François Sabado –

Bu rapor, gözlerimizin önünde oluşan uluslararası durumun en önemli bazı özelliklerini ortaya koymaktadır. Tüm sorunları ele almamaktadır. Belirli sorunlara kısmi yaklaşımları yönlendiren belli bir Avrupamerkezciliğin etkisi görülebilir. Ayrıca, Enternasyonal’in inşası sorunlarına ve önümüzdeki dünya kongresinde bizi bekleyen tehlikelere ilişkin bir rapor da bunu takip edecektir.

Bugünkü uluslararası durum, 2007 yazının sonundan itibaren dünya ekonomisini vuran mali ve ekonomik kriz tarafından belirlenmektedir. Bu krizin başlaması bir dönüm noktası meydana getiriyor. Bu, önemli bir dönüm noktasıdır çünkü bu dönüm noktası bir çok süreci kapsayan ve kapitalist küreselleşme ve onun çelişkileri tarafından belirlenen, 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başındaki tarihsel dönem değişikliğinin parçası olan bir momenti ortaya koymaktadır.

Kriz konusunda, Francois Chesnais, Eric Toussaint and LCR’nin Ekonomi Çalışma Grubu’nun analizleriyle çalıştık.

1. Bu, Amerikan ekonomisinin çevriminin sonunu olması açısından bir dönüm noktasıdır. Bu noktaya, düşük faiz oranları ve finansal masraflarda düşüş ve ‘konut edinme balonu’ na yol açan mekanizmalar temelinde ülke içi tüketimde patlama ve kitlesel borçlarla belirlenen 2003 yükselişinin ardından gelindi. Sonuçta, burada, dengesiz oranlarda riskli borçlanmalar anlamına gelen ve en kötü ödeme koşullarına sahip konut alıcılarına sağlanan ‘subprime’ sistemi gelişti. Bu sistem, 2003’ten 2008’e kadar, zararlarını yabancı sermaye ve doların düşmesi yoluyla finanse eden, Amerikan gelişme modelinin temel mekanizmalarından biriydi. Fakat 2005’te FED (Birleşik Devletler Merkez Bankası) faiz oranlarını yükseltince mekanizma işlemez hale geldi. Bu durum, borçla ev alan milyonların ekonomik çöküşüne dolayısıyla da önemli kredi kurumlarının iflasına ve bankacılık sisteminin sarsılmasına yolaçtı. Çünkü, kredi, bu Amerikan ekonomik gelişiminin merkezi unsuruydu. Gerçekten de yüksek ve düzenli karları sürdürmek için dinamik talep gereklidir. Bu talebi, ne işverenlerin saldırılarıyla artması engellen ücretlerle, ne yeterli ölçüde gelişmiş eyaletlerin iç piyasaları yoluyla, ne de büyük çoğunluğu talebi desteklemekte yetersiz olan hisse senedi sahiplerine dağıtılan gelirlerle karşılamak mümkün olamazdı. Bu yüzden çağdaş kapitalizm, bu talebi, ev sahibi olmak isteynlere sağlanan kredide buldu. Bu süreç, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) ani ve kontrolsüz bir şekilde ifrada vardı.

2. Sadece finansal ve bankacılık krizi ile değil aynı zamanda reel ekonominin kriziyle karşı karşıyayız. Bu ‘subprimes’ krizi, küreselleşmiş finansal sisteme uygun mekanizmalarla dünya çapına yayıldı. Bu da, bütün uluslararası para sistemini vuran borç ödeme ve likidite krizini tahrik etti. Bu durum, ABD ekonomisine büyük oranda sermaye -Kongre tarafından kabul edilen ekonomiyi yeniden canlandırma planından 168 milyar doların üzerinde- enjekte edilmesine yol açtı. Bu hamle, bir yandan faiz oranlarında bir düşüşü hedefliyordu, diğer yandan da Avrupa Merkez Bankası’nın (European Central Bank-ECB) kendi faiz oranlarını düşürmeyi reddetmesi sebebiyle oluşan gerginliğe bir cevaptı. Fakat bu politika, mekanizmayı yeniden çalıştırmak için yeterli değildir…

Çünkü Amerikan ekonomisindeki resesyon tahminleri gittikçe daha az doğrulanıyor. ABD’de emlak sektörü çöktü. İspanya, İrlanda ve Avustralya gibi konut borçlanmalarında Amerika Birleşik Devletleri’yle aynı mekanizmaları kullanan diğer ülkeleri de bu kriz vurdu.

ABD’de ekonomik faaliyet azalıyor.

ABD’de ve Avrupa’da büyüme tahminleri %1.5-2 civarındadır.

Ocak 2007’de istihdam yaratma dengesi negatifti. Bu tarihte Amerikan ekonomisi 17000 istihdam kaybetti.

Emlak ve sanayi sektörlerinde sırasıyla 27000-28000 istihdam kayıpları vardı. Piyasalarda yaratılan istihdam 70 000 olarak hesaplanıyordu. Fransa’da, 2007’de 300 000 istihdam yaratılırken, sanayide istihdam kaybı 50 000’in üzerindeydi.

