Foti Benlisoy –

Türkiye`de ordunun siyasete müdahalesi ve askeri vesayet, genelde spesifik bir tarihsel gelenek içerisinde anlamlandırılıyor. Bu gelenek çerçevesinde Türk ordusunun toplum karşısında belli bir özerkliğinin olduğu varsayılıyor. Ordu bu özerkliği dolayısıyla kendi çıkarları uğruna sık sık siyasal alana müdahil oluyor ve siyasetin kurallarını tanzim etmeyi neredeyse bir tür gelenek haline getiriyor. Bu model hakkında ne düşünüyorsun?
Kapitalizmle beraber devlet dediğimiz şey zaten kurumsal bir alan olarak ayrışır. Şiddet aygıtları da bu devlet alanına dahil olurlar, yani özerkleşirler kapitalizm-öncesi dönemden farklı olarak. Dolayısıyla bununla alakalı, yapısal diyebileceğimiz bir özerklik elbette söz konusu. Oysa senin ima ettiğin yaklaşımın kastettiği özerklik biraz daha farklı.

İddia, devlet elitlerinin, yani asker-sivil-aydın zümre veya bürokrasinin ya da Kemalist elit denen grubun, toplumsal güçlerden bağımsız şekilde, hatta onların iradesi, siyasal tercihleri hilafına müdahalede bulunabildiğidir. Ordunun toplumsal-siyasal iktidar ilişkilerinden tamamen bağımsız, kendi çıkarları doğrultusunda müdahale ettiği şeklinde bir okuma var. Yani, Türkiye bağlamında “özerklik”derken kastedilen biraz böyle bir şey. Bu görüşün mutlaka tadil edilmesi gerekiyor.

Evet, Türkiye’de bir darbe, askeri müdahale “geleneği” vardır, ama bu müdahalelerin her biri, farklı tarihsel dönemlerde bambaşka sınıfsal siyasal ittifaklarla, dolayısıyla ordunun kendini bambaşka siyasal-toplumsal koalisyonların parçası olarak bulması şeklinde gerçekleşen, bambaşka hegemonya projelerinin içine oturan bir pratiktir. Bu yüzden, öncelikle “gelenek” dediğimiz şeyin tarihsel olarak farklı farklı dönemlerde yeniden nasıl üretildiğine, yeniden üretilirken her birinin nasıl farklı siyasal ve toplumsal etkileri olduğuna bakmak gerekir. Demek ki, süreklilik üzerinden, gelenek üzerinden bu müdahaleleri açıklamak açıkçası çok da yeterli değil.

Aslında bu “özerklik” meselesi, 1980’lerden itibaren özellikle etkin olan bir analiz çerçevesi. Yani Türkiye’de ceberrut devlet geleneği dolayısıyla sivil toplumun gelişmemişliği teması, İttihat ve Terakki’den bu yana gelen ordunun siyasete müdahalesi “geleneği” çerçevesinde tartışılıyor. Bu yaklaşımın ekseni de kimi zaman merkez-çevre, kimi zaman devlet-sivil toplum şeklinde tarif edilen çelişki ya da ikilik. Önemli ölçüde liberalizmden mülhem diyebileceğimiz bu analitik çerçeve haricinde militarist pratikleri anlamlandırmak için hangi kavramsal avadanlığı devreye sokabiliriz?

Türkiye’de bir şekilde 1980 sonrasında asker-sivil ilişkileri bağlamında ordu pratiklerinin sorunsallaştırılması denebilecek bir süreç başladı. Bu elbette hayırhah bir gelişmeydi. Ancak bu sürece bakarken kullanılan paradigmalar, analitik çerçeveler, bu pratikleri analiz etmekte rastlanan ciddi sınırları da ortaya koyuyor. Bu asker-sivil paradigması aslında çok daha karmaşık olan iktidar ilişkilerini basitleştirir.

Deniyor ki Türkiye’de güçlü bir devlet var (gerçi bu devletin kurumsal yapısı detaylı olarak analiz edilmiyor). Bir özne var, bu güçlü devlet -hakim sınıflar dahil olmak üzere- toplumsal aktörler karşısında çok güçlü. Hatta daha muhafazakâr liberal diyebileceğimiz bir çizgide, burjuvazinin gelişmesini engelledi, burjuvazinin siyasal hegemonyasını kurmasını önledi, kendi gücünü tesis etmesini önlüyor bu darbeler deniyor. Bu elbette sol veya demokrat çevrelere de sirayet eden bir analizdir. Bu da ya merkez-çevre ikiliği, ya devlet-toplum ikiliği gibi ikilikler üzerinden kurulur.

Türkiye’de iktidarın temel ekseninde bir tarafta devlet elitleri, askeri sivil bürokrasi, öte tarafta bütün toplumsal aktörler, yani iktidar ekseninin diğer tarafında bütün toplumsal kesimler bulunur. Bu aynı zamanda askeri ve sivil alanlara tekabül eden bir ikiliktir. Böylece hakim sınıflar da veya merkez sağ da daha kimlik eksenli bir tarifle, Müslümanlar da hep bu iktidar ekseninin mağdurları arasında sayılır.

Ancak en basitinden, Türkiye’de 1970’lerin ortasından itibaren resmi ideolojinin Türk-İslam sentezine kaymış olması bağlamında hiç mi bu iktidar yapısının değişmediği gibi basit sorular bile hemen bu şemanın gediklerini ortaya koyar. Veya askeri rejimlerin pratiklerine baktığınızda, bunların her birinin aslında yeni bir kapitalist hegemonya projesini kurumsal olarak, idari olarak veya bunun sınıfsal ilişkilerini kurmaya dönük olarak gerçekleştiği görülür.

Dolayısıyla bu müdahalelerin sınıfsal anlamda etkileri de farklıdır. Bazı sınıfsal kesimleri güçlendirir, bazılarını zayıflatır her müdahale. Ancak bunları dikkate almaksızın her tarafı birer çuvala sığdırdığımızda, o ikinci torbanın içindeki esas kurucu olan, yani Türkiye’nin siyasal sosyolojisini esas okuyabileceğimiz iktidar ilişkileri, pratikleri, mücadelelerinin hepsini yok saymış oluyoruz. Demek ki burada ciddi bir sorun var.

Peki bu çerçevenin dışında, “sınıfsal” diyebileceğimiz ya da tarihsel materyalizm esinli yaklaşımlar söz konusu mu?

Yukarıda özetlemeye çalıştığım yaklaşım, Türkiye’de militarizmin kapitalist veçhesini yok sayar. Militarizmin aynı zamanda kapitalist bir militarizm olduğu es geçilir. Beri taraftan Türkiye’de Marksist ya da sınıfsal bir analiz geliştirmeye çalışan analizler yok demek mümkün değildir, ama bunlar çok azdır. Daha ziyade, Türkiye’nin siyasal iktisadı hakkında yapılan çalışmalar içinde darbe dönemlerine dair göndermeler ya da işte müdahalelerin niye olduğuna dair bazı açıklamalar görülür.

