M. Efe Fırat

Yeniyol’un 3. sayının Queer Marksizm sayfalarında 1985 yılında İngiltere’de gerçekleşen büyük madenci greviyle yolları kesişen bir grup LGBT aktivistin hikayesini konu edinmiştik; neoliberal Thatcher hükümetinin sonunu getiren bu toplumsal direniş sayesinde LGBT’lerle tanışma fırsatı yakalayan İngiliz işçi sınıfının ve toplumsal muhalefetin diğer bileşenlerinin tecrübe ettiği ‘tarihi’ buluşmayı aktarırken söze şöyle başlamıştık: “Kim bilir belki de toplum karşıtı neoliberal politikalara karşı bizim topraklarda girişilecek benzeri bir kitlesel mücadele de Türkiye LGBT hareketine aynı olmasa bile benzer bir deneyim zenginliği katar.” Ve oldu! Hakikaten de “üç-beş ağaç” ile başlayan Gezi Parkı Direnişi halkın 12 Eylül’den beri süren sessizliğini bir anda bozmasını, büyük bir gürültüyle sokaklara, meydanlara dökülmesini ve iktidara karşı buluşmasını sağladı.  Bu kitlesel mücadeleyle elde edilen tarihi buluşmayla yirmi yılını aşan Türkiye LGBT hareketi de, “İngiltere’deki ile aynı olmasa bile benzer bir deneyim zenginliğini” kazanmış oldu.

Kent yaşamının üretim ve yeniden üretiminde rol oynayan kolektif emeğin görünmez mensupları LGBT’ler için kent hakkı, hareketin söylemleri arasında en az yaşam hakkı kadar merkezi bir talebin dillendirilişine kaynaklık etmekteydi: “Eşcinsel gettolar değil, kentin tamamını istiyoruz!”.  Kaos GL’nin Haziran 1996’da çıkan yirmi ikinci sayısının kapağında yer alan bu slogan çok geçmeden hareketin öncelikli talepleri arasına girmişti; zira aynı yıl İstanbul-Ülker Sokak, Habitat II kapsamında “temizlenmişti”. Türkiye LGBT hareketinin kolektif belleğinde bir dönüm noktasını temsil eden Ülker Sokak olayları, devletin kolluk güçleri ve sivil faşistlerin iş birliğiyle yazılmış güzide “destan”lardan biri olmuştu. Ülker Sokak’ın sakinleri olan translara uygulanan şiddet ve yerinden etme-yersiz bırakma gayreti o denli sistematikti ki, nihayetinde bu durumun homofobi-transfobiyi de aşan büyük bir hesabın parçası olduğu anlaşılmıştı: kentin “lanetliler”den arındırılarak mutenalaştırılması ve sermaye lehine-hesabına yeniden kurgulanması. Kentsel dönüşüm adı verilen, kent üzerinden verilen sınıf savaşının en güncel hali olan vaka Gezi Parkı durağına gelip çattığında karşısında bir halk direnişi buldu. Bu direniş hikayesinin ilk cümlelerinden itibaren ellerinde gökkuşağı bayraklarıyla LGBT’ler ve hareketin aktivistleri de sokaktaydı; polis şiddetinin en yoğun olduğu anlarda dahi direnişten vazgeçmeden barikatlarda çatıştılar, çarpıştılar. LGBT’leri direnişte tutan motivasyonu, ne başbakanın Gezi Direnişi’nden önce totaliterleşen uslubuyla, ne de mecliste sunulan LGBT hak ihlalleri önergesine karşılık AKP’nin verdiği “eşcinsellik toplumsal bir sapma, bir yozlaşmadır” cevabıyla açıklamak yeterli olacaktır. Muhakkak ki, LGBT’ler AKP yürütücülüğünde derinleşen toplum karşıtı neoliberal politikalardan ve gidereken keskinleşen muhafazakar otoriterleşmeden en fazla gadre uğrayan toplumsal kesim. Öyle ki, devlet eliyle kurumsallaşan heteroseksist abluka altında, devlet erkanının toplumun bir kesimini mütemadiyen “hasta, sapkın, yoz, ahlaksız, günahkar” ilan ederek LGBT varoluşunu olumsuzlaması, LGBT’leri hareketle buluşturan yegane nedenlerden biri – “özel olan politiktir” formülasyonuyla özetlenen durum gayet açık: Verili toplumsal cinsiyet rollerine, dayatılan normlara ve kategorizasyonlara sığmayan/uymayan her türlü cinsel yönelim ve cinsel kimliği beyan etmek, mevcut güç ilişkileriyle baskı mekanizmalarına ve hegemonyaya karşı bir başkaldırı, bir direniş aslında. LGBT’lerin bilinçdışından taşan bir tavır varsa bu da direniş belki de, var oldukları andan itibaren içinde evrildikleri heteroseksist ablukaya-hegemonya karşı direniş. Haziran Direnişi’nin arkasında ille de bir lobi aranacaksa LGBT lobisi sorumluluğu üstlenebilir belki, zira 2013 Onur Haftası daha Şubat ayında temasını “Direniş” olarak belirlemişti.