Üç milyondan fazla insan, kendisini evsiz durumda bulacak.

Onbinlerce insanı işsiz bırakacak bir yeniden yapılanmaya sürükleniyoruz. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), 5 milyondan fazla insanın işsiz kalacağını tahmin ediyor.

Bu finansal krizin maliyeti, bu aşamada, on milyarlarca dolardır.

Finansal sistemin bu uluslararası krizi, kredilerde bir daralmaya ve sonuçta ekonomik faaliyette bir yavaşlamaya yol açıyor. Büyük bankaların ihtiyaç duyduğu temizlik- ‘sağlam olmayan borçları’ ‘iyi yatırımlar’dan ayırma- ekonomik faaliyetlerin yavaşlamasına katkıda bulunuyor.

İktidar ve Amerikan Federal Bankası korkutucu bir ikilemle karş karşıyadır: ya faiz oranlarını düşürerek, likidite enjekte ederek, açıkları ve borçları çoğaltarak, enflasyonist baskıları arttırarak ekonomiyi yeniden işler hale getirirler, burada, doların çok şiddetli düşüşüne yol açacak paranın değer kaybının daha da kötüleşmesi riski vardır- ve bu gerçek bir risktir: 5 yıl içinde dolar %25 değer kaybetti ve onun değer kaybı kriz risklerini arttırır- ya da dengesizlikleri azaltmaya çalışacaklar fakat faiz oranlarını yükselterek ya da borçları azaltarak yapılacak bu hamle de ekonomik faaliyetlerde keskin bir düşüşe yol açar ve onları bir resesyonla karşı karşıya bırakır…

3. Bu krizin kökeninde, Chesnais’in ‘kesintisiz birikimin çok uzun safhası’ olarak adlandırdığı, 1950’den beri -savaş ya da devrimle- kesilmeyen sürekli bir sermaye birikimi vardır. Kapitalizmin tarihinde, bu tip dönemlerin en uzunudur. Bu finansallaşmanın kökeni kapitalizmle yani doğrudan değer ve artık değer üretimine yeniden yatırılmayan karın birikimi ile özünde aynıdır. Bu karlar, üretim sürecinin dışında ve sadece finansal piyasalardaki işlemlerde değerlendirilirler. Finansal işlemlerle bağlantılı, aynı tipte değerlenmeyi (valorizasyon) kullanan iki sektör daha vardır: özel emeklilik fonları ve petrol rantına bağlı para akışları.

Çünkü, kapitalist sistemde, meta üretimi sürekli olarak piyasaların bunu absorbe etme kapasitesiyle sınırlanır. Eğer, mal ve hizmetlerin üretimi yeterince karlı değilse, herhangi başka bir yere yatırım yapılır: meta üretimine yatırılan her dolar ve euronun kat kat fazlası olan sermaye kendisini borsalar, spekülatif fonlar, arazi spekülasyonları, altın, finansal ve parasal işlemler vs de değerlendirme peşindedir.Bu, kapitalist kar birikiminin, sermayenin ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin mantığıdır.

1970’lerin sonunda da, liberal karşı-reform ve Vaşington Konsensüsü ile meydana gelen bir dönüm noktası vardır. Bu dönem, bizim ‘kapitalist küreselleşme’ dediğimiz duruma, ‘ekonomik alanın çok ötesine geçen sermaye egemenliğiyle’ belirlenen bir topluma, ekonominin ‘metalaşması’ ve ‘finansallaşması’nda bir patlama yoluyla bir piyasa toplumuna yaolaçan bir dönüm noktasıdır. Bu küreselleşme, sadece, Rusya, Doğu Avrupa ülkeleri ve Çin gibi devlerin restorasyon süreci ile kapitalist dünya pazarına yeniden entegre olması sayesinde bu boyutlara ulaşabildi. Bu durum, dünya kapitalizminin gelişmesini güçlü bir şekilde teşvik etti fakat finansal sermayenin bu patlamasına bağlı çelişkiler tarafından da zedelendi.

Bu gelişme, yaklaşık otuz yıllık belirli tipte bir birikimin sonucudur. Bu birikimi özellikle, ekonomide ücretlerin ve işçilere ayrılan refah üretimi payının yirmi yıldan daha fazladır düşüyor olması sağladı. Sonuç olarak, ulusal gelirden daha hızlı yükselen bu artı değer, çılgınca daha karlı yatırımlar arayışına angaje olan çok küçük bir müreffeh kesimin tekeline alınır. Bu da, reel ekonomiden bağımsızlaşan ve kendi mantığına sahip olan devasa bir likidite ve finans kapital bolluğuna yolaçar. Bu işlevlerin, ulaştığı noktada dengesizlik aşırı büyüktür ve sonrasında kriz vardır: Bu durum, ABD’de bugün meydana geliyor olan şeyi ve, İkinci Dünya Savaşından beri reel ekonomideki en yavaş büyüme (bir miktar büyüme vardı) ile finansal ekonominin en güçlü genişlemesi arasındaki çelişkilerin yaşandığı ülkede 2000’lerde olanları gösteriyor. Bu, bugün zayıflayan hatta tükenen Amerikan büyüme modelinin sınırıdır.