Burada da ya araçsalcı bir yaklaşım vardır. Yani, devlet egemen sınıfın bir aracıdır, dolayısıyla ordu da onun aracıdır; ordu aslında egemen sınıfın istediğini yapmaktadır. Ya da daha yapısalcı-işlevselci bir yaklaşımla, sermaye birikim süreci, onun krizleri söz konusudur, o krizler ortaya çıktığı vakit de ordu dediğimiz dışsal faktör gelir ve Gordion’un düğümünü bir kılıç darbesiyle keser. Elbette sermaye birikimi, evreleri, içindeki sınıfsal ittifaklar, siyasetin en azından bir miktar nasıl sınırlandığını gösteren unsurlardır, ama ordu pratiklerinin kapitalist veçhesini bunlar anlatmaz. Bunlar bunu bir şekilde verili addederek işin içinden sıyrılır. Esas mesele tam da bu mekanizmaları göstermektir.

Birincisi, ordu pasif bir aktör değildir, sınıf ilişkilerinin bir gölge fenomeni, bir yansıması değildir. Tıpkı devlet gibi. İkincisi, ordu pratikleri biraz önce konuştuğumuz bütün toplumsal aktörler karşısında mutlak bir özerklik içerisinde var olan şeyler değildir. Tam tersine, iktidar ilişkilerinin oluşturduğu siyasal sosyolojinin içine otururlar ve ancak o ilişkisellik içerisinde anlamlandırılabilirler. Üçüncüsü, ordu pratiklerinin kapitalist veçhesini ortaya koymak istiyorsak, bu pratiklerin bir gölge fenomen olmaktan ziyade, bizatihi kurucu boyutlarını ortaya sermek gerekir. Hangi kurucu pratiklerle kapitalizm tesis ediliyor, buna bakmak gerekir.

Bu konuyu neo-Gramscici bir izlek üzerinde, biraz geç-Poulantzas ve Bob Jessop gibi kişilerden geçerek kapitalist devleti, kapitalizm içinde siyasal alanda sınıfsal ilişkilerin nasıl kurulduğuna dair bir çerçeveyi kullanarak değerlendirdiğimizde, bu müdahaleleri, darbeleri, kapitalist hegemonya projelerinin kurulum süreçleri dahilinde ele alma imkânı doğar. Bu bir süreçtir ve tam da süreç olduğu için toplumsal, siyasal aktörlerin mücadelesi içerisinde gerçekleşir. Önceden belirli olan, tayin edilmiş bir şey değildir.

Ordunun pratikleri, Kemalizmi farklı şekillerde kullanması, bu kapitalizmin sınıfsal iktidar ilişkileri içerisinde nereye oturur? Özellikle de siyasal hegemonya düzeyinde bu ilişkilerin nasıl yaşandığına baktığımızda. Veya her darbe ve müdahale sonrasında devlet aygıtının kurumsal mimarisinin yeniden yapılandırılması nasıl etkilenir?

Devletin kurumsal mimarisindeki farklı inşa şekillerine göre farklı toplumsal kesimler ya da sınıflar güçlendirilir, bir başkaları da zayıflatılır. Militarizmi, demokratikleşmeyi, vb. konuşacaksak bu hususları da tartışmamız zaruridir. Demokratikleşme, siviller ile askerler arasındaki ilişkinin çok ötesinde bir şeydir. En nihayetinde, siyasetin toplumsallaşmasıdır. Siyasal rejim ve yapının, devletin kurumsal mimarisinin kimleri güçlendirip zayıflattığı bu tartışmada temel sorudur. Kimlerin alanının genişletilip alanının daraltıldığı ve bunun hangi mekanizmalarla gerçekleştiği, üzerine eğilmemiz gereken esas meseledir. Bence, kapitalist hegemonya projelerinin inşası sürecine, dolayısıyla bu süreci tayin eden sınıfsal mücadelelere, özellikle de siyasal-hegemonik düzeydeki mücadelelere bakılmalıdır. Bütün bu bağlam içinde ordu pratiklerinin nereye oturduğunu iyi anlamak gerekir.

Bir aktör olarak ordudan ve pratiklerinden bahsetmişken daha spesifik bir soru sorayım. Türkiye’de ordunun özellikle OYAK gibi bir yapı bağlamında bir iktisadi aktör olarak da hareket ettiği biliniyor. Bu sadece Türkiye’ye özgü mü?

Bu aslında sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Benzer bir duruma bir dönem Şili ya da Arjantin gibi Latin Amerika ülkelerinde, ama bugün daha çok, küçük Orta Amerika ülkelerinde ya da Mısır, Suriye, “eski” Irak veya Pakistan gibi Ortadoğu ülkelerinde rastlamak mümkün.

Bu örneklerde şunu görüyoruz: Ordu çeşitli kurumsal yapılarla (ki bunlar genellikle vakıf gibi oluşumlar oluyor) bir iktisadi aktör olarak devreye giriyor. O vakıf bağlamında iktisadi yatırımlar, mesela üretici sermaye yatırımları yapıyor. Örneğin, Türkiye’de otomotivde ya da çimento sektöründe olduğu gibi. Ya da ticaret veya finans sektörüne giriyor, bankacılık yapıyor. Bu aslında bir bakıma klasik bir holding yapısı. Fakat bu holding bir aileye falan ait değil, kurumsal olarak orduya ait.

Tam da bu bağlamda Türkiye ordusu için “kolektif sermayedar” tabirini kullanıyorsun. Bu tanımlama aslında tam da ordunun toplumdan varsayılan bağımsızlığı ya da özerkliğini sınırlandıran bir konum değil mi? Çünkü orduyu bir kolektif sermayedar olarak tanımladığın andan itibaren, değişik sınıf ittifakları çerçevesinde hareket ettiğini, bunlara dahil olduğunu ifade etmiş oluyorsun…

Türkiye’deki bütün ordu pratiklerini, siyasal ve ideolojik mücadeleleri buradan hareketle açıklamak mümkün değil elbette. Ancak sırf bu kolektif sermayedar olmanın doğurduğu ciddi sonuçlar var. OYAK, Türkiye’ye 27 Mayıs’ın ardından kuruluyor. Askeri rejimin ilk icraatlarından biri, OYAK. Kısa zamanda da çok büyük bir holding haline geliyor. Bugün de Türkiye’nin en büyükleri arasında.

Ordu bu yönüyle ister istemez sermaye birikim süreçleri içerisinde yer alır. İçinde yer alınca da kaçınılmaz biçimde belli ilişkilerde taraf olmak durumunda kalacaktır. Diyelim, ithal ikamecilik krize girdiğinde bu aynı zamanda OYAK üzerinden orduyu da bağlar. İdeolojik olarak bağlar. Ulusal kalkınmacılık dolayısıyla ithal ikameciliğe bağlı ordunun, yeni şekillenen kapitalizme genel anlamda adapte olma sorunu belirir. Öte yandan, kendisi zaten OYAK üzerinden bu krizi doğrudan yaşar, hisseder.

