kesimde örgütlü bir güç olarak müdahil olmadıkları sürece başarı şansları yoktur.

 

Yine yeni yeniden Anayasa  ve Müzakere Süreci

Müzakere süreci, Yeni Anayasa gibi toplumda çok geniş kesimlerin irade ve rızasını alması gereken gündemin sürekli maddeleri çok daha geniş kapsamlı bir çerçeveye sürüklenmekte. Daha düne kadar AKP’den demokratik bir anayasanın motoru olmasını bekleyenler son uygulamaları görünce acı acı frene basıyorlar. Toplumda elverişsiz güç ilişkilerine rağmen ortak çıkarlar adına bir rasyonalitenin gereği olarak AKP’nin her derde deva bir anayasa yapmayacağını ve yapamayacağını 2007’den bu yana bir kez daha kanıtlandı. Ergun Özbudun’un hazırladığı, ahali görme şerefine nail olmasa da Amerikalara kadar götürülmüş olan bu taslağın değişengüç ilişkileri gereği ıskartaya çıkartılarak yerine bir başkanlık şemsiyesi altında yeniden yazılım çabalarının duvara tosladığı artık ayan beyan. AKP’nin böylesi bir anayasa yenilenmesi yerine, çok daha kolay ve basit olan birtakım yasa değişiklikleri yapmamış olması bile tek başına anlamlı.

AKP’nin akıbetinin iman gücüyle değil de iç çatışmalar vesilesi ile tartışılır hale gelmesine son verecek bir hamlenin Erdoğan tarafından yapılması mümkün gözükmüyor. Erdoğan’ın bugüne kadarki siyaset yapma tarzı tehlike anında bodoslama dalmayı alışkanlık haline getirdiğini gösteriyor. Bu konuda kabul etmek gerekir ki hakkaniyetli: Gezi direnişçilerine olduğu gibi düne kadarki en yakın müttefiki Cemaat’e de vatan hainliği makamından saldırıyor. Böyle bir zihniyetle “mutabakat”, yeni anayasa ve hatta “müzakere süreci” ancak ve ancak onun çizdiği çerçevede mümkün olabilir. Ve hatta kendi söylediğine başkası olur verirse ona da karşı çıkabilir!

Hâlâ bir sistem rasyonalitesi peşinde AKP ve CHP’yi bir anayasa uzlaşmasında buluşturmayı düşünmenin, KCK davası dâhil olmak üzere, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki keyfilikleri de göz önüne alarak bir genel af çıkararak gidişata dur deme beklentisinin demokrasi arayışıyla zerre kadar ilgisi yoktur. AKP herhangi bir demokratik düzenleme peşinde olmayıp kendi mutlak iktidarını perçinlemek, ona ket vurma ihtimali olan her türlü unsura haddini bildirmek niyetindedir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü bir tür kolaylaştırıcı veya dengeleri yeniden kuracak kişi olarak görmek AKP’nin bugüne kadar esas olarak Erdoğan tarafından yeniden ve yeniden biçimlendirildiği gerçeğini atlamak anlamına gelir.

 

 

Kaosta inşa

Büyük medyanın kurbanı olan herkes hemen bir çözüm peşinde, elbette demokratik ibaresini ekleyerek. Ancak krizde eksik olan unsurun inşası anında bir çözümden bin kat daha önemli ve hatta ikisi arasında bir uzlaşmazlık bulunmakta. Sosyalist hareketin temel görevi bu tür çözümler veya önemli projeler üretmek değil aşağıdakilerin kendi iradelerini açığa çıkaracakları kanalların açılmasına katkıda bulunmaktır. Bu, sözü edilen “yukarıdan çözümle” uzlaşmaz. Elinizdeki sınırlı gücü düzen güçlerinin kendi aralarındaki uyumlaştırma çabalarına hasredip oradan genel olarak bir takım iyileştirmeler beklemek yerine bu iyileştirmelerin toplumsal muhalefetin kendi programındaki kıymeti harbiyesine bakmak gerekir.

“Yesinler birbirlerini” diyenleri bir tür apolitikle suçlayanlar aşırı düzen politikasına kapılmanın da hayırlı bir iş olmadığını anlamalıdırlar. Açık söylemek gerekir, 2010 referandumundaki farklı tutumları da birbirine tokuşturarak güç toparlamak ve yeni güçlere ulaşmak mümkün değildir.

