Salah Jaber

 

Uluslararası Araştırma ve Eğitim Enstitüsü’nde (IIRE, Amsterdam) gerçekleşen seminerde yapılan konuşma.

1 Şubat 2009

 

Mesele hakkındaki değişik görüşlerin nasıl evrildiğinin tarihsel bir değerlendirmesiyle başlayacağım, ardından problemin bugün ele alınış şeklini tartışarak devam edeceğim.

 

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından (1945 ve 1948 arasında) yerleşim yerleri hakkında önerilen çözümlerle başlayacak olursak, Arap tarafında iki temel görüşün hakim olduğunu görüyoruz:

 

1) Bir pozisyon, Aslen Wafd’cı Mısır tarafından temsil edilen, Arap Ligi devletleri’nin pozisyonuydu; bu görüş bölgedeki solun ve özellikle Filistin’deki Yahudi ve Arap komünist aktivistlerin görüşleriyle örtüşen liberal ulusalcı akım tarafından temsil ediliyordu. Bu bakış açısı bizim şimdi iki-uluslu çözüm dediğimiz şeydi. İki görüş, Filistin’de bugün yaşayanlardan oluşan, dolayısıyla dışlayıcı olmayan bir devlet tasarlaması bakımından örtüşüyordu. Öneri Arap Devletleri tarafından formüle edilmişti ve o tarihte Filistin’deki nüfusa oranlarını dikkate alarak Yahudilere 1/3 oranında parlemento temsili öngörüyordu. Bu kapsayıcı bir demokratik devlet formülüydü ama aynı zamanda iki ulusal cemaatin farklılıklarını da dikkate alıyordu. Tabi o zamanlar İsrailli Yahudi cemaati oluşmakta olan bir ulustu, eğer tabir uygunsa.

 

2) Bu perspektifin karşısında, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni tarafından temsil edilen ultramilliyetçi görüş yeralıyordu, ki bu görüş Filistin’e 1917’den sonra gelen tüm Yahudilerin ayrılmasını talep ediyordu.

 

Yani iki tip pozisyon arasında o döneme kadar giden bir ayrılık vardı.

 

Daha sonraları, yani 1950’lerin ortalarından 1960’lara kadarki hakim politik çizgiyi büyük ölçüde Nasır’ın temsil ettiğini görüyoruz. Haziran 1967 savaşı etrafında dönen efsanelerin aksine, Nasırcı görüş başından beri ‘Yahudileri denize atmak’ fikrine karşıydı. Nasır, hemen buna benzer fikirlere karşı açıklamalar yaptı ve hemen hemen Arap Ligi Devletleri’nin pozisyonuna benzer bir çizgiyi savundu. Yani içinde yaşayan Yahudilerin tüm azınlık haklarına sahip bir şekilde varolabileceği bir Filistin Devleti fikrini savundu. Manda altındaki Filistinin sınırlarını dikkate alırsak İsrailli Yahudilerden daha fazla Filistinli mevcut olduğundan bu akla yatkın bir görüştür.

 

FKÖ 1964’de Arap rejimlerinin himayesinde kuruldu ve kuruluş bildirgesini dikkate aldığımızda Arap tepkisinin ve Müftü’nün ultramilliyetçi vizyonunun bir devamıydı (inanılanın aksine Choukeiry, Nasır rejiminin yakın bir dostu değildi ve Nasır rejimiyle birçok anlaşmazlığı vardı). Yani Filistin’de kalma hakkı olan Yahudileri Filistinli Yahudiler ya da yerli Yahudiler olarak tanımlıyordu. Bildirge 1968’de değiştirildiğinde bile Filistin’de kalmasına izin verilecek Yahudileri, Müftü’nün ultramilliyetçi vizyonuna uygun olarak, Filistin’de 1917’den önce bulunanlar olarak tanımlıyordu. Bu şu demek oluyordu, daha geç gelenler bavullarını toplayıp geldikleri ülkelere geri dönmek zorundaydı, tıpkı ulusal bağımsızlığın ardından Cezayir’i terketmek durumunda olan Avrupalılar gibi.