27 Mayıs rejimi, bir çeşit ithal ikameci sanayileşmenin kurumsal, idari yapılanmasını oluşturmuş, bu modeli mümkün kılacak şekilde siyasal alanın yapılandırılmasını üstlenmişti: belirli toplumsal kesimleri güçlendirmek, bazılarını zayıflatmak şeklinde. Mesela, sendikaların önü açılmıştı. 1961 anayasası niye böyle daha “demokratik” bir anayasadır? Bunun cevabını nereden bulabiliriz? Bu ordunun, orta sınıf aydınların ilericiliğiyle alakalı bir durum değil.

İşçi sınıfı hareketinin taleplerinin niteliğinin henüz 1960’lı, 1970’i yıllarda göreceğimiz siyasal-hegemonik türden taleplerden ziyade, daha ekonomik, korporatif diyebileceğimiz talepler olması dolayısıyla, emek hareketi büyük tehdit olarak algılanmadı. Kafalarda şöyle bir hegemonya projesi vardı: Planlı kalkınma olacak, ulusal kalkınma gerçekleştirilecek, pasta büyüyecek, pasta daha eşit olarak dağıtılacak, işte sosyal adalet… Bunun amacı -anayasa tartışmalarına baktığınız zaman da açıkça görülür- sınıf mücadelesini önlemektir.

Mekanizma bu şekilde işlerse sınıf mücadelesi önlenebilir ve önlendiği müddetçe de temel hak ve hürriyetlerde bir genişleme sorun yaratmayabilir. Ancak sonraki on yılda, işçi sınıfının toplumsal ve siyasal hareketi bambaşka bir renk kazanınca bu çizgi hemen değişmiştir. Bu örnek bile ordu pratiklerinin kapitalist sınıfsal ilişkilere duyarsız kalmadığını, onlar içinde şekillendiğini gösterir. Bu örnek ayrıca, ordu pratiklerinin, askeri rejim pratiklerinin de dönüp, bu ilişkileri kurmaya yönelik müdahaleler olduğunu bize anlatır.

OYAK bunun başka bir ayağıdır. 1960-1980 yılları arasında ithal ikameci sanayileşmenin, içe dönük sermaye birikim stratejisinin bütün gereklerini takip eder. Sonuçta, ulusun çıkarını düşündüğü için değil elbette. Koç otomotive niye yatırım yapıyorsa OYAK da bunun için yapar. Çünkü kârlı bir sektördür. 1990’lı yıllarda Türkiye’nin bütün büyük holdingleri finansal yatırımlara yöneliyorsa OYAK da yönelir. Bu, özerk olduğu iddia edilen ordunun OYAK üzerinden kapitalizmin sermaye birikim süreçleri ve bununla bağlantılı sınıfsal ilişkilerin tam ortasında yer aldığını gösterir. Bu, Türkiye’de sıkça kullanılan özerklik argümanının geçersizliğini gösterir elbette. Ama tekrar edeyim, Türkiye’deki militarist pratiklerin bütününü sadece bu eksende tarif edemez, açıklayamayız.

Ordunun iktisadi bir aktör olarak konumunu tartışırken, akla ABD bağlamında tartışılmış “askeri sınai kompleks” kavramı geliyor. Bu kavramsallaştırmanın, bizim tartıştığımız ve Türkiye kadar başka bazı Orta Amerika ya da Ortadoğu ülkelerinde benzerlerini gördüğümüzü söylediğin örneği arasında nasıl bir fark var?

Daha erken kapitalistleşmiş ülkelere baktığımızda, askeri sınai kompleks, aslında daha ziyade savaş sanayi üzerinden, ya da Ernest Mandel’in güzel deyimiyle ”tahrip malları”nı üreten sektörlerdeki iktidar ilişkisini anlatmak üzere ortaya atılmış bir kavram. Bir yanda devlet ve bunun asker ve sivil bürokrasi ayakları, diğer yandan bu sektörde yer alan sermaye. Maliyet üzerine kârı koyduğunuz, dolayısıyla çok kârlı yepyeni bir sermaye birikim alanı bu.

Askeri sınai kompleks kavramı bu ilişki ağını anlatıyor. Kapitalizmin işleyisişi açısından baktığımızda onun merkezinde yer alan öğe, askeri harcamalar ve savaş sanayi. Baran, Sweezy ya da Mandel gibi farklı geleneklerden önemli Marksist iktisatçılar, Soğuk Savaş yıllarında özellikle ABD üzerinden, kapitalizmin işleyişi ve kredi bazlı tüketim azlığı ya da aşırı sermaye birikimi gibi krizleri aşmada bu sektörü bilhassa vurguluyorlar. Daha sonra biraz da kurumsalcılıktan faydalanarak bu askeri sınai kompleksin nasıl bir iktidar ağı yarattığı açıklanmaya çalışıldı. Bu elbette o gün için dahi tartışılır bir mesele.

Türkiye ya da Latin Amerika gibi çevre ülkelere baktığımızda, savaş teknolojisi ileri teknoloji gerektiriyor ve geç kapitalistleşen ülkeler için burada bir dinamik yaratmak, ulusal bir savaş sanayi kurmak, daima ifade edilen bir hedef olsa da o kadar kolay bir şey değil. Sonuçta ortaya ister istemez ciddi bir bağımlılık ilişkisi çıkıyor. Türkiye’de belirli dönemlerde ulusal bir savaş sanayisinin yaratılması için ciddi çaba harcandı. Ancak yaklaşık otuz yıldır bu alana yapılmakta olan yatırımlara rağmen Türkiye hâlâ aslında savaş teçhizatının çok yüksek bölümünü (en son rakam yüzde 80’i) ya ortak anlaşmalarla ya da doğrudan alımlarla dışarıdan temin ediyor.

Buralarda biz daha farklı bir model görüyoruz. Bu da ordunun savaş sanayiyle sınırlı olmamak kaydıyla bir iktisadi aktör olarak temayüz edişi. Ordu, iktisadi hayat dediğimizde aklımıza ne geliyorsa orada, yani çok geniş bir alanda yer alıyor. Örneğin, Guatemala’da ordu mezarlık da işletiyor. Türkiye’de bankası vardı, yakın zamanda sattı. Mısır’da gıda sektörü daha önem kazanıyor. Pakistan’da deniz kuvvetlerinin, hava ve kara kuvvetlerinin bu vakıf oluşumları dolayısıyla iktisadi etkinlikleri de hep ayrı gelişiyor. Türkiye’de bu söz konusu değil elbette. Bu tür farklılıkların elbette her ülkenin kendi tarihsel gelişimi içerisinde anlaşılması gerekiyor. Mesela, Türkiye’de büyük bir holding hangi alanlarda yatırım yapıyorsa OYAK da o alanlara yöneliyor. Bu ABD’de, Avrupa’da göremediğimiz bir model. Çevre ifadesi ne kadar doğru bilemem ama, daha çok yakın çevre diyebileceğimiz, daha geç kapitalistleşen ülkelerde söz konusu olan bir askeri sınai kompleks modeli bu.