Yeni dünya güç ilişkileri

4. Fakat, bu, aynı zamanda, yeni dünya güç ilişkileri alanında, ABD ve Avrupa ile Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Endonezya, Güney Afrika, Malezya gibi yeni ülkeler arasındaki yeni ilişkilerde kendisini gösteren bir dönüm noktasıdır.

1990’ların krizleri hemen hemen sadece sözde gelişmekte olan ülkeleri etkilemişti: 1994-95 Meksika Krizi, 1997-1998 Asya Krizi, 1998 Rus krizi, 1999 Brezilya krizi, 2001-2002 Arjantin krizi… Bu dönemde ise kriz, çevrede (periferi) değil, merkezde patlak verdi.

Kuzey’in finans sistemindeki kriz, gözlemlediğimiz gibi sermayenin Hindistan, Çin ve Brezilya gibi ülkelerdeki borsalara doğru kaçışıdır. Kuzey ülkeleri kendi finansal kurumlarının Güney’in ‘müstakil zengin fonları’tarafından kurtarılmasını kabul etmeye zorlanmaktadır.

Sermayenin bu hareketleri finansal biçimde olduğu kadar reel ekonomideki değişimleri de açıklar.

Dünya Gayrı Safi Hasıla dağılımındaki değişimler: bütün tahminlere göre son on yılda Çin Gayrı Safi Milli Hasılasının, Dünya Gayrı Safi Hasılasından aldığı pay ikiye katlanmış, %6’dan %12’ye çıkmıştır. Çin üzerine olan istatistikler tabii ki güvenilir değildir: Aralık 2007’de Dünya Bankası, Çin’in satın alma gücü endeksine (aynı miktar para ile aynı şeyden ne kadar satın alınabileceğini gösterir) göre Gayrı Safi Milli Hasılasının olduğundan yüksek gösterildiğini kabul etti. 2005’te Gayrı Safi Milli Hasıla 8,819 milyar dolar değil, 5,333 milyar dolar olmalıdır. On milyonlarca fark ortaya koyan bu durum yoksul ailelerin sayısının hesaplanması üzerinde temel bir sonuca sahiptir, fakat rakamlardaki bu farklar, Çin ekonomisinin genel gelişme eğilimini, dünya ekonomisindeki güçler dengesi ve ilişkilerini değiştiren eğilimi yalanlamaz.

Büyüme oranlarındaki yükseliş, mal ve hizmetlerin üretiminde artış, dünyada işbölümündeki değişimler açıktır. Dünyanın ‘atölyesi’ ya da ‘fabrikası’ Çin, dünya üretim aygıtında -özellikle Amerikanınkinde- meydana gelen tüm bu yerelliğin ortadan kalkması ve yeniden yerelleşmesi hareketlerinden ve büyük taşeronlaşmadan faydalandı. Bu yeniden örgütlenme aynı zamanda, Çin kapitalizminin güçlenmesini sağladı. Çin, şu anda üçüncü ya da dördüncü dünya gücüdür. Ayrıca Almanya ve ABD’den sonra dünyada üçüncü ihracat gücüdür. Bilgi teknolojileri üretiminde ikinci sıradadır. Tüketimdeki payı düşük kalsa da, sabit sermayeye üretken yatırımlarda, özellikle altyapı ve ekonominin anahtar sektörlerine yatırımlarda belirgin bir yükseliş sağlamıştır. ‘Aşırı ısınma’ riskine yolaçan bu yükseliş %25’in üzerindedir.

Çin, yabancı sermayenin doğrudan yatırımını ilk alan ülkedir. Burada üzerinde çalışılması ve açıklığa kavuşturulması gereken bir soru vardır: Çin’e yapılan yabancı yatırımlarda, Hong Kong, Tayvan, Amerika vs. de bulunan Çinli diasporadan gelen sermayenin – bunlar yerli sermaye ile birleşerek toplam Çin sermayesine hatırı sayılır bir güç sağlayabilirler- payı nedir? Çin ve Hindistan’ın büyüme oranları % 8-9 arasındayken ABD ve Avrupa’da bu oran %1.5-2 arasındadır. Çin, mamül madde ihracatı ile büyük miktarda döviz rezervi oluşturdu: Aralık 2007’de 1,400 milyar dolardan fazla servete sahipti. 250- 300 milyon kişilik bir pazara sahiptir.

Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya’dan oluşan grubun, Gayrı Safi Milli Hasıladaki ekonomik ağırlığı, potansiyel olarak ABD’ninkine denktir –potansiyel olarak diyorum çünkü bu, tek bir devletin tek bir ekonomisinin değil ‘dört ulusal ekonomi’nin ağırlığıdır-. Asya ülkelerinin ve petrol ülkelerinin biriktirdiği rezervler hayli fazladır. 2007’nin sonunda gelişmekte olan ülkeler toplamda 4,600 milyar dolardan fazla döviz rezervine sahiptiler, sanayileşmiş ülkelerin elindeki ise bunun üçte birinden daha azdı. Asya ülkelerinin bu ticari karları ve döviz rezervleri, ABD’deki Hazine tahvillerine, hisse senetlerine ve özel bonolara yatırıldı. Amerika’nın açıklarını finanse eden gerçekte bunlardır.