 

Filistin gerilla mücadelesi 1967’den sonra ortaya çıktığında ve FKÖ’yü yavaş yavaş kontrolu altına almaya başladığında başka bir yaklaşım belirdi. Bu yaklaşım, FKÖ kurumları içindeki (özellikle Filistin Ulusal Konseyi içindeki) aşırı milliyetçi direniş yüzünden asla FKÖ programına giremedi.

 

El-Fetih hareketiyle bağlantılı bir grup lider ve entellektüel ise diğer bakış açısıyla uyuşan ve pek de yeni olmayan demokratik Filistin fikrini geliştirdiler. Tam olarak söylemek gerekirse, demokratik Filistin Devleti formülünü. Bu devlet bütün Filistinlileri (geri dönen mülteciler de dahil olmak üzere) ve bölgenin Yahudi sakinlerini içerecekti. Zaman zaman muğlak noktaları olsa da (demokratik Filistin’de kalmaya hak kazanacakları belirleyen siyasi koşullara yapılan gönderme gibi) belirleyici fikir, Filistinli Araplar ile Filistine göç etmiş Yahudilerin birlikte var olacakları bir Devlet’ten söz edilmesiydi.

 

Bu yaklaşım Halk Cephesi tarafından da formüle edilmişti. Onlar da, tüm oturanlarına açık olması hususunda daha net bir duruş sergileyerek aynı fikiri geliştirmişti. Bazı belirsizliklerle beraber, Halk Cephesi de bir demokratik Filistin Devleti tasarlıyordu.

 

Bu demokratik Devlet perspektifi başından beri birçok eleştiriye uğradı. Milliyetçi Arap bakışaçısından bile eleştiriler geliyordu. Bir Arap milliyetçisi için nasıl tüm Arap sınırları problemliyse bu perspektif de sorunu İngiliz mandasının belirlediği sınırların içine hapsetmesi bakımından problemliydi. En temel eleştiri şuydu: bu yaklaşım İsraillileri Yahudiler olarak görüyordu. Bir başka deyişle İsrail sorununu bir dini cemaat sorunu olarak görüyordu ve tarihsel olarak oluşmuş bir İsrail ulusu olgusunun varlığını hesaba katmıyordu. Dolayısıyla, gözardı edilemeyecek ulusal boyutu hesaba katmadan, sanki mesele sadece iki dini cemaatin birlikte var olma meselesiymiş gibi, sorunu bir demokratik ve laik Devlet’e indirgeyerek anlaşmazlığı çözmek imkansızdı.

 

Tabi ki, yukardaki formülasyona Marksist bakışaçısından yapılabilecek ikinci bir eleştiri de ‘demokratik’ perspektifin sınırlarıyla ilgili. Yani bu formülasyon bir burjuva programı. Temel fikir İsrail-Filistin problemine bir kapitalist, burjuva demokratik çerçeve içerisinde somut bir çözüm bulunabileceği.

 

Bu tip bir formülasyona karşı zamanının en gelişmiş yaklaşımı olarak görebileceğimiz bir perpektifi inceleyebiliriz. Bu perspektif Filistinli çevrelerde, 1970 kadar erken bir tarihte Demokratik Cephe tarafından formüle edilmişti. Aslında Halk Cephesinden bir kopma olan Demokratik Cephe, Arap ulusalcı hareketinden gelen Halk Cephesi aktivistleri ve Baath darbesinden sonra başlayan kanlı baskıdan kaçan sol komunistlerin önemli katkılarından oluşuyordu. Aralarında Troçkist eğilimleri olan insanlar vardı. Bunu Demokratik Cephe’nin en erken belgelerinde Mao Zedung’la beraber Troçki’ye yapılan göndermelerden anlıyoruz.

 

Demokratik Cephe’nin o zamanki lideri Nayef Hawatmeh, Yugoslavya’yı örnek alan iki uluslu sosyalist bir çözümü savundu. Tabi bugünlerde Yugoslavya’dan arta kalanları gözönünde bulundurduğumuzda bu öneri Arafat’ın Lübnan’ı örnek alan Seküler Demokratik Filistin modeli kadar kötü bir öneri (tabi Lüban sekülarizminin de tamamen şüpheli oldugu gerçeğini de en azından belirtelim). Tabi ki diğer modellere yapılan referansları zamanın şartlarıyla değerlendirmek lazım. Demokratik Cephe’nin bakış açısının temel fikri sadece sosyalist bir perspektifle başarılabilecek, ulusal birimleri hesaba katan, federatif bir çözüm önermesidir.