Askeri merkantilizm” kavramı da Türk ordusunun bir iktisadi aktör haline gelişi bağlamında kullanılmıştı…

Askeri merkantilizm, Taha Parla’nın kullandığı bir kavram. Zaten onun çalışması da benim OYAK üzerine çalışmamda çok etkili olmuştu. Ordunun bir tüccar, sanayici gibi hareket edişini anlamlandırmak üzere kullanılmıştı. Bense “kolektif sermayedar” tabirini yeğliyorum. Çünkü OYAK yatırımlarını gerçekleştirirken herhangi bir askeri rasyonele göre hareket etmiyor, iktisadi yatırımlarını dönemin hakim sermaye birikim stratejileri doğrultusunda gerçekleştiriyor. Askeri kurum olmasının getirdiği kimi ayrıcalıklardan istifade ediyor elbette. Ama onun dışında bir askeri rasyonaliteyle hareket etmiyor.

Son on yıldır küresel kapitalizm koşulları içinde “ulusalcı” bir kapitalizmi mümkün kılmaya çalışan bir kanat var. Bu kanat mesela Ereğli Demir Çelik’in alımını askerden geliyor diye milliyetçi bir hamle olarak değerlendirmişti. O dönemde OYAK genel müdürü Coşkun Ulusoy OYAK bayilerini toplayıp, Türk bayraklarıyla milliyetçi-ulusalcı bir söylemi körüklemişti. Ancak bu yatırımın arkasında ulusalcı bir rasyonel olmadığı çok kısa süre sonra ortaya çıktı. Ereğli Demir Çelik’i almalarının sebebi sadece çok kârlı olmasıydı.

Üç gün sonra, OYAK dünya piyasasının iki deviyle hisselerinin bazılarını paylaşmak üzere görüşmelere başladı. Sonra kızılca kıyamet koptu. Hani OYAK ulusalcıydı, diye. Bunun gösterdiği, OYAK’ın kapitalizmin iktisadi rasyonalitesi doğrultusunda hareket ettiği. Dolayısıyla, burada ayrı bir askeri rasyonalite göremiyorum.

Peki, OYAK’ın ya da TSK’nın savaş sanayisindeki konumu nedir?

Önemli bir farklılık, ordunun bir çeşit askeri sınai kompleks inşa etme hususunda OYAK dışında Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nı kullanması. Bunu savaş sanayi denen sektörü inşa etmekte kullanıyor. Üretilen zenginliğin daha fazla buraya aktarılması, bu alana yatırım yapan daha fazla iktisadi aktörün, şirketin ortaya çıkması. Silah sanayi dediğimiz bu sektöre baktığımızda TSK Vakfı’na bağlı şirketlerin (Aselsan gibi çok büyük şirketler dahil olarak) buradaki pastanın önemli kısmına sahip çıktığını görüyoruz. Ya da Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Savunma Sanayini Destekleme Fonu üzerinden, dolaylı vergilerden gelen bazı kaynaklara el konuyor. İşte, askeri sınai rasyonalite buralardan beslenir ve ordu bu alanda ayrı bir örgütlenmeyle faaliyetlerini yürütür.

Askeri rasyonaliteden bahsetmişken, Türkiye’de kurucu elitin, Kemalistlerin, hatta İttihat ve Terakki’nin ekonomik bir rasyonaliteden ziyade siyasi/askeri bir rasyonaliteye sahip oldukları ifade edilir…

Erken Cumhuriyet döneminde genelkurmay başkanı olan Fevzi Çakmak’ın ulusal güvenlik dolayısıyla belli yerlere yatırım yapılmasını engellediği, bu bağlamda sık anılır mesela. Ancak böylesi bir örnekle Türkiye’de tek parti dönemi ya da Kemalist iktidarın kapitalist kalkınma rasyonalitesine sahip olmadığı söylenemez. Devletçiliği nasıl okuyacaksınız o zaman. Osmanlı’nın son döneminden tut, tek parti dönemine kadar amaç milli bir iktisat, milli bir burjuvazi yaratmak olduğuna ve bu da kapitalizm dışı bir model olmadığına göre, bir iktisadi rasyonalite söz konusu değil mi?

Demek ki burada, Türk milliyetçiliğinin dünya kapitalizminin tarihsel olarak var olduğu daha ulusal ölçekte örgütlenmiş bir kapitalizmden bahsettiğimizde, milliyetçilikle kapitalizme çok daha rahat eklemlenen bir dönemden bahsetmiş oluyoruz. Türkiye’deki Kemalist milliyetçilik, kapitalist rasyonalite dışı bir milliyetçilik değildir. Bu rasyonalitenin dışında istisnai bazı vaka ya da söylemler olabilir. Ancak tam da tersi, milliyetçi söylem -örneğin- sınıf mücadelesini örtmek için kullanılmamış mıdır?

Biz son dönemde daha çok, elbette önemli olan, çok etnisist, dışlayıcı, otoriter bir kimlik siyaseti olduğu boyutuna odaklanıyoruz. Ancak aynı milliyetçilik, sınıf ilişkilerini yöneten de bir ideolojidir. Kemalist milliyetçilik de bundan azade değildir. Kemalist milliyetçiliğin organik toplum söylemleri tam da bir sınıf siyasetidir. Erken cumhuriyet döneminde sınıfı yok sayarak bir sınıf siyaseti yürütülür. Ancak bu hususun âdeta görünmez kılınması, hegemonyayla ilgilidir.

1980 sonrasında Türkiye’nin tarihsel sosyolojisini, siyasal panoramasını ele alan sosyal bilimlerde, hakim paradigmada sınıf analizi çok dışlanmıştır. Türkiye Marksistlerinin biraz indirgemeci, ekonomist analizlere fazlaca meyletmiş olmalarının bir sonucudur belki bu, buna tepkidir. Daha doğrusu, bu durum böylesi bir saldırıyı da kolaylaştırmıştır. Fakat bu elbette sadece akademik, entelektüel bir mesele değildir. Daha geniş bir siyasal hegemonya meselesinin parçasıdır.

Ordunun siyasal alandaki rolü tartışılırken devreye sokulan bir kıstas, ordunun iç profesyonelleşmesi ya da iç tesanüdü, subay kesiminin diğer toplumsal kesimlerden farklı bir grup, belki bir zümre karakteri edinip edinmediği. Türk ordusu hakkında iç bütünlüğünün çok kuvvetli olduğu hep vurgulanır ve buradan Türkiye ordusunun bir zümre, hatta bir parti karakterine sahip olduğu söylenir…

Ordular sanki çok sıkı bir iç bütünlüğe sahip yapılar olarak düşünülür. Halbuki bu verili bir şey değildir. Bu bütünlüğün sürekli yeniden inşa edilmesi gerekir. Geçen hafta Ortadoğu’da devlet ve ordu konulu bir toplantıya katıldım. Çok çeşitli ülkeler hakkında sunumlar vardı. Türkiye’ye ordunun kendi çıkarlarının, siyasal tercihlerinin çok daha belirgin ve net olduğunu görüyorsunuz. Halbuki diğer bazı ülkelerde bu çok dağınık, daha belirsiz. Elbette bunu fazla da abartmamak gerek. Evet, Türkiye’de ordunun siyasal tercih ve yönelimleri çok daha belirgin.