5. Tabii ki, dünya ekonomisinin bu yeni devlerinin Amerikan ekonomisine bağımlılığını hafife almamalıyız. Amerika, dünya ekonomisinin lokomotifi rolünü oynamayı sürdürmektedir. Dünya Gayri Safi Hasılasının %25’ini temsil etmektedir, 27 ülkesiyle Dünya Gayri Safi Hasılasının yaklaşık %25-30’unu temsil eden Avrupa’yı da unutmamak gerekir. Amerikan pazarı, Çin malları için en önemli pazarlardan biri olmaya devam ediyor. Bazı uzmanlar Çin ekonomisinin ihracata dayalı hassaslığının azaldığını açıklasalar da, Çin’in Gayrı Safi Milli Hasılası’nın %35’inden fazlası ihracatına dayanır. Çin’in iç pazarı, ürettiği malları absorbe etmek için yeterli kapasiteye sahip değildir. Atlantik’in öteki yakasında meydana gelecek önemli bir resesyonun -sınırlı dahi olsa- dünya ekonomik faaliyetleri ve Çin üzerinde kaçınılmaz etkileri olacaktır. Fakat Çin üzerinde daha ağır problemler, müthiş derecedeki toplumsal eşitsizlik, kırla kent arasındaki büyük gerilim, biraz azalmış olmakla birlikte hala önemini koruyan ve yüz milyonlarca insanı etkileyen yoksulluktur. Yoksulluk üzerine yapılan istatistikler, yoksulluk oranlarını daha az göstermek eğilimindedir.

Fakat, dünya ekonomisinde yeni şekillenmeler vardır ve bunlar bizi, ortaya çıkan güçleri bir şekilde entegre eden dünya ekonomik krizi analizinin problemlerini ortaya koymaya yönlendiriyor.

İki alternatif hipotez

Varolan krizin çözümlenmesine ilişkin cevapların büyük bir bölümü, Asya, ABD ve Avrupa arasındaki ilişkilerde yatmaktadır.

Ya varolan finansal kriz, küresel talepte genel bir gerilemeyi belirleyecek ve neticede 1929’daki gibi genel bir krize yolaçabilecek, Çin, Japonya, Kore, Tayvan ve Hindistan gibi bütün Asya ekonomilerinde bir aşırı birikim ve aşırı üretim sürecini açığa çıkarır. Çin iç pazarının sınırları, enflasyonda 6-7 puanlık bir artış, toplumsal eşitsizliğin büyümesi, özellikle kırlarda olmak üzere yoksullukta patlama, gıda krizinin sorunları, yapılardaki belli esnekliğe engel olan Çin Komünist Partisi (ÇKP) diktatörlüğü krizin patlaması tarafındaki yüklerdir, fakat başka bir hipotez de var:

Ya da dış talebin daralması, iç talepte bir artışla ve içpazarın Çin mallarını absorbe edebilecek yeni bir kapasiterle telafi edilir ve böylelikle ekonomik mekanizmanın yeniden işlemesi için yeni olanaklar oluşur. Çin’in aşırı üretimine tek çare, ekonomik faaliyetlerin ihracat temelli olmaktan çıkarılıp daha çok iç pazar merkezli gelişmeye yönlendirilmesi olabilir. Eğer bu bir vakaya dönüşürse, ABD, Avrupa’daki ‘anti-kriz’ mekanizmaları ve yeni Asya’nın kapasitelerinin bileşimi krizi kontrol altına alabilir…

• Her durumda, Çin’de neler olup bittiğini tekrar tekrar çalışmak gerekiyor, özellikle içeriye yönelik bilgilerimizin kısıtlılığından, geleneklerinden ve buraya gelen uluslararası paranın bilhassa pek çok Avrupa ve Latin Amerika ülkelerine yatırılmış olmasından dolayı. Asya üzerine çalışma öncelikli olmak zorundadır.

Emekçi Sınıf Aleyhinde Güçler İlişkisi

6. Ekonomi-dünyası eksenini değiştiriyor. Fakat bu ekonomik süreçler dünya siyasetinin panaromasınında ve güçler ilişkisinde de değişimleri tarif ediyor.

a) Kapitalist küreselleşmenin bu yeni safhası, güç ilişkilerinin emekçi sınıfı açısından küresel çapta kötüye gittiği uzun bir dönemde yerleşti. 1970’lerin sonunda başlayan, Rusya, Doğu Avrupa ülkeleri ve Çin’in dünya pazarına yeniden entegre olmasıyla birleşen liberal yıkım, yönetici sınıflara yeni inisiyatif kapasiteleri sağladı. Liberal karşı-reformlar, yeni teknolojilerin ortaya çıkmasıyla birleşen toplumsal ilişkilerin düzensizleştirilmesi, kapitalist sömürü biçimlerini, esnek ve güvencesiz çalışma doğrultusunda dönüştürdü. Dünya işgücü piyasasının kurallarıyla işleyen süreç çerçevesinde birbirleriyle direkt rekabet ilişkileri içine yerleştirilen işçi sayısında hatırı sayılır bir artış oldu.