 

İsrail tarafında ise 1960’larda daha çok Matzpen olarak bilinen İsrail Sosyalist Örgütü kuruldu, ki onlar da başlangıçta soruna sosyalist bir çerçevede kökten çözümü öngören Marxist bir perspektifi savundular, ve bir Ortadoğu sosyalist federasyonunu dile getirdiler. ‘Arap’ terimini kullanmamaları İsrail Devleti’ni de bu federasyona dahil etmek istediklerini gösteriyordu. İSÖ kendi deyişleriyle, Filistin ve İsrail uluslarının kendi kaderlerini tayin hakkını aynı düzlemde değerlendiriyordu.

 

Bizim bu perspektifle problemiz vardı çünkü sadece kendi kaderini değil diğerlerinin kaderini de tayin eden, yani başka bir deyişle ezen ulusla ezilen halkın kaderini aynı düzlemde değerlendirmek mümkün değildir.

 

1970’den itibaren bölgede örgütlü bir varlığımızın olmaya başladığı zamanlarda bizim geliştirdiğimiz perspektif sadece yukarıda belirttiğim eleştirileri değil Filistin’in sadece dışardan yürütülen bir mücadeleyle özgürleşeceğini savunan öngörünün de eleştirisini içeren programatik bir perspektifti. (Bu öngörü o zaman Arap dünyasında, FKÖ’de, el-Fetih’te hakim olan fikirdi. Sadece Filistinin Özgürlüğü için Demokratik Cephe mücadelede Yahudi-İsrailli unsurları hesaba katan kısmen değişik bir bakış açısına sahipti).

 

Dolayısıyla, bir dizi nedenle ayrıntılarına girmemin gereksiz olduğunu düşündüğüm, dışarıdan bir askeri özgürleştirme olmaksızın Filistin’in kurtuluşunun mümkün olmadığı fikri İsrail devletinin doğasıyla alakalıdır. İsrail bir sömürge azınlık devleti değil, yerli nüfusun kovulmasına ve nükleer güç de dahil aşırı silahlanmış bir devlete (ki bu da tamamen askeri bir çözümün kıyamet anlamına geleceği demek) dayanan bir iskan sömürgeciliği. Bu enternasyonalist bakış açısından da reddedilmesi gereken bir perspektif. Şüphesiz, eğer soruna sosyalist çerçeve dışında gerçek bir çözüm olmadığını düşünüyorsak, bir sınıf bakış açımız vardır: eğer sorunun sosyalist çerçeve dışında gerçek bir çözümü olmadığını düşünürsek, bir sınıf perspektifini düşünmüş oluruz. Ve sınıf bakışaçısı yatay ve enine genişler, ulusal ayrılıkları saf şekliyle ve sosyal ve sınıfsal ayrılıklarla birleşmiş şekilde içine alır. Bu sebepten bir utopik boyutu olan (ki böyle bir boyut düşünce, tartışma ve eğitim için gereklidir), devrimci programatik perspektifi savunduk. Bizim perspektifimiz, el-Fetih’in Filistinlilerin Arap devletlerinin iç işlerine karışmamasını savunan duruşunun aksine, Arap bölgesi seviyesinde bir devrimi Filistinlilerin yaşadıkları yerlerdeki sınıf mücadelelerine katılmalarının gerekliliğine yapıtığımız vurguyla birleştiriyordu. Filistin mücadelesinin zaferi için Arap rejimlerinin yıkılmasının temel şart oldugunu vurguladık. Bunun da ötesinde, bölgesel ölçekte bir devrimci hareketin gelişimi, İsrail içinde bir ortağın ortaya çıkışının koşullarını da yaratmalıydı. Başka deyişle, Arap tarafında enternasyonalist bir programa sahip bir hareketin yükselişi İsrail tarafında bir ortağın ve İsrail toplumunda ihtiyaç duyulan bölünmeyi yaratacak koşulları oluşturacaktı. Siyonizmden ve onun Devlet seviyesindeki tezahüründen kopuş toplumsal, sınıfsal, ve barışçı (pasifist) temeller üzerinde olacaktı. Siyonist devletin parçalanması, bu devlet yapılarının parçalanması (ki bu yok edilmesinden daha az korkutucu bir ifade) bu bileşim ile başarılabilir ya da başarılmak zorundadır.