Bunun, ordu içinde ideolojik sosyalizasyonun daha güçlü olması, subay kadrolarının ideolojik formasyonunun daha sistematik yollarla gerçekleştirilmesi gibi sebepleri var elbette. Bu bakımdan bazen Türk ordusu için siyasal parti benzetmesi yapılıyor, ama işte, bu boyutu abartmamak gerek. Ordu tabii ki işleyiş ve örgütlenme bakımından bir siyasal partiye benzemez, siyasal programlar yayınlamaz, ama mesela darbeye giderken, belli bir program, bir toplumsal blok, bir hegemonya projesi etrafında kendine taban bularak gelir. Devletin ve siyasal alanın yapısını, toplumsal yapıyı şekillendirmeye çalışır.

Türkiye’de ordudan bahsederken, ne kadar hiyerarşik ve sistematik bir yapıya sahip olduğu söylenir. “Prusya modeli”ne gönderme yapılır. Oysa böyle mutlak olarak, ideal bütünlük sağlamış bir ordu yoktur. Ordu toplumun dışında değildir. Dolayısıyla, toplumsal alandaki bütün çatışma eksenlerini şu ya da bu biçimde kendi içerisinde yeniden üretir. Mesela, bu kadar idealize edilmiş bütünlüğe sahip orduda 27 Mayıs’ı alt rütbeli subaylar yaparlar.

Ama şu da bir gerçektir, ordu 27 Mayıs’tan daha sonraki 9 Mart (1971) darbe girişimi arasında ve hemen sonrasında iç bütünlüğünü daha da pekiştirecek bir dizi mekanizmayı devreye sokar: Yüksek Askeri Şura, tasfiyeler, vs. 12 Mart sonrasında da farklı Kemalizm yorumları karşısında kendi Kemalizm tanımını geliştirmeye dönük bir çaba gözlenir. Çünkü bu farklı yorumlar ordunun kendi iç tutarlılığını dağıtıcı bir işleve sahiptir. Daha sistematik bir ideolojik formasyon verme arayışıyla, kendi eğitim kurumlarını bu ihtiyaç doğrultusunda yeniden yapılandırmaya yönelinir.

OYAK’ın da böyle bir işlevi yok mu? Ayrıca tam bu bağlamda OYAK, ordunun ya da subay kadrolarının karakterinde, bütünlüğünde nasıl bir değişime yol açıyor?

OYAK elbette bu bağlamda değerlendirilebilir. 1960’lara baktığınızda alt ve orta rütbeli subayların -içeriğini bir kenara bırakalım- daha radikal ya da sol etkilere açık olduklarını görürüz. Bunu kırmak için tasfiyeler ya da ideolojik formasyon çalışmaları devreye sokulur. Ancak bunların yanında OYAK’ın âdeta ikinci bir sosyal güvenlik kurumu olarak ortaya çıkması vasıtasıyla, aslında subay kadrolarının sosyo-ekonomik kimliklerinin değiştirilmesi, konumlarının yükseltilmesi hedeflenir. Bir çeşit orta sınıflaşma yaşanır. OYAK’tan kazanılan nemaların bir kısmı üyelere dağıtılır, subaylar emekli sandığından alınanın iki katı kadar bir meblağ alabilirler. Ucuza ev ya da araba kredileri söz konusudur. İşte bu, subayları orta sınıfların hayatına çeken bir mekanizmadır.

1980’lerle birlikte OYAK büyüdükçe bu mekanizma ivme kazanır. Neticede en büyük beş holding arasındadır ve büyük pastanın bir bölümü subaylara düşer. Bu, ordu içi bütünlük ve tutarlılığı sağlama mekanizmasıdır. Toplumdaki genel dönüşümle çakışır. Şahsi gözlemim, birçok subayın gündelik konuşması arabanın modeli, ev eşyası, elektronik aletler üzerinden dönüyor. Neo-liberal kapitalist tüketimcilik kodlarına çok uygun bir tipoloji.

Askeri lojmanlar mesela, çoğu zaman subayların Türkiye toplumundan ne kadar kopuk bir sosyal çevrede yaşadıklarına örnek gösterilir. Oysa bunlar aynı zamanda orta üst sınıfın tamamında gözlemlenen korunaklı site hayatına duyulan özlemin bir ifadesi değil mi? Toplumun geri kalanından kopukluktan ziyade, “orta sınıflaşma” dediğin eğilimin bir parçası değil mi?

Elbette. Lojman hayatı, kapalı bir alanda yaşamak, aslında kendi benzerlerinle, sınıfsal ve kültürel benzeşlerinle yaşama isteğinin ifadesi. “Tehlike” karşısında daha “steril” bir hayat kurma çabası bu. Bugün bunu Türkiye üst orta sınıflarının önemli bir bölümü yapıyor. Ordunun “gündelik hayattan kopukluğu” denen bu meseleye fazla değer atfediliyor aslında. Gündelik hayat itibariyle bir kapalılık var elbette, ama bu başka yerlerde benzerleri görülmeyen bir durum değil. Ayrıca bu kesimi Türkiye’nin siyasal ve kamusal alanına, burada cereyan eden çatışmalara bağlayan bir sürü başka bağ var. Diğer yandan, gerçekten de bu lojman hayatına baktığında orada üst orta sınıf hayatı söz konusu.

Dediğim gibi, bu “kopukluğu” abartmamak gerek. Türkiye tarihinde farklı siyasal çatışma eksenlerine, bunların hangi sosyal bloklar ve hegemonya projeleri etrafında nasıl işlediğine, her hegemonya projesinin farklı sınıfları toplumsal kesimleri nasıl bir araya getirdiğine, onlar arasında nasıl çimento işlevi görerek bir sosyal blok yarattığına baktığımızda, ordunun burada nasıl yer aldığını, hangi ideolojik-siyasal söylemleri mobilize ettiğini, kimlerle nasıl ittifaklar kurduğunu, hangi rıza üretme pratiklerine başvurduğunu ele alırsak, bu “özerklik” meselesinin Türkiye’de nasıl yanlış kullanıldığını görmüş oluruz.

Burada neo-liberalizm ile militarizm ilişkisine geliyoruz…

Türkiye’de, askeri müdahaleleri gündeme getiren çatışmaların, daha büyük hegemonya projeleri içerisinde sınıfsal ilişkilerle eklemlendiği, siyasal hegemonik düzeyde sınıf siyasetini yönetme biçimleriyle ilişkisi pek ele alınmıyor. Türkiye’de neo-liberal kapitalizmi kuran şey, bizatihi bir militarist pratiktir; kurumsal mimarisi bir askeri rejimle inşa edilebilmiştir.