b) Dahası, dünya ekonomisindeki değişimle birlikte, sermaye ve emek arasında da yeni güç ilişkileri vardır. Toplumsal güçlerin toplam ilişkileri açısından, dünyanın bu yeniden yönlendirilmesi, bağımsız işçi hareketlerinin ve bunların içinde yeraldığı sendikal ve politik örgütlerin yapısal olarak zayıf olduğu ülkelerde yerleşiyor. ABD’de sendikalar vardır fakat hiçbir zaman kitlesel işçi partileri olmadı. Stalinizmin neden olduğu yıkım, Rusya’da ve Doğu Avrupa’da kalıcı olabilecek ya da ortaya çıkabilecek bağımsız bir işçi hareketi biçimlerini ezdi. Çin’de ve Hindistan’da, on milyonlarca insan ücretli emek ekonomisine katıldı, fakat şimdiye kadar siyasi ve sendikal temsil hakkına sahip olamadılar. Ülkede birliklerin ve sendikaların embriyonik biçimlerinin varlığına işaret eden o kadar çelişki ve toplumsal patlamalar olmasına rağmen Çin Komünist Partisi diktatörlüğü, bugüne kadar bağımsız işçi örgütlerinin gelişimini engelledi. Hindistan’da durum daha karmaşıktır çünkü bir çok eyalette Sovyet ya da Çin Komünist Partileri …yanlısı olarak ortaya çıkmış örgütler vardır.

Asya’da, özellikle de Çin ve Hindistan’da bağımsız toplumsal örgütlerin ortaya çıkması ve gelişmesi dünyadaki sosyo-politik güç ilişkilerinde belirleyici olacaktır. Bir dizi Doğu Avrupa ülkesinde kısmi siyasi uyanış- sendikal yenilenme, yeni kuşak işçilerin katıldığı sert çatışmaların olduğu grevler, siyasi Sol’un yeniden doğuşunu içine alan Polonya ve Rusya’da ve ayrıca sendikal mücadelelerin olduğu Slovenya’da süreç- dikkatle takip edilmelidir.

c) Emekçi sınıfın bu geri çekilişine ve değişimlere rağmen küreselleşmiş kapitalizm dünyadaki durumu stabilize etmeyi beceremiyor. Yeni bir dünya düzeni yok ortada:

Herşeyden önce kapitalist küreselleşmenin içsel sorunları ile ilgili sebepler, özellikle kapitalist finansal birikim biçiminin sınırları, savaş tehlikeleri vs sebeplerle,

İkincisi, temel sınıf çatışmaları, hayat pahalılığına karşı patlamalar ya da ayaklanmalar, doğal kaynakların kontrolü için hareketler ve demokratik isyanları içeren kronik toplumsal direnişler nedeniyle,

Son olarak da siyasi krizler. Burjuva liderliklerin krizleri, sağda ya da solda siyasi temsil krizleri hatta açık siyasi kurumlar krizi ile birleşti. Bush’un reddilmesi, Almanya’da Büyük Koalisyon’un verimsizliği, İtalya’daki karnaval, Sarkozi’nin maceraları, emperyalist merkezlerde meydana gelen bu olgunun örnekleridir.

ABD Batağa Saplandı

7. Bu yeni şekillenişlerin zayıflamış Amerikan burjuvazisinin ve yeni dünya rekabetindeki pozisyonlarını sürdürmek isteyen Avrupalı güçlerin çıkarlarının alanı olan uluslararası politika sonuçları vardır. Yeni şekiileniş, bu güçleri, özellikle Çin ve Rusya ile karşı karşıya getiren yeni ittifak sistemlerinde yakınlaştırıyor. Bu durum, her burjuvazinin saldırgan bir biçimde yeni pazar payları aranmasını ve dünya ekonomisinde korumacı tansiyonun gelişmesini dışlamaz fakat ABD ile AB arasındaki siyasi bağlar güçlenme eğilimindedir. Sarkozy’nin Fransa’sı ile Bush’un ABD’si arasındaki yeni ilişkiler bu değişime iyi bir örnektir. Chirac, Irak’taki savaşa karşıydı. Sarkozy ise taraftar. Hatta, Sarkozy, İran’la karşı karşıya gelişte ön safta yer alıyor. Fakat daha genel olarak, Fransa’nın Nato’ya dönüş planı, Avrupa askeri gücünün bu ittifakla entegrasyonu bir reorganizasyon sürecininde olunduğunu açıkça gösteriyor.

ABD, Amerikan politikasının değişmesine ya da tadil edilmesine yol açabilecek yeni seçimlerin arefesinde (seçimler, 2008’in sonunda yapılacak). Amerika ve uluslararası siyasetin cevap bekleyen önemli sorusu Amerikan birliklerinin Irak’tan çekilip çekilmeyeceği olacak.