 

Bu zamanın diğer Arap Marksistleriyle yakınlaşan programatik bir gelişmeydi. Örneğin Sadık Celal el-Azim’in, her bireyin elinde anahtarı ve tapusuyla beraber geri dönüp kendisinin ya da atalarının yaşadığı toprağı veya evi geri aldığı bir geri dönüş hakkı tasarısını güçlü bir şekilde eleştiren ilginç metinleri vardı. Yazar, sosyalist bakışaçısından ‘geri dönüş hakkı’nın özel mülkiyet perspektifine değil ulusal sorunun tatmin edici bir çözümüne dayanan çözümler geliştirmek demek olduğunu anlatıyordu.

 

Yani, biz bu geleceğe yönelik programatik perspektifleri İsrail ordusunun 1967’de işgal ettiği topraklardan derhal, tamamen ve şartsız çekilmesi talebiyle birleştirdik. Ve böyle bir formüle tüm Filistin’in kurtuluşu adına karşı çıkmanın (başlangıçta el-Fetih’in de dahil oldugu Filistinli radikallerin yaptığı gibi… yıllar içindeki değişimi görebilirsiniz!) devasa bir hata olacağını anlattık. ortada birleşik bir güç inşa etmenin imkanı vardı, acil bir mücadele gerektiren 1967 toprakları sorunu üzerine geniş bir birliktelik vardı. Dahası bundan etkilenen Batı Şeria ve Gazze’de halkın acil ihtiyacıydı bu. Dolayısıyla işgalci ordunun geri çekilmesi için savaşmamız gerekiyordu. Tabi ki bu Oslo anlaşmasında olduğu gibi feragat pahasına değil, tamamen ve şartsız bir geri çekilme perspektifiydi.

 

Şimdi sorunun bugün nasıl ortaya konulabileceğine geleceğim.

 

‘Tek devlet/İki devlet’ tartışmasıyla başlayacağım. Birincisi, bence bütün bu tartışma büyük bir zaman ve enerji israfı. Neden? ‘Tek devlet’ perspektifi üzerine biraz düşünün. Kısa vadede diğer kaygılardan bağımsız olarak, böyle bir çözümün mümkün olmadığı açık. Eğer bu bir uzun vadeli çözümse o zaman daha önce bu çerçevenin sınırları ile ilgili söylediğim herşey geçerli: neden sınırları İngiliz Mandası tarafından çizilmiş bir Filistin? Neden Filistin ve Ürdün değil? Tahminlere göre Ürdün’ün doğusunda yaşayan nüfusun yaklaşık %60-80’i Ürdün ve Akdeniz arasındaki bölgeden gelen Filistinliler.

 

Daha da önemlisi (İsrail tarafının bunu reddetiği gerçeğini bir kenara bırakacak olursak) Filistin tarafının İsraillilerle aynı devlet içinde yaşamak istedikleri hiç de kesin değil. Eğer Güney Afrika’yı model olarak alırsak, Beyazlarla Siyahlar arasındaki ve ikisini de içerebilecek bir devlet içindeki Filistinlilerle İsrailliler arasındaki büyük oran farklarını dikkate almasak dahi, onyıllar süren güçlü baskının ardından, siyasi yapılar dışında ki bütün alanlarda (ekonomik, sosyal, vs.) beyazların hakim olduğu apartheid sonrası Güney Afrika örneğinde olduğu gibi, Filistinliler nasıl olup da İsrail hakimiyeti altında yaşamayı tolere edecek? Bu Filistinlilerin özlemlerini karşılayabilecek bir perspektif değil.