Neo-liberalizmin yönetme stratejisi, “iki ulus” denen çok daha dışlayıcı bir hegemonya projesi, askeri rejimle gündeme gelebilmiştir. Daha önce öyle ya da böyle devletin kurumsal mimarisine kendi gücünü nakşedebilmiş kesimler, kurumsal mimarinin yeniden inşasıyla tamamen onun dışına itilmiştir. Mesela işçi sınıfı, hatta köylülük… Popülist denen o politikayla, daha önce siyasetin kurumsal yapısının içine köylülüğün bazı çıkarlarını iliştirebiliyordunuz. Ya da 1961 anayasasıyla birlikte ortaya çıkan kurumsal idari yapı, öyle ya da böyle işçi sınıfının genel bir siyasal tehdit olarak görülmemesi dolayısıyla bazı taleplerini içerebiliyordu.

Bunun en iyi örneği 15-16 Haziran olaylarında 1961 anayasası üzerinden yeni sendikalar yasası düzenlenmesine karşı çıkılması. TİP o dönem değişiklikleri Anayasa Mahkemesi’ne götürüyor. Burada bu yolun kullanılabilmesinin sebebi, o mimari içerisinde bu kesime alan açan, ona bir miktar güç kazandıran bir boyut olması. 12 Mart’tan itibaren bu mimarinin değiştirilmesi, devletin daha otoriterleşmesi diye özetlenebilecek bir süreç söz konusu. İşçi sınıfının toplumsal-siyasal hareketi yükseldikçe, daha önce konjonktürel olarak açılmış bu alanlar daraltılmaya çalışılıyor.

27 Mayıs bir güvenlik devleti inşa ediyor. Bunun bir milli güvenlik, bir de sosyal güvenlik boyutu var. Sosyal güvenlik boyutuyla sınıf mücadeleleri bir şekilde kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Daha kapsayıcı, “özgürlükçü” bir hegemonya projesi dolayısıyla sınıf mücadelelerinin yükselmeyeceği varsayımından hareket ediliyor. İşçi sınıfının toplumsal-siyasal hareketi yükseldikçe, sosyal güvenlik boyutundan hızla milli güvenlik boyutuna kayılıyor. 12 Eylül rejimi, yeni küresel neo-liberal kapitalizmin gerek duyduğu mimariyi inşa ediyor.

Neo-liberalizm ile şiddet pratikleri ve militarizm arasında, bu dışlayıcı bir hegemonya projesini gündeme getirmesi dolayısıyla içsel bir bağlantı yok mu?

Şili, Uruguay ya da Arjantin gibi kimi ülkelerde 1970’lerin ortalarında gerçekleşen darbeler, Brezilya’da, Arjantin’e daha erken tarihlerde gerçekleşen darbelerden farklı bir karaktere sahip. Bu öncekiler ithal ikameci sanayileşmeye, kalkınmacılığı devam ettirmeye, onun sınıfsal yapısını yeniden kurmaya dönük müdahaleler. Bahsettiğim dönemde dünya kapitalizmindeki dönüşümle beraber düşünülmesi gereken bir kırılma var. Siz devletin siyasal alanının içinden geniş toplumsal kesimleri dışlıyorsunuz. Dışlamadan yeni neo-liberal kapitalizmi işletemeyeceksiniz. Dolayısıyla, neo-liberalizmin sürekli olarak siyasal alanı daraltan bir etkisi var. İşte bu bağlamda gerçekleşen askeri rejimler daha “sert” oluyor.

Neo-liberalizm sadece bir iktisat politikası değildir ve bir siyaset olarak neo-liberalizm, anti-demokratiktir. Neo-liberal siyaset tarzıyla hesaplaşılmadığı sürece demokratik alanı, siyasetin toplumsallaşmasını tartışamazsınız. Neo-liberalizmin iktisadı siyasetin alanı olmaktan çıkartıp teknikleştirmesi, yani teknokratizmi ile ulusal güvenlik siyaseti de denen şey eklemlenerek gidiyor. Bu ikinci boyut birçok siyasal konuyu güvenlikleştirerek teknik meseleler haline getiriyor. İki eğilim birbirine eklemlenerek ilerliyor.

Neo-liberalizmin siyasal alanı daraltmasıyla militarizmin siyasal alanı daraltması, Türkiye’de paralel gelişen süreçler. Bunlar aynı tarihsel sürecin parçaları. Bu ilişki analiz edildiğinde Türkiye’deki militarizmin aynı zamanda neo-liberal bir militarizm olduğu ortaya çıkacaktır.

12 Eylül’ün inşa ettiği bu yeni hegemonya projesinin en temel unsuru, sınıf siyasetine son vermek. Sınıf siyasetine son verilmesiyle kimlik siyasetinin ortaya çıkışı arasındaki ilişkileri biz takip etmezsek, eğer kimlik siyaseti üzerinden sınıfsal taleplerin nasıl taşındığını, burada nasıl yeni hegemonya projeleri oluşturulmaya çalışıldığını analiz etmezsek, Türkiye’de ordu pratiklerinin kapitalist bir veçhesi olmadığı sonucuna varırız. Böylece ceberrut devlet, Kemalist ideoloji, vs. sürekli buralardan bir açıklama çabasına gireriz. Türkiye dünyada neo-liberal kapitalizmin en yoğun yaşandığı ülkelerden biri. Bu süreçte gelişen bir militarizmden bahsediyoruz. Ancak o ikisi arasındaki eklemlenmeleri okumaya çalışan analizler çok cılız kalıyor.

Bu arada zorunlu askerlik temelli ulusal ordulardan özel ordulara geçiş şeklinde bir süreç de yaşanıyor. Bunun en somut örneği belki de Irak’ı işgal eden ABD ordusu. Bu sürece nasıl bakıyorsun?

Neo-liberalizm sürekli olarak yeni sermaye birikim alanları yaratıyor. Daha önce kamu otoritesinin ya da devletin vermekle kendini mükellef addettiği hizmetleri, özelleştirme dediğimiz süreçle yeni kâr alanlarının açılacağı, yani sermaye birikiminin sağlanacağı alanlar haline getirerek sermayeye devrediyor. Ya da yeni alanlar yaratıyor. Güvenlik böyle bir alan. Polis, bir dizi işlevini özel güvenlik şirketlerine devrediyor. Özel güvenlik şirketleri inanılmaz derecede büyük bir sektör halini aldı.

Neo-liberal kapitalizmin belki de gittiği en uç nokta, modern devletin Weber’in tanımıyla “şiddet tekelini elde bulundurma” diyebileceğimiz vasfını ortadan kaldırması. Devletin olmazsa olmaz nitelikteki güvenlik faaliyeti, özel şirketlere devredilebilir hale geliyor. Artık o da bir meta. Bunun yarattığı bir dizi komplikasyon var. Bunun kontrolü, hesap verilebilirlik, bu işin hukuki boyutu, vs. Bu, devletin yapısının ne kadar değiştiğini gösterir. Bunu daha çok ABD ve İngiltere gibi ülkelerde gözlemliyoruz ve elbette bu sürecin nereye varabileceğini bugünden kestirebilmek güç.

