Emre Tansu KETEN
 
Recep Tayyip Erdoğan, son birkaç senedir hangi kültür ve sanat etkinliğine katılsa kültürel iktidar mefhumuna vurgu yapmadan kürsüden inmiyor. Geçtiğimiz haftalarda düzenlenen Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri töreninde de geleneği bozmadı ve şunları söyledi: “(…) zaman zaman siyasi iktidar olmakla, hatta bağımsız bir ülke olmakla, kültürel iktidar arasındaki farkı işaret ediyoruz. Her ne kadar birileri bunu kendi kısır siyasetlerinin dar dünyaları içinde yorumluyorsa da aslında biz topyekûn milletimizin geleceği konusundaki endişeleri dile getiriyoruz. Maalesef yeni nesilleri kendi kültürümüzün, tarihimizin, medeniyetimizin kökleriyle buluşturmakta zorlanıyoruz”.
 
Aslında bu sadece serzeniş düzeyinde kalan bir mesele değil AKP için. Özellikle Gezi İsyanı’ndan sonra popüler kültür alanına profesyonel bir şekilde yönelen iktidar, gençliği “zehirlediğini” düşündüğü her popüler kültür ürününün karşısına benzer formatta bir ürün koyma stratejisine geçiş yaptı. Misvak, Hacamat, Cins, Derin Tarih vs. derken ciddi sayıda iktidar yanlısı dergi piyasada görünmeye başladı. Daha önce yazdığımız bir yazıda, bütün bu dergilerin, “kültürel iktidar sahibi” torbasına solundan liberaline yüzlerce bağlamsız ismi tıkıştırdığını, hayali bir muktedirle (yine kurgu olan) yerli ve milli bir kültür adına savaşıyor görüntüsü verdiğini belirtmiştik. Bu yayınların yeni bir şey ortaya koymaktan ziyade, iktidarın hıncına hedef olan kesimlerin sesini kısmak için işe koşulduğuna işaret etmiştik.
 


İslamcı popüler kültürde kültürel iktidar söylemi


 

İslamcıların solla derdi

Bu dergilerden birisi olan, Turkuvaz Medya Grubu’nun yayımladığı Lacivert’in Ocak 2018 sayısının dosya konusu Türk Solu olarak belirlenmiş. Bunun, Cins ve benzerleri gibi snop bir üslupla yazılan içeriksiz “post”lardan ziyade daha iyi çalışılmış bir dosya olduğunu en başta teslim etmek gerekiyor. Fakat amaç aynı sığlıkta olunca, ortaya kendisinin ve takım arkadaşlarının ezberlerini tekrarlayan bir dosyadan fazlası çıkmıyor.
 
Derginin editörü Mustafa Akar’ın “sözüm ona ilerici olmanın, aydın görünmenin en büyük göstergelerinden biridir sanki solcu olmak” şeklinde yaptığı başlangıç vuruşunu, Halil Berktay “yani solcu olmak çok matah bir şeymiş gibi yazılıp konuşuluyor. Solcuların kendilerinde bir kutsiyet duygusu, bir ulvi misyon duygusu, bir ahlaki üstünlük duygusu şu veya bu şekilde mevcut. Kendilerini çok beğeniyorlar” cümleleriyle karşılıyor. Berktay kendisiyle yapılan söyleşi boyunca, önce Marksizmin sosyalizmi kendi tekeline alıp batırdığını, ardından Lenin’in devrim sevdasıyla Marksizmi mahvettiğini, sonrasında ise Stalin’in sosyalizmi (tabii ki pejoratif olarak) tam anlamıyla icat ettiğini söylüyor özetle. Aslında devrim fikrinin kötülükten başka bir şey doğurmayacağını iddia eden yavan muhafazakâr tezi bilgece paketleyip satmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyor. Arada Stalinizm ile Kemalizm arasında bağlar kurmayı unutmayarak da gönülleri ferahlatıyor.
 

 
Ardından gelen yazıda Cem Sancar, “İslam düşmanı ‘üst yapı devrimleri’yle beyinleri formatlanan Deniz Gezmiş gibi ikonlaştırılmış gençlerin”, her zaman otoriter devletin yanında olduğunu, ülke tarihinin bütün darbelerini desteklediğini yazıyor. ROK’un, dava arkadaşından intihal yaparak ünlü olmasını sağlayan “tez”lerini on sene sonra tekrarlayan Sancar, Marx’ı da, Hindistan üzerine bir pasajından dolayı, sömürgeci ve oryantalist ilan ediyor. Aslında Sancar’ın amacı çok basit: Akademik hayatta Marx’ı okumak zorunda kalan İslamcı gençlere ucuz argümanlar sunmak. Marksizmin engin birikimiyle boğuşmak yerine, yalan yanlış şekilde aktarılan birkaç cümleyle günü kurtarmaları için Lacivert gençlerin yanında.
 
