Önder Akgül –

 
ABD’de siyahlara yönelik polis şiddeti, özellikle 9 Ağustos 2014’te Missouri eyaletine bağlı St. Louis şehrinin Ferguson banliyösünde Michael Brown adlı bir gencin polis tarafından öldürülmesi, ardından hem Ferguson’da hem de ülkenin birçok şehrinde siyahların çoğunluğunu oluşturduğu kendiliğinden ayaklanmalar ve eylemler ile beraber ulusal ve hatta uluslararası kamuoyunda önemli bir gündem oldu. Halbuki Michael Brown’ın öldürülmesi, siyahların polis tarafından öldürülmesinin ne ilk ne de son örneği idi. Irkçılık karşıtı Malcolm X Taban Hareketi’nin yayınladığı rapordaki verilere göre ABD’de her 28 saatte bir, bir Afro-Amerikan vatandaş polis tarafından öldürülüyor.[1] Geçtiğimiz ve hali hazırda bulunduğumuz yıla dair yeni olan, polis şiddetine karşı kitlesel ayaklanmaların varlığı ve bu ayaklanmaların hayatın her alanından dışlanan özellikle yoksul siyahların adalet talebini radikal bir biçimde dillendirmesidir.  Hatırlayacağımız gibi, New York’ta kaçak sigara sattığı gerekçesiyle Daniel Pantaleo adlı bir polis tarafından boğazlanarak öldürülen Eric Garner’in boğazlandığı anda söylediği  “Nefes Alamıyorum” tabiri, özellikle New York Yüksek Mahkemesi’nin fail polisleri aklamasının ardından, ABD’nin dört bir yanında Ferguson ayaklanmasının yarattığı birikim ve kanallar aracılığı ile yükselen kitlesel ayaklanmaların ve işgal eylemlerinin sembolik sloganına dönüşmüştü. “Nefes alamıyorum” yargı ve polis aygıtlarının ırkçı şiddetine karşı bir ifade olmak ile birlikte, siyahların, ırksal ayrımcılık üzerine bina edilmiş iktisadi ve siyasal sistemin yarattığı ve özellikle ABD ekonomisinin krizi ile birlikte derinleşen yoksulluğa, mekansal olarak marjinalleştirilmeye ve hapishane endüstrisi ile birlikte kriminalize ediliyor olmalarına bir tepki idi.
 
Polis şiddeti ve yargı kararlarının ardından ortaya çıkan kitlesel başkaldırılarda şaşırtıcı olmayacak şekilde ABD tarihine bolca referanslar görmek mümkün. Bu referanslara baktığımızda iki tarihsel dönem göze çarpmakta. İlki Amerika’nın kölecilik tarihi ve ardından siyah vatandaşların bizzat legal bir biçimde ayrımcılığa uğraması, ikincisi de 50’li yıllarda başlayan 60’lı yıllarda hız kazanan siyahların eşitlik talebiyle inşa ettikleri yurttaşlık hareketi. Bu referanslar ile tarih ve güncellik arasında bağlar kurulmaya çalışılıyor. Anlatılmak istenen ABD’de siyah vatandaşların sistematik olarak ayrımcılığa uğramalarının ve marjinalleştirilmelerinin 1960’lı yıllardan sonra yeni formlarla devam ettiği fakat buna karşı da siyahların kurtuluş mücadelesinin tekrar yükseldiği ve bu ayrımcılığa ancak siyahların kendi mücadeleleri ile son verebileceğidir. Bu anlamda 2014-2015 yılı ayaklanmalarında ortaya çıkan bu hafıza, Amerikan devletinin ve onun özellikle de yargı ve polis teşkilatlarının ırkçı pratikler ile ne kadar hemhal olduğunu hatırlatmakta, Amerikan liberal demokratik söyleminin merkezinde bulunan “eski günler geride kaldı” diye özetlenebilecek tarih okumasının ve aynı zamanda önerisinin bir illüzyondan ibaret olduğunu vurgulamaktadır. Aynı zamanda eşitlik ve adalete ancak ırkçı devlet pratiklerine karşı sokakta ve militan bir kavga ve bizzat ayrımcılığa uğrayanların inşa ettiği mücadele zeminleri ile ulaşılabileceğine dair bir mirası canlandırmaktadır.
 