 

Fakat ‘İki devlet’li çözümün artık imkansız olduğunu iddia eden ve ‘Tek devlet’i savunanlar çoğu zaman tezlerini Batı Şeria’daki Yahudi yerleşiminin tersine çevirilemeyeceği fikrine dayandırıyorlar. Tabi ki böyle bir iddiayı kabul edemeyiz, çünkü bu yerleşim birimlerinin yıkılması için mücadele etmeyi bırakmamız anlamına gelir. Eğer iddiaları Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin devletinin mümkün olmadığı ise bu doğru bir tez, ama biz bunu bölgede 1970’den beri söyleyip duruyoruz. Bu bakış açısından Filistin’in Kurtuluşu için Halk Cephesi’nin tarihi lideri Georges Habache ile dahi yakınlaşabiliriz. Amman’ın Filistinlilerin Hanoi’si olması gerektiğini söylerken hem monarşinin yıkılması gerektiğini hem de Ürdün’le Filistin arasında Kuzey ve Güney Vietnam’a benzer bir ilişkinin olduğunu ima ediyordu. İkisi de tek bir topraktı ve İngilizler tarafından ikiye bölünmüştü.

 

Fakat, Sergio’nun daha önce söylediği şeyi söylersek, problem haklar ve mücadeleler açısından bakıldığında daha da net hale geliyor: bir devlet programının şu anda nasıl bir siyasi tercümesi olabilir? Bence akla yatkın tek siyasi ifade Lambertist’lerinki. İsrail’de hala varlar mı bilmiyorum ama 1970’lerde Ürdün ve Akdeniz arasındaki tüm bölgeyi kapsayan bir Kurucu Meclis’in seçimi için çağrı yaptılar. Sloganları, Filistin’e komşu tüm İngiliz mandalarına oy hakkı idi. Ancak, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinli’lerin Knesset’de oy hakkı isteyeceklerini (adı Kurucu Meclis olarak değiştirilse bile) düşünmek sadece rüya görmektir. Bu Filistinli’lerin hiçbir şekilde kendilerini ait olarak görmedikleri bir ortam.

 

Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan Filistinli’lerin (ki buradaki öncelikli meselemizdir… yegane meselemiz değildir ama buna birazdan geleceğim…) en acil özlemleri iyi bilinen taleplerle ifade edilmiştir: 1967’de işgal edilen topraklardan geri çekilme, duvarın yıkılması, yerleşim birimlerinin yıkılması. Bu talepler 1967’de başlayan sürecin mutlak bir şekilde geriye çevrilmesidir. Bu, bugün Filistinli’lerin hakkında mücadele ettikleri şey. ‘Artık işgalden kurtulamıyoruz, öyleyse İsrailli’lerle tek bir devlet içinde yaşamayı talep etmeliyiz’ deme noktasına gelmediler. Bir başka deyişle topraklarının İsrail’e dahil edilmesini isteme noktasına! Her durumda, bütün bu tartışma bünyesinde hangi programatik perspektifleri sunarsak sunalım hakkında net olmamız gereken konu Filistinli’lerin kendi kaderini tayin hakkıdır, yani ne istediklerini belirlemek onların hakkıdır. Ve Filistin’de bugün konsensüs, Hamas ve el-Fetih de dahil olmak üzere Filistin’deki bütün örgütler tarafından (sadece İslami Cihad istisnadır) modifiye edilmis versiyonu kabul edilen ‘mahkumların belgesi’nde de ifade edildiği gibi, 1967 sınırlarına geri dönüşün öncelik olduğudur. Filistinli’lerin bunun üzerine bizim de desteklemek zorunda olduğumuz bir uzlaşması var: işgale karşı, duvara karşı ve yerleşim birimlerine karşı mücadele.