ATV’yle aynı gruba bağlı bulunan Lacivert’in diğer bir yazarı Gökhan Ergür yazısına televizyonun bir kitle iletişim aracı olarak zararlarıyla başlasa da, birkaç paragraf sonra, bütün televizyon sektöründe hegemonya oluşturan sol kültürün insanlara kimlikler empoze ettiğine getiriyor sözü. Yakışıklı, iyi niyetli solcu/çirkin, kötü sağcı klişesinden de geçtikten sonra, televizyonun kötü etkilerini unutmuş olacak, kendi cenahına daha iyi diziler, filmler yapmayı salık veriyor: “Eğer daha iyisini yapıp ‘bakın işte yaptım’ diyemiyorsak mevcut durumdan şikayet etmemizin bir anlamı yoktur. Sadece televizyon sektöründe değil birçok kültürel alanda hâlâ bu topraklara ait olmayan insanların yönlendirmeleriyle iş yapıyor, onların Türk halkını zehirlemesine göz yumuyoruz. Eğer bir uyanış yaşayamazsak her şey için çok geç olacak. Çok geç!” Ergür’ün yazısında o “melun” Batı’dan birçok isim zikrediliyor Gramsci, Stuart Hall gibi. Karşıtını eleştirmek için bile karşıtına muhtaç olan bir kültürel çölden seslenen Ergür’ün, kültür endüstrisinin en yetkin ve inatçı eleştirmenlerinin, ülkemizde de, sol içinden çıktığını bilmemesine imkân yok. Ama gel gör ki, emir demiri kesiyor.
 

 

Sola terk edilen değerler

Dosyanın en samimi yazısını Raşit Ulaş kaleme almış. Bu mecralarda pek görülmeyecek bir eleştirellikle yazılan metin, İslamcıların emek, eşitlik, tabiat ve insan kavramlarını sola terk ettiğini iddia ediyor. Dört kavrama da dinin kaynaklarına referansla yaklaşan ve bu kavramların aslında İslamcı siyasetin temel taşları olması gerektiğini söyleyen Ulaş, solun bu değerleri kendi fesat amaçları için, halkı birbirine kırdırıp, türlü provokasyonlar örgütlemek için tepe tepe kullandığını ileri sürüyor.
 
Ama işi zor yazarın, ülke tarihinin en kapsamlı neo-liberal politikalarını hayata geçirip, işçi sınıfını örgütsüz ve güvencesiz bir şekilde iş cinayetlerine mahkum eden, daha acısı tazeyken madencileri tekmeleyen bir iktidar adına emeği savunmak çok zor; ya da 2002 yılında toplumun en zengin yüzde 1’lik kesimi toplam servetin yüzde 38’ine sahipken, bugün yüzde 60’ına sahip olmasını sağlayan[1] iktidarı eşitlik adına savunmak; ya da HES’lerle, maden açmalarla, imara açmalarla, rant uğruna, doğayı geri dönülmez bir şekilde tahrip eden bir iktidarı çevre adına; ya da 14 yaşında bir çocuğu öldürüp ardından meydanlarda annesini yuhalatanlar adına insanlığı savunmak oldukça zor. Okurken üzülmek dışında başka bir şey gelmiyor aklınıza. Aslında yazarın anlaması gereken, AKP’de vücut bulan siyasal İslamcı siyasetin bu değerlere başından beri sahip olmadığı, yanlış yerde yanlış değerleri aramanın beyhude olduğu. Bunun yerine sahip çıkılanları ise biz sıralayalım: Sömürü, zenginleşme hırsı, rant ve sonsuz bir pragmatizm.
 
Dosyanın dikkate değer son yazısı Hüseyin Etil imzalı “68’den Gezi’ye Türkiye’de Sol Hareket” başlıklı yazı. Etil, aynı cenahtaki birçok insan gibi, tartışma ve düşünümselliğin oldukça yoğun olduğu sol içerisinde bile yüzlerce sayfayla gerekçelendirmeden ortaya atılamayacak “ağır” iddiaları, köşe yazısı hafifliğinde, bir bir sıralıyor. Aslında bir sürü kavram ve anlatı tek bir yere çıkıyor: Sol başından beri (küçük) burjuvaydı, hiçbir zaman hitap ettiği aşağı sınıfların içerisinde, organik olarak, var olmadı. Gezi ise, düpedüz burjuvaydı. Yazara göre, AKP bir pasif devrim (Gramsci) gerçekleştirerek, statik, kapalı ve sınıfsal geçişkenliğe izin vermeyen eski yapıyı sarsmıştı ve Gezi, ekonomik sermayeyle birlikte sosyal ve kültürel sermayeyi elinde tutanların, alttan gelen bu başkaldırı karşısında mevzilerini koruma çabasından başka bir şey değildi. Çünkü AKP’nin yükselişi ekonomi, sanat, kültür, akademi gibi alan’ları (Bourdieu) demokratikleştirmiş, buralardaki iktidarları sarsmış, daha dezavantajlı kesimleri bu alanlarda güçlendirmişti.
 