Ferguson’da başlayan, zaman içinde yükselip dinen ve tekrar yükselen bir döngüye sahip olan 2014-15 ayaklanmaları, ABD’nin yapısal ırkçı sisteminin ve aynı zamanda bu sisteme karşı mücadelenin tarihi içinden böyle bir okumayla anlaşılabilir elbette. Fakat, bu noktada ölçeği biraz genişletmeye çalışalım. ABD tarihi içinden bir okumanın da ötesinde, bu ayaklanmalar adını belki tam koyamamış olsak da 2005 yılında Fransa’da patlak veren banliyö isyanları ile başlayan, Yunanistan’da krize karşı mücadele ile devam eden ve İspanya’dan Portekiz’e yayılan; Arap devrimci süreci ile yoğunlaşan ve bize de Gezi vasıtası ile uğrayan, yeni bir küresel ayaklanma çağının ABD uğrağı (Wall Street’ten sonra ikinci defa) olarak da düşünülebilir.[2]
 
Her ne kadar örneğin Arap coğrafyasında baskıcı rejimler ve İslamcı köktencilik ile konsolide olan karşı-devrimci sürecin devrimci dinamikleri bastırması ile karşı karşıya olsak da bu adı konmamış ayaklanma çağının siyasi sonuçları için net bir tespitte bulunmak için henüz çok erken. Fakat bu birbirini izleyen, birbirinin sembol ve yöntemlerinden esinlenen ayaklanmalar serisi mefhumunu dünya kapitalist sisteminin siyasi iktisadi ve kültürel krizinin bir yansıması olarak görmek mümkündür. Özellikle 2008 krizi ile şiddetlenmiş bir biçimde toplumun belli kesimlerini işşizlik ve yoksulluğa mahkûm edip kentteki gündelik yaşamını gettolaştırıp yoksulluklarını kriminalize ederek ve toplumun geniş kesimlerini karar alma süreçlerinden dışlayarak bu krizden kurtulma çabası bu kesimlerin radikal ve militan tepkileri ile karşılaşıyor.
 
ABD’de siyahlarının geçtiğimiz Ağustos ayından itibaren sokakları mücadelenin temel uğrağı olarak seçmesi sadece yargı ve polis teşkilatlarına güvensizliğin değil aynı zamanda iktisadi ve kültürel olarak dışlanmaya karşı bir tepkinin ürünü olarak görülebilir. Bir başka deyişle sokakta mücadele eden kitlelerin sloganları ve taleplerinden hareketle baktığımızda polis şiddeti ve mahkeme kararlarının arkasındaki mantık ile siyahların yoksullaştırılması, kentin varoşlarında gettolaştırılan, özellikle 2008 iktisadi krizi ile birlikte ortaya çıkan bütçe krizlerinin bedellerinin ödettirilmesi ve yoksul siyahların kriminalize edilmesi aynı düzenin tezahürleri olarak algılanmakta. Mücadelenin salt bir hukuki adalet talebi ile değil ırkçılıkla el ele yürüyen yoksulluğa ve işsizliğe karşı ve kentin kaynaklarını eşit bir şekilde kullanma hakkını içeren taleplerle bütünleştiğini görüyoruz.
 
Bu anlamda Baltimore isyanı Ferguson’dan itibaren var olan ayaklanmacı adalet talebinin hukuki, siyasi, iktisadi ve kültürel içeriklerini bir kez daha görmemizi sağlıyor. Sadece polis ile göz göze geldikten sonra koşmaya başladığı gerekçesi ile yakalanıp sürüklenerek ve tartaklanarak gözaltına alınan ve gözaltında oluşan omuriliklerindeki hasarlar sonucu bir hafta sonra 19 Nisan’da hastanede ölen 25 yaşındaki Freddie Gray polis tarafından siyahlara yönelik şiddetin ve Baltimore şehrindeki polis barbarlığının son örneği. Gray’in katli Baltimore şehrinde radikal eylemler ile protesto edilmeye devam ediyor.
 