 

Bu perspektif başarılabilir. Bu hemen yarın demek değil. Yani, hepimizin kuvvetle umut ettiği ve çok daha uzun vadeli bir perspektif olan, Siyonist Devlet’in parçalanması için gerekli tarihsel şartlarla karıştırılmaması gerekiyor. Üzerinde Filistinli’ler tarafından en geniş uzlaşma olan ve en acil hedef, Filistinli kitlelerin mücadelesinin gücüne dayanarak, uluslarası destekle ve İsrail toplumu içindeki şahin ve güvercinler arasındaki bir ayrışma yaratarak başarılabilir. Filistinli liderlerin, yani FKÖ yönetiminin, bir noktada İsrail’de olup biteni takip etmenin önemini anlaması da bu nedenle. Hamas içinse böyle kaygılar yok, sivilleri hedef alan intihar bombaları çatışmanın bir dini yorumundan kaynaklanıyor ve Hamas’la Siyonist sağın arasındaki diyalektik ilişkiyi kuvvetlendirerek gayet olumsuz sonuçlar yaratıyor. Hamas’ın stratejisi İsrail toplumu içindeki ayrışmayı derinleştirecek koşulları engelliyor, bu ayrışma Filistinli’lerin amaçlarını başarması için gerekli bir koşul.

 

Tekrarlıyorum, Batı Şeria ve Gazze sorunu Filistinli’lerin, Ürdün başta olmak üzere, başka yerlerdeki mücadelelerinden ayrı düşünülemez. Bu bakış açısından, FKÖ’nün Arafat önderliğinin tarihsel tutumu açıkçası Filistin halkının çıkarlarına karşı işlenmiş bir suçtur. Ve Ürdün sorunu hakkındaki sessizlik uzun zaman önce Şaron’un Ürdün Filistin devletidir ve Filistinliler için yeterli olmalıdır sözü ile meşrulaştırılamaz. Şaron’un bunu söylemesi Ürdün’deki rejimi devirmeyi hedeflemememiz anlamına gelmez. Ürdün Filistin’in bir parçasıdır ve Filistin halkının kendi Hanoi’sine ihtiyacı vardır, Halk Cephesinin bu konudaki sloganını hatırlayalım. Bağımsız bir Filistin devleti Batı Şeria ve Gazze’yle beraber Ürdün’ü de içermezse geçerli olmaz, bunu anlamak için sadece bölgenin haritasına bakmanız yeter.

 

Bunun ötesinde, İsrail tarafından 1948’de el konulan topraklarda kalan Filistinli’ler sorunu var; Azmi Bishara ve diğerleri tarafından formüle edilen hedef İsrail’i bir ‘Yahudi’ devleti olmaktan çıkarıp ‘tüm vatandaşlarının devleti’ haline getirmekti. Bu İsrail devletinin Siyonist olmaktan çıkmasını talep etmenin bir yoluydu çünkü ‘tüm vatandaşlarının devleti’ demek Siyonist olmayan bir devlet demek, etnik tanımlamalara ve etnik bir geri dönüş hakkı tanımlamasına dayanmayan bir devlet demek. Tüm vatandaşları için bir devlet anlayışı Lieberman ve Yisrael Beiteinu’nun matığının antitezidir, İsrail Devleti’nin şu anki Arap vatandaşlarının doğum oranlarını tehdid olarak gören ‘Yahudi’ doğasını dikkate aldığımızda özellikle. Bu Azmi Bishara tarafından formüle edilen ‘tüm vatandaşları için devlet’ perspektifi 1948 Filistinliler’i için en adil ve en merkezi slogandır.

 