Büyük olasılıkla, temel nedenlerden kaynaklı olarak işgal sürecek. Son zamanlarda, uzun süredir Amerikan emperyalizmi stratejik siyasi-askeri yeniden yayılma politikasını güçlendirdi. Ernest Mandel’in işaret ettiği gibi, zaten yirmi yılı aşan bir süredir ABD, ekonomisinin gerilemesi, doların düşüş eğilimleri ile ekonomisinde merkezi yer işgal eden silahlanma tarafından desteklenen siyasi-askeri aygıtının hegomonyası arasındaki asimetrinin yarattığı çelişki ile karşı karşıyadır. Amerikan seçim kampanyalarının yürütülüş şekli, Amerikan politik sistemin erozyonunu belli bir biçimde açıkça koyuyor olsa bile bu çok derin eğilimler, Clinton, Obama ve hatta McCain arasındaki nüansları ya da farkları görecelileştiriyor. Fakat temel çıkarlara ve ABD’nin yönetici sınıflarının siyasetine gelindiğinde, mesele, kesin olan ekonomik zayıflamanın saldırgan askeri politikayla telafi edilmesi, Irak ve Afganistan’ın işgali, İran’la ve daha düşük derecede de olsa Rusya ve Çin ile cepheleşme oluyor. Bu yönelim, zaten doğal kaynaklar ya da petrol gibi stratejik hammaddeler üzerinde kontrolün sürdürülmesi hatta genişletilmesini amaçlayarak belli ülkeleri ‘yeniden kolonileştirme’ siyasetini içeriyor.

Fakat askeri üstünlük otomatik olarak askeri zafer anlamına gelmez. Amerikan medyasını diline pelesenk olan ‘yeni Vietnam’ deyimi, Amerikan ordusunun bölgedeki durumunu anlatmak için kullanılıyor. Bush yönetimi, hem siyasi hem de askeri olarak gerçekten bataklığa saplandı. ABD ne Irak’ta ne de Afganistan’da savaşı kazanmıyor. İsrail Lübnanlılara ve Hizbullah’a karşı savaşı kazanmadı. İran’da ‘Irak senaryosu’nu tekrar edemezler. Rusya ile ABD arasındaki yeniden silahlanma gerilimi de dünya dengelerini etkiliyor. Son olarak, Pakistan’da, Afganistan’da, Afrika’nın belli bölgelerinde ve control altında olmayan bölgelerde vs ortaya çıkan bütün çatışma alanları, daha önce görülmemiş savaş riskleri ile uluslararası durumda bilinmeyen unsurlar, belirsizlik faktörleri yaratıyor. ABD, askeri alanda bir numaralı güç olarak kalsa bile, tek kutuplu dünya düzeninden sonra, çok kutuplu güçler ilişkisinin unsurlarının ortaya çıkışına tanık oluyoruz.

8.Bu çerçeve içinde ayrıca, sınıf çelişkileri biçimi almayan yeni toplumsal ve siyasi olguları ya da dünyanın durumunun evrimine damga vuran ya da vuracak olan kutuplaşmaları da dikkate almak gereklidir. Burada ayrıntıya girmeyeceğiz, fakat bunların önemli sonuçları vardır:

a) Ekolojik kriz ve küresel ısınmanın sonuçları, uzun dönemde ekolojik, toplusal ve insani yeni felaketlere neden olmaya başlıyor. İklim sorunu üzerine düşüncelerimizi geliştirmek için yakın zamanda burada bir seminer düzenledik…

b)Örgütlerin, akımların, kabile ya da dini grupların varlığı da tabii ki kendi özgünlükleri içinde analiz edilmelidir ama genel bir eğilim vardır. İlerici dini akımlar olabilir ancak bu akımların çoğu küresel olarak gericidir. Bu, Pakistan ve Afganistan’daki durumu kuşatan şeydir. Şunu da belirtmek gerekir ki, dini olgunun yükselişi aynı zamanda merkez ülkeleri de etkiliyor: Sarkozy laikliği (sekülarizm) sorguluyor, ABD’de evanjelistler yükseliyor…

c) Bir dizi Afrika ülkesinin bölünme eğilimi içine girmesini, ayrıca, Balkanlardakine benzer bir biçimde başka sorunların ortaya çıkmasını ve bunların sonuçlarını da dikkate almak gereklidir.

Latin Amerika’daki Sonuçlar

9. ABD’nin Irak’ta batağa saplanmasının, Latin Amerika başta olmak üzere uluslararası sonuçları olmuştur. Bu, kendisinin arka bahçesi olarak gördüğü ve Kolombiya’nın Venezuella ve Ekvator’a saldırıları ile yakın zamanda hafızalarda tazelenen, ‘imparatorluk’un kıtaya halen uyguladığı baskıyı hafife alma sorunu değildir. Aynı şekilde, bir uluslararası ekonomik krizin Latin Amerika kıtasındaki muhtemel sonuçlarını, kıtanın pozisyonunun kötüleşmesini özellikle tarım ürünleri ihracatı ve belirli hammaddeler ilişkileri içinde analizimize dahil etmek zorundayız. Kıtanın pozisyonundaki böyle bir bozulma, Kuzey’in baskısını arttıracaktır. Hatta varolan ekonomik durumda, kıtadaki Amerikan yanlısı Sağ’ın özellikle onun ileri kolu Urribe’nin Kolombiya rejimi ile birlikte etkin olma kapasitesine de işaret etmek gereklidir. ‘Kolombiya Planı’ orada, ABD emperyalizmine yeniden etkinlik olanakları veren Chavez’in 2 Aralık referandumunda mağlup edilmesinde, PVDSA’nın malvarlığının dondurulmasında kendisini gösteriyor: ayrıca Paraguay’da askeri üsler de mevcut.