25 Nisan Cumartesi binlerce eylemcinin şehirde düzenlediği eylemin sonunda, eyleme katılan önemli bir grup siyahın polis arabalarını ve bazı marketleri taşlaması, hem o sırada devam etmekte olan beyzbol maçındaki ırkçı beyaz taraftarlar ile, hem de polisle çatışma görüntüleri  Amerikan ana akım medyası ve siyasi elitleri tarafından sansasyonel bir şekilde eylemleri kriminalize etmek için kullanılmaya devam ediyor. 27 Nisan Pazartesi Gray’in cenazesi sonrası polis ile şiddetli çatışma sonrası Baltimore belediye başkanı gece 10 ve sabah 5 saatleri arasında sokağa çıkma yasağı, okulların tatili ve Mayıs ortasına kadar okul gezilerin iptali gibi kararlarla kentte olağan üstü hal ilan ederken başkan Obama federal polis aygıtının ayaklanmaları bastırmak için destek vereceğini belirtti ve kentte neredeyse askeri (polis tarafından) bir işgal yaşanıyor. Medyasından, siyasi elitlerine ve yönetici sınıfına devletin faili olduğu şiddeti sorgulamayanlar, ayaklanmanın öfkesini yine ırkçılığı besleyecek şekilde siyahları kriminalize eden bir söylemle dillendirmeye çalışıyorlar.
 
Cenaze sonrası çatışma görüntüleri de Amerikan medyasının ayaklanmayı Amerikan halkının gözünde kriminalize etmeye, meşruiyetini zedelemeye çalışması için medya için muazzam bir araç oldu. Buna karşı daha soldan gelen, medyanın barışçıl eylemleri yansıtmadığı, sadece şiddet içeren eylemleri gösterip ayaklanmayı ve ayaklanmaya katılan siyahları bir kez daha marjinalize etmeye çalıştığı eleştirisi haklı ve doğru olmakla birlikte Baltimore şehrinin dinamiklerini anlamamız ve ayaklanmanın neden şiddet ürettiğine nüfuz etmemiz noktasında yetersiz kalıyor. The Atlantic sayfalarında Ta-Nehisi Coates imzasıyla ve “Nonviolence as Compliance” başlığı ile yayınlanan, ve bugün şiddet karşıtlığı çağrısı yapanların Freedie polis şiddeti ile katledilirkenki suskunluklarını anımsatan yazıdan alıntı ile devam edersek:
 
“Şiddet içermeyen eylem yöntemi çağrıları siyasi şiddete karşı oluşabilecek tepkilerden kurtulmak için bir öğüde dönüştüğünde kendisine ihanet etmiş olur. Şiddet içermeyen eylem çağrıları savaşın ortasında mütecaviz tarafın oyun dışı çağrılarıyla başladıysa, ancak bir katakulli olabilir. Devlet şiddet yığınını vatandaşlarına sadaka olarak dağıtırken, şiddet içermeyen eylem çağrıları bu devletin temsilcileri tarafından vaaz edildiğinde, bu bir sahtekârlığı su yüzüne çıkarır.”
 
Bu anlamda Baltimore ayaklanması ve ayaklanmanın öfkesi ancak şehrin uzak ve yakın geçmişindeki ve hali hazırdaki, devlet ve polis tarafından yoksul siyahlara uygulanan ırkçı iktisadi, siyasi ve kültürel şiddet ile anlaşılabilir.
 