LGBT hareketinin yirmi yılı aşan deneyim birikimi beraberinde bir çok ittifak sağlamış, zaman zaman karşıtlaşan zaman zaman yakınlaşan bu bir aradalıkla LGBT hareket de kaçınılmaz temaslarla genişçe bir meşruiyet kazanmıştı. Lakin, hareketin tarihçesi içinde Gezi Direnişi’yle ortaya çıkan “barikat yoldaşlığı” kadar tarihsel bir tanışma/karşılaşma fırsatı olmamıştı. Ülker Sokak olaylarından başlayarak kente karşı girişilen neo-liberal ve sermayedar her türden hamleye karşı; halkçı, toplumcu, çoğulcu ve özgürlükçü bir bilinçle mücadele eden LGBT’ler Gezi Direnişi ile başlayan halk hareketi boyunca sokaklarda, meydanlarda kentleri ve bedenleri  için direndiler. Bu süre boyunca toplumun her kesiminin sokakta öğrendiği çok şey oldu. Halkın polis zoruyla, şiddetle ve kanla susturulmaya, sindirilmeye çalışılması ve yaşanılanların inkarı LGBT’lerin ilk kez karşılaştığı bir durum değildi: Kendi yarattıkları medya dışında homofobik/transfobik nefret cinayetlerinin kamuoyundan gizlenmesinden tutun da, yargının cinskırımcı katilleri “tahrik indirimi” ile ödüllendirmesine; kamusal, toplumsal ve siyasal her türlü LGBT temsiliyetinin yok edilmesinden, sistematik ve zorunlu heteroseksist asimilasyona kadar LGBT’ler, direnişçilerin günlerce maruz kaldığı sistematik nefreti ve şiddeti varoldukları andan itibaren yaşamları pahasına deneyimliyorlardı. Kararlılıkla terk etmedikleri Gezi Direnişi sayesinde LGBT’ler mevcudiyetlerini, temsiliyetlerini ve direnişlerini toplumsallaştırma fırsatını yakaladılar. Öyle ki, bilhassa erkek eşcinseller için internetin henüz mekansallaşmadığı dönemlerden kalma “çark” kültürünün merkezlerinden biri olan Gezi Parkı’nda bu kez LGBT’ler, devlet elinin yoksanlığıyla en güzel günlerini yaşayan “Gezi Komünü’nde” LGBT Blok olarak biraradaydılar. Gramsci’nin toplumsal güçlerin birliğini, Georges Sorel’den atıfla, isimlendirdiği “tarihsel blok” terimini hatırlatırcasına LGBT Blok, 15 Haziran gecesi gerçekleştirilen polis saldırısına değin Gezi Komünü boyunca toplumsal muhalefetin hemen her bileşeniyle, taraftar gruplarıyla ve dahi Gezi’yi ziyaretine gelen herkesle buluştu, tanıştı. LGBT hareketin kazandığı meşruiyet o denli organikti ki, Gezi Direnişi’ni takip eden haftalarda gerçekleştirilen “Ekmek, Adalet, Özgürlük” temalı Trans Onur ve “Direniş” temalı LGBT Onur Yürüyüşleri’ne katılım hiç olmadığı kadar kitlesel ve örgütlüydü. Barikat yoldaşlarını yalnız bırakmayan taraftar gruplarından, toplu katılım kararı alan park forumlarına; üniversite öğrenci kulüplerinden, toplumsal muhalefetin hemen her bileşenine Gezi Direnişi ile birbirini bulan, tanıyan ve kaybetmek istemeyen herkes direnişin ruhuyla yürüyüşlere katıldı.

12 Eylül’den bu yana esas itibariyle kendi kaderini tayin edebilme becerisinden mahrum bırakılan; bastırılan, susturulan, aşağılanan bir halkın nihayet “one minute” dediği Gezi Direnişi yakın ve orta vadede açık ki siyaseti tüm kurumlarıyla yeniden biçinlendirecek. Böylesi tarihi bir fırsatta, Türkiye’de sermaye birikiminin odaklandığı kentsel dönüşüm sürecinden Ülker Sokak’tan, Eryaman’a; Meis’ten Gezi’ye en yakıcı ve yıkıcı şekilde nasiplenen LGBT’ler, kentin ve mekanın somut özelliklerinin yanında normativite değerlerine de karşı gelen “marjinaller” olarak aşağıdan siyasete doğrudan dahil olma imkanını yakalamış durumdalar. Post-Gezi süreciyle ortaya çıkacak her türden siyasi irade, heteroseksist hegemonyanın ve kategorizasyonun “öteki”si durumunda olan LGBT’leri hoşgörü, tahammül gibi hali hazırda kendinden hiyerarşik kavramların etrafında toplamak yerine, Gezi Komünü’nde deneyimlenmiş olan bir arada ve çoğulcu yaşam pratiğini yadsımaksızın toplumcu, halkçı ve çoğulcu bir kent ideali etrafında toplamak zorunda. Buna eşzamanlı olarak; Gezi Direnişi süresince LGBT Blok’da tecessüm eden LGBT hareket, artık eskisinden çok daha fazla dikkatle (toplumsal) erkek-kadın yahut LGBT’ler-heteroseksüeller arası ayrımı doğallaştıran özcü söylemlere kapılmaksızın bir queer alt-kültürden fazlası olarak, heterosektist hegemonyaya karşı toplumsal/siyasal/kültürel ve pedagojik bir queer karşı-hegemonyayı yaratmak zorunda. “Tahayyül,” demişti Breton, “gerçekleşme eğilimi olandır.” Queer tahayyülün gerçekleşmesi yönünde yapılacak tartışmaların başında bir strateji tartışması bizleri bekliyor: Zira, Gezi Direnişi ve Komünü ile yeniden kazanılan kolektif öz-güvenin, deneyimlenen öz-yönetimin ve öz-yeterliliğin tadı damaklarda. Bu tadı sürekli kılmak pahasına iktidarın özü, iktidarı alma ve Devlet aygıtını çözümleme gibi meseleleri ihmal eden her tavır, henüz gerçekleşme eğiliminde olan bu tahayyülü baştan kırabilir. Heteroseksizme karşı; kapitalizme, otoriteryanizme, militarizme, muhafazakarlığa, ataerkiye, cinsiyetçiliğe, ırkçılığa/milliyetçiliğe, türcülüğe karşı: “-Nerdesin aşkım?”