Geri kalan Filistin Diyasporası içinse vahim bir problemi temsil eden Lübnan örneğini ele alacağım çünkü Suriye’deki Filistinli’lerin Lübnan ve hatta Ürdün’e kıyasla durumları çok iyi. Lübnan’daki Filistinliler’in eşit haklara sahip olmaları için mücadele etmeliyiz. Belgelerinde ‘Lübnanlı’ veya ‘Filistinli’ yazması benim için ikincil bir mesele. Ama çok zaman önce kazandıkları tam vatandaşlık haklarına sahip olmalılar, tıpkı Filistinli göçmenlerin Kanada, Avustralya veya başka yerlerde vatandaş olabildikleri gibi. 1948’den beri yaşadıkları Lübnan’da orda doğmasalar bile tam vatandaşlık almamaları için hiç bir sebep yok ortada. Lübnan’ın, Geagea’dan Hizbullah’a kadar, Filistinliler’in ‘yerleştirilmesi’ konusunda ‘hayır’ duruşunda hemfikir olan siyasetçi tabakasının ikiyüzlülüğü karşısında sesimizi yükseltmeliyiz. Bu tutum Lübnan’daki siyasetçi tabakasının tüm kesimlerinin ortak paydası. Ve bu fikrin arkasında yatan şey Filistinliler’in geri dönüş hakkını bir geri dönüş zorunluluğuna dönüştürmek (yani bu Lübnan’da böyle yaşanıyor), örneğin Filistin ve İsrail arasında bir artık devlet oluşturulması için uzlaşma oldu diyelim (Oslo’nun süreci çıkmaza sürüklemiş olmadığını varsayalım), Filistinlilerin toplu halde oraya gönderilmeleri gerekecek. Böyle bir bakış açısına kesinlikle karşı çıktığımızı söylememiz gerekiyor: Lübnan’da doğmuş ebeveynlerin çocukları olan Filistinlilerin, çünkü hali hazırda Lübnan’da yaşayan üçüncü ve dördüncü nesil Filistinliler var, kesinlikle orada kalmaya hakları var. Tabi ki Filistine dönme hakları var ancak Lübnan vatandaşlığı almaya hakları da olmalı. Avustralya, Kanada gibi ülkelerde ve Avrupa’da vatandaşlığa kabul ediliyorken Lübnan’da vatandaşlık haklarının reddedilmesi kabul edilemez, özellikle de Filistinli ve Lübnanlılar’ın aynı kültürel temele sahip olduklarını düşündüğümüzde. Dahası, Suriye’dekilerin eşit hakları var ve Ürdün’de Filistinliler’in çoğunluğu vatandaşlığa sahip… dolayısıyla Lübnan’da hakim olan ikiyüzlülüğe karşı savaşmalıyız, örneğin Lübnan ordusu Nahr Al-Bared mülteci kampına saldırdığında başlangıçta bütün siyasi çevreler saldırıyı destekledi, sonrasında da kimse durdurmak için parmağını dahi kıpırdatmadı. Sadece ordu içindeki etkilerini düşünsek bile Hizbullah’ın bunu durduracak gücü vardı, ama yapmadılar, tabi tutumlarında bir iyileşme de var. Başlangıçta genel konsensusla aynı çizgiyi takip ettiler. Daha sonra ‘kırmızı çizgi’nin geçilmemesi gerektiğini çünkü bu operasyonun kendilerini de hedef alan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1559 nolu kararına uygun olabileceğini farkettiler. Fakat sonuçta Lübnan ordusu önünde hiçbir engel olmaksızın kampı yıkmaya sonuna kadar devam edebildi.

 

Sözlerimi bitirmek için son bir noktaya işaret edeyim. Ortaya konan çözümler ne olursa olsun, eğer kendi kaderini tayin hakkı bir anlam ifade edecekse, bu Filistin halkı kendisi hakkında Filistinliler’in bir referandumu ile karar almazsa bir çözümün imkansız olduğu anlamına geliyor. Ve sadece Batı Şeria ve Gazze’dekilerin katılımıyla değil, Lübnan, Ürdün, Suriye ve diğer tüm Filistinli mültecilerin katılımıyla. Filistin halkının oyuyla onaylanmadan kendini Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak gören FKÖ ile İsrail Devleti arasında imzalanan anlaşmaların kabul edilmesi mümkün değildir. Kendi kaderini tayin hakkının anlamlı olabilmesi için Filistin halkının kendini ilgilendiren herhangi bir anlaşma hakkında demokratik olarak oy kullanma hakkını savunmamız gerekiyor.

 

Programatik temellerimizin olmasının ötesinde, önceliğimiz teorik çözümler üzerine bitmez tükenmez tartışmalar yapmak değil, benim, geri dönüş hakkını da içerecek biçimde, Filistinliler’in kendi kaderini tayin hakkı olarak ifade ettiğim en acil ihtiyaçlar için mücadale etmek olmalı.

 

(Bu yazı Yeniyol Sayı 37/38’de yayınlanmıştır)