Bolivya’da ‘golpist’ (putschist-darbeci) Sağ’a, Peru ve Meksika’da ‘liberal-otoriter’ Sağ’a hala destek veriliyor. Amerika Serbest Ticaret Bölgesi(FTAA, İspanyolca’da ALCA) başarısız oldu fakat ABD ile bir çok Güney Amerika ülkesi arasında ikili anlaşmalar akdedildi. Ancak Latin Amerika’nın durumu üzerinde son birkaç haftadır meydana gelen, ABD’nin, Kolombiya’nın ve en gerici Sağ güçlerin lehine olan bu manevralara ve değişimlere rağmen, Amerikan emperyalizminin kıtaya müdahale etme kapasitesinin zayıfladığının altını çizmeliyiz. Askeri düzeyde kıtaya müdahale hazırlığında olmak, Irak ve Afganistan müdahaleleri olduğu için zordur, ABD Güney Amerika’ya baskı uygulamaya devam ediyorsa da, kıtada Amerikan emperyalizmi ile bir dizi Latin Amerika ülkesi ile yeni güçler ilişkisinin varolduğu reddedilemez. Bu güçler ilişkisi iki grup ülkenin yararınadır.

Birinci grup Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay’dan oluşuyor. Ekonomik gelişmenin bir safhasından ve iktidardaki yönetimlerin- Brezilya’da Lula, Arjantin’de Kirchner, Uruguay’da Tabaré Vázquez- kitlelerini kanalize, kontrol ve entegre etmekteki becerilerinden faydalanan liderliklerinin tüm katmanları özellikle Brezilya’daki İşçi Partisi’nin (PT), Birleşik Sendika Konfederasyonu’nun (CUT), Arjantin’de Peronizm’in siyasi ve sendikal kanatlarının (Lula, Kirchner’e göre sağa daha uzaktır) liderlikleri, bu ülkelerin yönetici sınıfları, Amerikan emperyalizmiyle anlaşma manevraları ve bir dizi ekonomik hedefleri empoze etmek için yeni alanlar fethettiler. Bu yöneticiler, kendi hesaplarına ve kendi usulleriyle neo-liberal politikaları, ‘sosyal yardım’ unsurlarıyla birleştirerek sürdürüyorlar. Bunlar, dünya piyasasına, özellikle kendi tarımsal-ihracat politikaları ve uluslararası finansal sistemle özel ilşkileri yoluyla belirli bir ekleme yaptılar. Brezilya ve Arjantin’in başını çektiği bu ülkeler grubu, bugün merkezi bir pozisyon işgal ediyor.

İkinci grup, bugün Amerikan emperyalizminden kısmi bir kopuş deneyimini empoze ediyor, Venezuela’nın liderliği, Bolivya ve Ekvator’un onu takip etmesiyle oluşan bu gruptaki ülkeleri Küba destekliyor. Bu ülkeler, her biri kendi özgünlüğü ile borçların boğucu hakimiyetini azaltmaya, kendi doğal kaynaklarının sahipliği ve kontrolünü tekrar ellerine almaya, gıda, sağlık ve eğitim için sosyal programlar oluşturmaya ve Amerikan ve Avrupa (özellikle İspanyol) baskısına karşı ulusal egemenliklerini yeniden sağlamaya çalışıyorlar. Bu politik ve örgütsel değişimlerin altında kıtada rol oynamayı sürdüren toplumsal hareketler ve kitle hareketleri vardır. Tabii ki eşitsizlikler var. Brezilya’daki durum, sosyal mobilizasyonun düştüğünü gösteriyor. Arjantin, güçlü sendikalar ve birliklerle yüksek düzeyde bir mücadeleye sahip olmaya devam ediyor, ancak bunun politik ifadesi çok zayıf. Aşırı sol Troçkist üç seçim bloğunun seçimde aldığı sonuçlar %2’den de az. Sosyal hareketlerin belli bir oranda kendi başlarına aktivitelerini sürdürdüğü Bolivarcı, Ekvatorlu ve Bolivyalı hareketlilik süreç içinde bulunuyor. Bir çok ülkede bu hareketler ileri radikal ve devrimci ulusalcı akımlarla bağlantılı.

