Köstebek – Kapitalizmi içine girdiği bunalımdan çıkarmaya çalışan egemenlerin temsilcileri, Davos’un ardından nisan ayının ilk günlerinde bu kez Londra’da buluştu. Ekonomisi en büyük on dokuz ülkenin ve Avrupa Birliği’nin temsil edildiği G20’nin şiddetli protestolara sahne olan zirvesi, mevcut ekonomik ve finansal sistemin kendi yarattığı krizden çıkış konusunda herhangi bir çözüm sunamayacağını açıkça gösterdi. Neoliberal politikalardan hâlâ umudunu kesmemiş olanlar bile, “krize çözüm”, “tarihsel dönemeç” tezahüratlarıyla selamladıkları buluşmanın ardından hayal kırıklıklarını gizlemekte zorlandılar ve zirvenin bilançosunu “ortak mücadele kararı alındı” gibi muğlak ifadelerle geçiştirdiler. G20 toplantısının ardından akıllarda kalan, yukarıdakilerin dehşetengiz planlarından, somut stratejilerinden ziyade; aşağıdakilerin öfkesi ve polisin –bir kişinin de ölümüyle sonuçlanan– hoyratlığı oldu.

Zirve yaklaşırken, finansal denetimin artırılmasını savunan Fransa ve Almanya ile ekonomiyi canlandırmak için teşvik paketlerine ağırlık verilmesinden yana olan ABD-İngiltere bloku arasında gerilim yaşanacağına ilişkin bir kanaat hâkimdi. Oysa taraflar gerçek sorunun ve dolayısıyla çözümün o kadar uzağındaydı ki, bu yüzeysel yaklaşımlar bile ciddi bir tartışma yaratmadı. Nihayetinde idare-i maslahatın güzel bir örneği sergilenerek iki cephe arasında orta yol bulundu. Vergi cennetleri ve finans piyasalarının azıcık daha denetlenmesi karşılığında IMF kaynakları için kesenin ağzı açıldı. Bu gölge oyununun sonucunda, daha önceden eşine rastlanmamış müthiş bir buluşla,  “küresel krize karşı küresel bir çözüm” gerektiği fikrine varıldı ve toplantı “piyasa ilkelerine dayalı, açık bir dünya ekonomisi”ne bağlılık, “korumacılığa direniş” yemininin ardından dağıldı. Liderler, krizi yaratan ve ortaya çıktığından beri şiddetlendiren politikalara, küçük değişikliklerle ama hep birlikte, devam etmek üzere ülkelerine doğru yola çıktı.

Karardan ziyade temenniyi andıran –istihdam, büyüme, güven, sürdürülebilirlik gibi– yuvarlak lafları ve finans piyasalarıyla ilgili birkaç göstermelik düzenleme kararını bir kenara bırakırsak, Londra’dan çıkan tek sonuç IMF ve Dünya Bankası eliyle devreye sokulacak 1.1 trilyon dolarlık yeni bir kurtarma paketi oldu. Böylesi paketlerin bugüne kadar kimi kurtardığı ortada. Nitekim liderlerin dokuz sayfalık sonuç bildirgesinde çalışanlara sadece bir paragrafta, o da işgücü piyasası bağlamında değinildi. “Krizin insani boyutunun farkındayız” ifadesiyle başlayan ve büyümeyi teşvik ederek istihdamın artırılmasından dem vuran bu paragraf, kötü bir “makro iktisada giriş” kitabından alıntılanmış olsa gerek. Yine de bu ders kitaplarının hakkını yemeyelim, en azından bunlarda “aile-dostu işgücü piyasası” gibi saçma kavramlar bulunmuyor.

Çeşitli medya kuruluşlarına göre piyasaların ilk etapta olumlu karşıladığı bu kararlar, kendilerine büyüme temelli istihdam vaat edilenlerde pek hoşnutluk yaratmadı. “Krizinizin bedelini biz ödemeyeceğiz” sloganı etrafında sokaklara çıkan binlerce insanın öfkesi kimi zaman banka şubelerine ve finans merkezlerine yöneldi. Zirve sırasında bu öfkeden nasibini almaktan çekinen bankacılar, takım elbiselerini birkaç günlüğüne gardıroba kaldırarak işe spor kıyafetlerle gitmek zorunda kaldılar. Liderler krizin insani boyutundan ve aile-dostu işgücü piyasasından söz etse de, yoğun güvenlik önlemleri almış polisin tutumu, insani boyutun ve gösterici-dostu olmanın epeyce uzağındaydı; nitekim –üstelik göstericiler arasında yer almayan– bir insanın yaşamına maloldu. Mühim adamlar korunaklı salonlarda papatya falı açarken, öldüren kapitalizme karşı Londra’da ve dünyanın pek çok başka kentinde toplananlar, iki ay önce Dünya Sosyal Forumu için Belem’de buluşup krizde karşı gerçek çözümler üretenlerdi. Biri yukarıdakiler diğeri aşağıdakiler tarafından gerçekleştirilen bu iki toplantının sonuç bildirgelerine şöyle bir göz atmak bile, kurtuluş iradesinin Londra’da değil Belem’de olduğunu anlamaya yeter.