Özel ordular ya da güvenlik meselesinin ticarileşmesiyle beraber gündeme gelen hesap verebilirlik ya da denetim gibi sorunlardan bahsettin az önce. Burada kastettiğin neydi? Mesela, Vietnam’la son Irak Savaşı arasında savaş karşıtı hareket açısından şöyle bir mukayese yapılıyor. Bir yanda zorunlu askerlik var ve bu, toplumsal tepkilerin açığa çıkışını daha kolaylaştırıyor. Diğer yanda, yani Irak savaşında işte paralı askerlik, profesyonel ordu ya da özel güvenlik şirketleri gibi uygulamalar bu tür tepkileri görünmez kılıyor…

Evet. Zorunlu askerlik ile vatandaşlık hakları arasında bir ilişki olduğu birçok çalışmada ortaya konmuştur. İşte, ben senden kan ve can istiyorum, dolayısıyla bunun karşılığı vatandaşlık hakları oluyor. Elbette bu böyle işlevsel bir ilişki değil. Toplumsal mücadelelerin, yani savaş karşıtı mücadelelerin, savaş karşıtı tepkilerin bir ürünü bu gelişme. İktidarın stratejisi ile aşağıdan gelen toplumsal tepkinin buluştuğu böyle bir an var. Zorunlu askerlik dolayısıyla devlet vatandaşıyla böyle bir ilişki kurmak durumunda kalıyor.

Yeni modelde bu ilişki ortadan kalkıyor. Devlet, bu hizmeti ben vermiyorum, dolayısıyla seninle vatandaşlık ilişkisi kurmuyorum, diyor. Bir müşteri ilişkisi söz konusu artık. Savaş-karşıtı hareketin bu yeni durum karşısında tutum ve dilinin ne olacağı çok ciddi bir mesele. Yeni anti-militarist hareketin nasıl hesap sokma mekanizmalarını gündeme getirebileceği bir soru işareti. Güvenlik şirketlerinin, özel orduların nasıl denetleneceğine dair ciddi bir boşluk var. Bunun kendisi bir mücadele alanı.
Türkiye’de bu modelin gündeme gelmesi söz konusu olabilir mi?

Türkiye’de askeri faaliyetin özel sektöre devredilmesi gibi bir sürecin çok uzağındayız. Bizim yaşadığımız daha ziyade ordunun profesyonelleşmesi: zorunlu askerlik kalksın, askerlik meslek olsun. Tabii bu dönüşüm Türkiye’de oldukça yavaş cereyan ediyor; Soğuk Savaş sonrası dönemdeki yeni küresel kapitalizm bağlamında, devlet -dolayısıyla ordular- yeniden yapılanırken TSK’nın çok uzun zamandır hissettiği bir basınç bu. Savaşların niteliğinin değişmesi, eskisi gibi büyük vatandaş ordularının karşı karşıya geldiği savaşlardan asimetrik savaşlara geçilmesi bunu dayatıyor.

Güneydoğu’da yaşanan savaş sürecinde TSK bunu bir miktar gerçekleştirdi aslında. Ama hâlâ TSK zorunlu askerlik temelinde bir ordu ve bundan kolay kolay vazgeçemez. Çünkü ordu bir sosyalizasyon aygıtı aynı zamanda. Ancak burada, profesyonelleşmede ve daha küçük bir orduya gitmede, bir yandan yeni küresel kapitalizmin şekillendirdiği askeri düzenin zorlaması söz konusu.

Öte yandan, güçlü devlet tezlerinin de bir eleştirisi olarak, toplum Türkiye’de hiçbir zaman mutlak anlamda pasif olmadı, aşağıdan gelen bir direnç var.

Burada ben iki olayı ayırt ediyorum. Birisi, vicdani red hareketi. Aslında bu sayısal bakımdan zayıf bir hareket. Ancak burada AB süreci bir tür kaldıraç işlevi görüyor, bir baskı yaratıyor. Daha önemlsi, Türkiye’de uzun zamandır bir savaş var ve savaş dediğimiz aslında toplumsal bir süreçtir. Mutlaka şu ya da bu ölçüde toplumsal tepkiler yaratır. Özellikle son yıllarda asker ailelerinden tepkiler gündeme geliyor: bizim çocuklarımız ölüme gönderiliyor, bölgeye profesyonel askerler gitsin, diye.
Biz 1990’lı yıllarda Türkiye’de militarizmin boğuculuğundan bahsediyoruz. Evet, doğrudur. Diğer yandan Türkiye’de siyasal dile sahip olmayan gizil bir anti-militarizm de var. Anti-militarizm demek belki abartılı, ama bir tepki, rahatsızlık, serzeniş var. Bu da TSK üzerinde bir toplumsal baskı yaratıyor. Siyasal düzlemde dilsiz bir muhalefet bu. Türkiye’de anti-militarist hareketin, dolayısıyla solun bir zaafı elbette bu. Bu gizil tepki bir imkân olarak da değerlendirilebilir.

Toplumun verdiği tepki karşısında ordu, profesyonelleşmeye başvurmak durumunda kalıyor. 2009 itibariyle bütün komando birlikleri profesyonelleşiyor. Devlet de ordu da bir toplumsal meşruiyet ihtiyacını hissediyor. O yüzden bu “özerklik” meselesini tartışırken bunu akılda tutmalı. Profesyonelleşme hamlesinin ardında, önemli bir sebep bu toplumsal basınç. Özerk değil, bunun karşısında bir tür hesap vermek durumunda kalıyor.

Türkiye’de son dönemde yapılan tartışmalarda, sol cenahta sıklıkla ifade edilen bir argüman, “ABD istemezse Türkiye’e darbe olmaz” şeklinde. Askeri müdahaleler solda genelde Latin Amerika referansıyla tanımlanır. Latin Amerika’daki müdahaleler “arketip” müdahaleler olarak görülür. Bu modelle bir başka uca savrularak TSK’yı neredeyse ABD’nin aleti, uzantısı derecesine indirmiş oluyoruz. ABD ile TSK arasındaki ilişki nasıldır?

Türkiye’de ordu sonuçta bir NATO ordusudur. Eğitimi, silahlanması hep bu ittifak ilişkileri içerisinde gelişir.

Türkiye’de 2. Dünya Savaşı’ın ardından başlayan bu süreç elbette gerilim ve çatışma dönemlerini içeriyor. NATO ile ilişki meselesi düz bir süreç değil, iki taraf açısından da çeşitli sıkıntıları barındırıyor. Ancak neticede söz konusu olan bir NATO ordusu. Bu durum elbette TSK’nın hareket alanına belirli sınırlamalar getiriyor. TSK’nın pratiklerini konuşurken bu sınır dikkate alınmalı. Fakat buradan hareketle araçsalcı bir yaklaşımı benimsemek, “ordu burjuvazinin ordusudur” demek gibi, “ordu NATO’nun, dolayısıyla ABD’nin ordusudur” demek de mümkün değil. Ya da TSK, ABD istediği zaman darbe yapar demek doğru olmaz.