Düzen güçleri arasındaki çatışmalarda taraf olmanız için sizin de bir güç olmanız gerekir. Cemaat ve hükümet arasındaki savaşta her ikisi de kendilerine göre kurumlar içinde de önemli güçler kullanmakta. Bu güçlerin her iki kesimi de elbette toplumsal muhalefete karşı ortak davranmışlardır ve eşyanın tabiatına uygun olarak da ilk fırsatta yine ortak davranırlar. Yolsuzlukların faş edilmesi için Cemaat’i desteklemek, Cemaat’in uygulamalarına karşı hükümeti desteklemek çok akıllıca gözükebilir. Ancak bu yukarıdan siyasete meraka bir son verilmediği takdirde, gizli AKP beklentileri karşısında gizli CHP beklentileriyle bir arpa boyu yol almak mümkün olmayacağı gibi çürütücü, yozlaştırıcı ve akıllara seza bir pozisyona sürüklenilir.

2013 başında müzakere sürecinin kamuoyuna sızdırılması, Newroz’da Abdullah Öcalan’ın elinden hükümetle bir mutabakat metninin deklare edilmesiyle başlayan iyimserlik Rojava ile gölgelenmiş, ardından Gezi ile bu kez mutabakata dâhil olan iki kesim farklı içeriklerle şallak mallak olmuş, Mısır’da Müslüman Kardeşlerin indirilmesiyle kâğıtlar hızla karılmış ve ABD’nin Suriye ve genel olarak Ortadoğu politikasının Erdoğan’ınkiyle örtüşmediğinin belli olmasıyla azımsanmayacak bir itibar kaybına uğranılmış, beleşe yani sıcak paraya yaslanan ekonomi Amerikan Merkez Bankası’nın yeni politikasıyla sıkışmaya başlamış ve 17 Aralık patlamasıyla takke düşmüş kel görünmüştür. Piyasa oyunlarından istifade ederken uluslararası itibardan söz edip aynı oyunlar aleyhte işleyince komplodan söz etmek belki önemli miktarda seçmen için ikna edicidir, lakin seçmenin ikna olmasıyla ekonominin büyümeye geçmesi, yeni sıcak para akışının başlaması mümkün değildir. Seçmen de lideriyle birlikte kaosu harlayabilir, onu dizginlemek yerine mahmuzlayarak, gaza getirerek “felaket”ini hazırlayabilir.

Buradan istikrar çıkartmak için Erdoğan’ın ödemesi gereken bedel sanıldığından fazladır. Artık ne müzakere sürecinin ritmini denetleyebilir ne başlamış olan ne de muhtemelen olan çatlakları.

Bir balkon konuşması kimsenin hayalinde bile olamaz. Liberalleri, cemaati, oradan buradan sol gibi gözüken insanları devşirmenin mümkünatı yoktur. Milli Görüş’ten çark edileli ve de ihanet edileli hayli zaman oldu. Ünti amerikan safsatalar da kendi tabanına inandırıcı gelmeyecektir. Daha altı ay önce Obama ile görüşüp en yakını olmakla övünen birinin şimdi kuyumu kazıyorlar haykırışlarına kimse kulak vermeyecektir.

Geriye elde büyük bir medya taarruzu kalıyor ki sosyal medyanın hamlesi karşısında onun da ancak kendi tabanını tutmaya yaradığı kanıtlandı.

Ancak Erdoğan’ın en önemli avantajı kendisine açığa düşürecek bir siyasal alternatifin henüz belirmemiş olmasıdır. Kısa vadede sokağın ne yapacağını kestirmek zor. Ancak en alasından sokağı böylesine kısa vadeli ve de kurumsal siyaset zemininde irdelemek yerine onun yörüngesinin ve zamanlamasının çok daha uzun vadeli bir kendini inşaya yönelik olduğu hatırlanmalı ve unutulmamalı.

Seçimler girdabına girilmişken ilk adım olarak dikkatler yerel seçimlerde AKP’nin yitireceklerine ve de CHP’nin kazanacaklarına odaklanacaktır. Şimdilik MHP bu çekişmede durağan bir seyir izler görünmekte. Ama AKP’den kaçacak seçmene hiç değilse belli bölgelerde MHP çok daha yakındır. 1999’de, medyada görünmeyen ancak tarihinin en büyük sıçramasını yapan MHP’nin de genel olarak toplumda muhafazakârlığın yükseldiği bir evrede puan kazanabileceği akılda tutulmalıdır.