Baltimore,  yüzde 63’ü siyah olan 620 bin nüfusa sahip hane başına yıllık ortalama 41 bin dolar gelire sahip bir şehir. Şehrin dışı ise yüzde 60’ı beyaz ve ortalama yıllık geliri 73 bin dolar. 2002-2008 Yılları arasında Amerika’da yayımlanan ve bir tür şehrin etnografisi olarak izlenebilecek televizyon dizisi The Wire’da yansıtıldığı üzere Baltimore şehrinin iktisadi ve mekansal coğrafyası ırksal olarak bölünmüş ve bu anlamda Baltimore Amerika’nın en ayrımcı şehirlerinden biridir. Kentin içinde hayatları gettolaşmış ve sürekli bir biçimde polis şiddeti ile zapt ve kriminalize edilen siyahlar özellikle 2008 iktisadi krizi ile birlikte yoksulluğun ve işsizliğin şiddetini daha fazla hissetmekte. Özellikle kriz ardından belediyelerin yaşadığı bütçe krizinin bedeli yoksullara dolaylı vergiler ile ödetilmekte ve Baltimore’un bahsettiğimiz özgül haritasında bu bedel büyük oranda ırksal bir biçimde bölüştürülmektedir. En son su ücretlerinin aşırı bir şekilde artmasından kaynaklı olarak su faturalarını ödeyemeyen ve daha çok yoksul siyahların yaşadığı mahallelerde ikamet eden 25 bin sakine belediye su hizmetini durdurmuş durumda. Yine bu mahallerdeki şehir okulları ve rekreasyon merkezleri kapatılmakta.  Buna karşılık, şehrin güvenlik aygıtı yoksul siyah mahalleleri şiddet ile kontrol ve zapt etmeye çalışmaktadır. Şehir polisinin yüzde 80’i beyazlardan oluşmaktadır. Şehrin bağlı olduğu Maryland eyaletinde 2010-2014 yılları arasında yüzde 70’i siyah olmak üzere 109 kişi polis tarafından öldürülmüş ve eyalette öldürülen vatandaşların büyük oranı Baltimore şehrinde yaşamaktadır.[3] Tüm bu veriler eşliğinde baktığımızda Baltimore ayaklanmasının ve ayaklanmanın öfkesinin kaynakları göründüğünden ve medyanın yansıt(ma)dığından çok daha derindir. Bu öfkenin kentin yoksul siyahlarının devlet şiddeti eşliğinde maruz bırakıldığı mekansal, iktisadi ve siyasi ayrımcılıktan kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır.
 
Baltimore ayaklanması şehirde daha önceden polis şiddetine, hapishane endüstrisine karşı, şiddete maruz kalanlar ve aileleri ile birlikte, mücadele eden, konut, kira, eğitim ve su hakkı gibi meseleler etrafında mücadele yürüten aktivistleri ve bu aktivistlerle ırkçılık ve yoksulluğa maruz kalan kent paryalarını ve özellikle kadınları bir araya getirme zemini yaratmıştır. Bu anlamda Baltimore isyanı Ferguson’dan itibaren ortaya çıkan militan sokak hareketlerinin bir parçası ve radikal bir şekilde sürdürülmesidir. 2014-15 ayaklanmaları her ne kadar ulusal çapta siyasi bir önderlik oluşturamamış olsa da, farklı sorunlar etrafında bir araya gelen irili ufaklı ve sokak mücadelesini adres olarak gören birçok oluşumun doğmasına, yeni militan kuşakların oluşmasına, özellikle de siyah kadınların bulundukları yerlerdeki ayaklanmalarda ve devamındaki yerel faaliyetlerde önemli bir rol almasına, hali hazırda devam eden özellikle çok düşük ücretlerle çalışan fast food ve süpermarket sektörü işçilerinin mücadeleleri ile bağlar kurulmasına olanak ve zemin sağlamıştır. Takip etmek, öğrenmek ve ortak dersler çıkarmak boynumuzun borcudur.
 
 
[1] J. Wrigley, S.R. Shalom, D. La Botz, “Ferguson and Staten Island: Examplers of America’s Racialized Capitalism”, New Politics, 15, (2015 Kış).
 
[2] ABD’deki ayaklanmaların küresel başkaldırı çağının bir parçası olarak görülmesi gerektiğine ve neoliberal hegemonyanın krizinin bir ifadesi olduğuna dair: Cihan Tuğal,  “‘Nefes Alamıyorum’: Başkaldırının Farkında Mısınız”, T24, 12 Aralık 2014, http://t24.com.tr/yazarlar/cihan-tugal/nefes-alamiyorum-baskaldirinin-farkinda-misiniz,10803
 
[3] Bu rakamlar için: Alena Davenport, “We Have a Right to be in the Streets for Freedie”, Socialist Worker 27 Nisan 2015, Socialist Worker, http://socialistworker.org/2015/04/27/in-the-streets-for-freddie