Oysa, yazarın da çok iyi bildiği gibi, gerçekte yoksul halk kesimlerinin yukarı doğru bir hak talebi olarak AKP hareketinden söz edilemez. Bu hikayenin gizlemeye çalıştığı şey, Batıcı-laik burjuvazi ile İslamcı burjuvazi arasında on yıllardır süren savaşta, devletin ele geçirilmesi marifetiyle ikincinin büyük bir atak yapmasıdır. Yani ortada, bahsedilen alanlarda etkin olma/yükselme şansı kazanan yoksul insanlar değil, zaten çoktan beridir belli bir sermayeye sahip olan insanlar vardır. AKP’nin iktidar olması, altta olanların üstte olanlarla karşılaşması değil, üstte olanların üstte olanlarla karşılaşmasıdır özetle. Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan’ın Türkiye’de Yeni Kapitalizm başlıklı kitabı, MÜSİAD vb. İslamcı iş örgütleriyle, AKP arasındaki simbiyotik ilişkiyi oldukça yetkin bir şekilde ortaya koyuyor. Dini bir ilişki sermayesi (network resources) olarak kullanan mütedeyyin iş adamları, AKP tarafından büyütüldükleri kadar, AKP’yi büyüten sosyolojiye de karşılık gelmektedir. Bu süreçte, asgari ücretle çalışan bir işçi oy verdiği partinin devleti ele geçirmesinin ardından yine asgari ücretle çalışmaya devam eder, çocuklarını üniversiteye yollayamaz ve kültürel ihtiyaçlarının ayırdına varacak kültürel sermayeyi kazanamazken; Cengiz bu dönem kat be kat büyümesini en galiz küfürlerle kutlamaktadır.
 

 
“Devlet ayrıca sınırlarını, giriş bariyerlerini ve özgün mükâfatlarını gerektirdiği takdirde güç kullanarak değiştirebileceği (hukuki, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel) alanlar arasında devasa köprü ağları kurabilir ve böylelikle sınıfların yapılandırılmasını büyük oranda etkileyebilir” [2] der Wacquant. Çalık, Sancak, Kalyon, Kiler gibi iktidar yanlısı burjuvaların kamu ihalelerinden, vergi aflarına kadar birçok araçla büyütülmesinin gizlenmesi için bir perde görevi görmektedir “alttakilerin” isyanı hikâyesi. Bunun yanı sıra, örneğin akademi alanının kıskanç bir iktidar odağından kurtarılması gibi vurgular da gerçeği yansıtmıyor. Birisinin AKP’li dayısı sayesinde akademiye “kapak atması”, üniversitede bir masası olması, ona gereken kültürel sermayeyi bahşetmiyor, alan içerisinde –gerçek anlamda- bir yer tahsis etmiyor. İslamcı birisinin şiirlerinin, yerli ve milli damgasıyla basılması, onu şiir yapmıyor. Yerlilik bir boş gösteren olarak, retorikten öte bir işe yaramıyor.
 
Gezi İsyanı, üniversiteleri KHK’larla, kültürel alanı sansür, linç ve polisiye yöntemlerle dizayn etmeye çalışan iktidara karşı çıkan insanların katıldığı bir isyandı. Kendisinden olmayan insanların hayatlarına ancak baskıyla, şiddetle dokunabilen AKP’ye karşı kendiliğinden gelişen büyük bir tepkiydi. Üstelik öyle burjuva falan değil, öğrenci, işçi ve beyaz yakalıların damga vurduğu, içerisinde kapitalist değerlerin tam zıddı pratiklerin üretildiği bir eylemdi. Akademide ve kültürde, insanları kendisini dinlemeye/izlemeye/takip etmeye mecbur bırakacak bir birikimden/üretimden yoksun olanlar, bu alanlara yönelik, dışarıdan ve devlet aygıtları kullanılarak yapılan müdahalelerin ters tepmesini, insanların buna karşı sokaklara çıkmasını ve hâlâ onların “kültürel iktidar olamadık” diye yakınmasını sağlamalarını sindirmesi kolay değil. Çok ciddiye almadıklarını söyledikleri solu ikide bir bu yüzden gündem haline getiriyorlar.
 


 
[1] En Zenginlerin Aldıkları Pay Artmaya Devam Ediyor, Doğruluk Payı, http://www.dogrulukpayi.com/iddia-kontrolu/garo-paylan/akp-doneminde-nufusun-yuzde-1-i-servetin-yuzde-60-ina-sahip-oldu-bu-rakam-2002-yilinda-yuzde-38-di
 
[2] Aksu Akçaoğlu, Loic Wacquant, “Bourdieu’de eylem ve sembolik iktidar: Berkeley’den görünüm”, Toplum ve Bilim, Sayı: 142, s. 17
 
 
http://gazetekarinca.com/2018/01/islamcilarin-yerli-ve-milli-bir-sol-arayisi/