CHP, Demirel’in 1991 seçimlerinde sözünü ettiği ve aslında bunu 2002 seçimlerinde en iyi AKP’nin kullandığı “ödünç oylara” talip olduğunu MHP ve AKP kökenli adaylar gösterdiği Ankara ve Antakya örneğinde açıkça gösterdi. İstanbul’da sonuçların ne olacağına dair ilk veriler en azından 2009 seçimlerine bakarak CHP oylarının artacağı merkezinde.

Gezi’nin CHP’yi uçuracağını söyleyenler Ankara’da ve Antakya’da Gezi’nin rüzgârı yerine muhafazakâr seçmenin oyuna yönelen CHP’yi ne kadar çekiştirseler de kendini aşmasını beklemeleri abestir. Merkez solu yapısal bir değişikliğe uğratmak için çok köklü toplumsal dönüşümlere ihtiyaç vardır. Altmışlı yılların ortasından yetmişli yılların ortasına CHP farklı bir kimlik arz ettiyse bunu kimsenin maharetine değil aşağıdan gelen baskıya bağlamak gerekir. Dolayısıyla gayet pragmatik bir biçimde kendi oylarını artıracak her adayla işbirliğine giren CHP’den AKP karşıtlığı temelinde bir fiili işbirliği veya geçici yol arkadaşlığı aramanın ciddi yanılsamalara yol açacağı akıldan çıkartılmamalıdır.

 

Henüz son söz söylenmedi

Toplumsal muhalefet alanında Gezi olaylarıyla bir hamle yapılmış olsa da bu hamlenin kendi siyasal seçeneğini oluşturmamış olması ve bunun dışında toplumsal muhalefetin parçalı ve toplamında da güdük kalması, kaosta inşanın imkânlarının hayli sıkıntılı olması, CHP’nin solundaki güçlerin ilişkilerinin kısa vadeli olarak değil şimdiden gelecekteki ortaklıkların zeminini yitirmeyecek bir şekilde örülmesini gerekli kılmaktadır. Açıkçası bir sosyalist parti olmamakla birlikte sosyalistlerin de dâhil olduğu HDP’den Halkevleri, ÖDP, TKP’ye önümüzdeki dönemde zorlu mücadeleler için birlikte olması gereken her kesimin yan yana gelmesini engellemeyecek bir yaklaşım geliştirmek gerekecektir. Siyasal tartışma yapıyoruz diye kendini mükemmel kendi dışındakileri öteki cenahın “objektif” yardakçısı gibi göstererek, birbirini itham ederek kendini konsolide etme çabalarının sonuçları fazlasıyla yaşanmıştır. Gezi olayları ve 17 Aralık patlaması vesilesi ile Kürt ulusal hareketi (veya bu hareketten kimileri) kendi konumunu düşünerek nasıl yalpaladıysa kimi sol hareketlerin de AKP’nin gidişi adına CHP’den bir beklentileri olduğu söylenebilir. Bütün bunlar önümüzdeki dönemde kaosun da dağladığı bir dizi mücadelede ayrı durmanın gerekçesi olmamalıdır.

Hüsran kısa sol tarihimizin özetinin adıdır. Ve elbette ki hüsran kader değildir. Gezi’nin bir öğrettiği de ahkâm kesmek yerine ortak amaç için şeytanla bile gerektiğinde pazarlık etmektir. Gezi bir güzelleme düzme, babalanma vesilesi değil beş benzemez arasında da ortak bir mücadelede demokrasi geliştirme pratiğidir. Yerel seçim bunu geliştirmek için bir vesile olmayabilir ama bunun önünde bir engel de olmamalıdır.

Kaosun en önemli ayağı eksik. Aşağıdakilerin kendi özdeneyimleriyle henüz siyaset eylemedikleri, bunun için daha bir dizi yeni deneyime ve bu deneyimi gerçekleştirecek yeni kuşaklara tanık olacağımız günlerin arifesinde olmaya çabalamaktan fazlası doktriner bir yaklaşım olur. “…uykuda olan çok büyük kitleleri uyandıracak, alevlendirecek ve mücadeleye sevk edecek sebeplerin hangileri olacağını bilemeyiz, bunu kimse önceden söyleyemez” diyor Lenin. Gezi değildi, “yolsuzluk ve rüşvet” bir inandırıcılık bunalımına yol açtı. Ama kitlelerin aktif olarak siyasete katılmaları için en küçük ihtimali ve imkânı küçümsememek gerekir.

 

Yeniyol, sayı: 7, Ocak-Şubat 2014