Böyle bir düşünce bütün dolayım ve ara kademeleri, mekanizmaları dikkate almayan kaba, hayli şematik ve siyaseten körelten bir yaklaşımdır. TSK’yı ABD’nin emperyal siyasetinin maşası saymak, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal dinamiklerini fazlasıyla küçümsemek anlamına gelir. Fakat şunu söylemek mümkün: Tarihsel olarak bakıldığında, ABD’nin destek ya da icazetinin alınması, bir darbenin gerçekleştirilebilmesi açısından çok önemli bir faktördür.

Ordu-AB ve AKP ilişkilerine nasıl bakmak gerekiyor?

Türkiye’de hakim sınıflarla, büyük burjuvaziyle ilişki anlamında ordunun, her zaman aynı tarafta olma, hegemonya projelerinin inşasına katılma hususunda ilk defa bir ayrılma noktasına gelmesi, bence 1999-2000’den sonra AB’nin Türkiye’de yeni bir hegemonya projesi olarak ortaya çıkmasıyla söz konusu oluyor. Neo-liberal kapitalizmi yönetmeye dair bir hegemonya projesi bu. Çünkü 1990’lı yıllarda merkez sağ hızla çöktüğü ve neo-liberal kapitalizmin yönetilmesinin giderek güçleştiği görülmüştür. Buna bir de Kürt sorunu ve laiklik meseleleriyle bağlantı, kimlik siyasetiyle bağlantılı çatışmalar eklenince, kapsayıcı olabilecek bir hegemonya projesinin eksikliği iyice ortaya çıkar.

Merkez sağ ve merkez sol daralmakta, siyaset yapma alanı kısıtlanmaktadır. Siyasal İslam ve özellikle AKP’nin oturduğu yer tam da bu krizdir. Neo-liberal kapitalizm dolayısıyla sınıfsal ve laiklik, Kürt sorunu dolayısıyla kimlik siyasetine dair boyutları var bu yönetilemezlik krizinin. AB’ye üyeliğin bir kapsayıcı hegemonya projesi olarak inşası, tam da bu krize bir karşılık olarak şekillenir.

Bir hegemonya projesi ne yapar? Hakim sınıfları birleştirir, ondan sonra da tabi sınıfların ve diğer toplumsal kesimlerin rızasını almaya çalışır. AB üyeliği, ideal bir proje olması itibariyle tam da bu ihtiyaçlara dönük olarak inşa edilmektedir. İktidar bloğu içerisindeki bütün sınıfsal kesimler, AB sürecini dünya kapitalizmine eklemlenmenin bir yolu olarak görüyorlar. Hatta 28 Şubat sürecinde disipline olduktan sonra MÜSİAD da bu çizgiye kayıyor. AKP iktidarı yoluyla yeni nemalanma imkânları da çıktıkça bu kesim tamamen buraya yöneliyor.

Sendikalara bakıyorsunuz, AB’nin 12 Eylül rejimiyle gündeme gelmiş sendikal kısıtlamaların kalkması için bir imkân olduğu düşünülüyor. Sol içinde bu konudaki yarılma ve tartışmalar herkesin malumu. AB ufku, Kürt hareketi için de bir çıkış kapısı olarak temayüz ediyor. Siyasal İslam geleneğinden gelenler içinse bir fırsat, bir imkân olarak. Yani, AB’ye üyelik meselesi büyük sermayenin çok açıktan desteklediği çok başarılı bir hegemonya projesiydi.

İşte bu süreçte ordunun tabanı gitgide daralmaya başlıyor. Nereye doğru daralıyor? Eski orta sınıflar dediğimiz kesime doğru. Ordunun daha önceki ulusalcı söylemi işlememeye başlıyor. Dolayısıyla, bugün aslında bir darbe olsa onun tabanı oldukça sınırlı olacaktır. Daha önce gerçekleştiği gibi hakim sınıfların önemli bölümünü kapsayan ve farklı toplumsal kesimleri mobilize edebilen bir darbe bu anlamda mümkün değildir bugün.

En son 28 Şubat’ta bu başarılmıştı. Ancak 1999-2000’den sonra, AB üyelik sürecinin bir yeni hegemonya projesi olarak inşa edilmesiyle birlikte, bu taban çok daraldı. TSK elbette bu hegemonya projesine açıktan karşı çıkamadı. Bunun ideolojik sebepleri de bulunuyor. AB meselesi işte Batılılaşmanın, modernleşmenin bir gereği olarak sunulduğu için, mesela. Ancak bu projenin taşıyıcısının siyasal İslam geleneğinden merkez sağa doğru yol alan AKP olması da, orduyla bu proje arasındaki mesafeyi açtı. 2002’de AKP tek başına iktidar olunca, bu, merkezdeki krizi bir şekilde çözmüş göründü. Yönetebilecek bir hükümet ortaya çıktı. Sermayenin verdiği desteği mesela buradan okumak gerek. Bu elbette çok kemikleşmiş bir destek değil. Her an dönüşebilir. AB’nin de kendi içinde yaşadığı tartışmalar var. AB Anayasası tartışması bir örnektir. Ki bunlar Türkiye’nin adaylık sürecini çok yakından alakadar eden ve bu anlamda onu belirleyebilecek konulardır.

AB hegemonya projesi aslında beş ya da altı yıl içerisinde sönümlenmeye başladı. Ama şu anda neo-liberal kapitalizmi yöneten elbette AKP. Fakat 2004-2005 yıllarında bu AB projesinin sarsılmaya başlamasıyla birlikte, ordu içinden de AKP’ye karşı bir karşı hamle gündeme gelmişti.

Ancak bu çatışma aynı zamanda ordu içerisinde bir saflaşmanın tezahürü değil mi? Tam da tarif ettiğin hegemonya projesi etrafında ordu içerisinde de bir kırılmadan bahsedebilir miyiz?

Elbette. Daha önce vurguladığım gibi, toplumsal, siyasal alanda cereyan eden bütün saflaşmaların, bölünmelerin elbette kırılarak, kendine has bir şekle bürünerek orduya da sirayet etmesi çok doğal. Hilmi Özkök’ünn farkı ne, mesela? Küresel kapitalizme eklemlenme konusunda ulusalcılardan farklı bir anlayışı var ve neo-liberal kapitalizmi yönetme konusunda AKP’nin rolünü belli sınırlar dahilinde kabul edebiliyor.

Diğer yanda, küresel kapitalizmle daha farlı şekilde eklemlenmek isteyen ve sermayenin buna uygun kesimleriyle ilişki kuran “ulusalcı” kanat var. Bunlar AKP’yi de ideolojik olarak daha farklı kodladıkları için şu anda daha “müdahaleci” bir çizgideler. Bu çatışmanın böyle bir ayrıma da tekabül ettiği aşikâr.

Bu söyleşi Mesele dergisinin 20. Sayısında (Ağustos 2008) yayımlanmıştır.