Anahtar Ülke Venezuela

Buradan bakıldığında, birçok şey Venezuela’da olanlara bağlı. Devrimci süreç açık olarak duruyor fakat Chavez bir yol ayrımında: ya daha ileri gider, en mücadeleci gruplarla yeniden biraraya gelir, temel halkçı talepleri tatmin eder ve Bolivarcı devrimci süreç yeniden başlar ve derinleşir; ya da Bolivarcı sürecin içine aldığı, kanal arayan ve bu aynı süreci yumuşatmaya ve engellemeye çalışan tüm devlet bürokrasisi ve işverenler grubunun baskılarına boyun eğer… ve kendi sosyal ve politik temeli olan önemli grupların desteğini kaybeder. UNT’nin ya da Marea Socialista (Sosyalist Akım) sendika liderlerinin müdahaleleri, iktidarın bugünkü yolu konusunda bizi uyarıyor. Fakat orada da herşey hareket halinde…

Evo Morales ve halkın, işçilerin, köylülerin, Kızılderililerin büyük çoğunluğu tarafından savunulan, Sağcılar, Santa Cruz’da yoğunlaşan ‘zengin beyaz sınıflar’, dört bölgenin özerkliklerini ilan ettiği Batı Eyaletleri tarafından tanınmayan yeni anayasanın kabul edildiği Bolivya’da kriz şiddetleniyor. Devrimciler, bu anayasanın uygulanmasını, Bolivya’nın en fakir kesimlerinin yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmasını için Evo Morales’in Sosyalizme Doğru Hareket (MAS)’inin tarafında yer alıyorlar.

Fakat, anahtar ülke Venezuela’dır. Eğer, Bolivarcı süreçte bir yenilgi olursa, bunun Bolivya ve Ekvator’da, Küba’yı ilgilendirmeyen, çok hızlı geri tepmeleri olur. Küba’da Fidel Castro’nun çekilmesi yeni bir politik durumun önünü açtı. Doğrudan ve dolaylı müdahale riski daima var, bu da bizi, Küba’yla emperyalizme karşı her zaman dayanışmamızdan daha fazlasını hatırlamaya sevkediyor. Fakat Fidel’in dediği gibi, risk, devrimin içeriden tüketilmesidir ve şimdi bir tartışma başlamış durumdadır: piyasayla ilişkiler ne olmalıdır? Çin’in yolu takip edilmeli midir, edilmemelidir? Devrimci demokratik alanlar neler olabilir… kısaca tüm bu soruları izlemeliyiz.

Avrupa’da Toplumsal Direniş

10. Avrupa, dünyadaki yeri azalmasına, ekonomik rekabet alanında zayıflamasına ve siyasal olarak felç olmasına rağmen, hakların ve sosyal kazanımların savunulması için merkezi mücadelenin ana topraklarından biri olmayı sürdürüyor. Büyük Avrupa Burjuvazisinin dünya rekabetinde yerini korumak için uyguladığı, ‘Avrupa sosyal modeli’ne yani sosyal güvenlik sistemlerine, işçilerin sosyal haklarına ve kamu hizmetlerine cepheden saldıran politikaların kapitalist Avrupa’da bir dizi sonucu vardır. Bu politika, 2005’te Fransa ve Hollanda halkları tarafından reddedilen Avrupa Anayasası projesinin ana hatlarını ele alan yeni ‘Avrupa Sözleşmesi’ne toplanıyor. Bu, Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne entegrasyonuyla kuvvetlendiriliyor.

Bu entegrasyon, Doğu Avrupa ülkelerinde birçok sosyal hakkın kaybına ve sonuçta, halk sınıflarının tüm yaşam ve çalışma koşullarında düşüşe yolaçtı. Fransa’da Sarkozy iktidarının ideologları 1945 Ulusal Direniş Konseyi (CNR) programının ve o zamandan beri elde edilen bütün sosyal kazanımların ortadan kaldırılması gerektiğini açıkça ilan ettiler. Sarkozy kendisinin ‘Margaret Thatcher’dan daha fazla reform yapmak istediği’ beyan ediyor, fakat programını uygulaması için gerekli olan güçler ilişkisine de politik araçlara sahip değil.

Burjuva liderlik ve siyasal temsil krizi birçok ülkenin siyasal hayatında ağırlığını hissettiriyor. Yönetici sınıflar, özellikle emekli aylıkları ve işçilerin bazı kesimleri için özel emeklilik sistemlerinde karşı reformlar uygulayarak, ücretleri düşürerek, sosyal hakları tartışmaya açarak bir çok kazanım elde etmeye devam ediyor fakat henüz işçi hareketi bunlara darbeyi vurmadı. Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde toplumsal direniş var. Bu, 1980’lerdeki ‘İngiliz madencileri’ nin Avrupası’nda işçi hareketinin nihai yenilgisi değil, önemli mücadeleler ve ana karşılaşmalar hala önümüzde duruyor…

…Ve Onun Zaafları

Üç mütalaa yapılmalıdır:

Mücadeler savunmacıdır. Karşı reformları engellemeyi ve tersine çevirmeyi başaramazlar. Kendilerini patlamalar ya da kısmi mücadeleler olarak ortaya koyuyorlar. Bu alanda rejimlerin istikrarını bozabilirler fakat karşı reform sürecini durduramazlar.

Bu mücadeleler tüm Avrupa’da eşit düzeyde değil, ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor. Sınıf savaşı Fransa’da – Avrupa’da insanlar ‘Fransız istisnası’dan sözediyorlar- ve 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında sendikal hareketin, güçlü küresel adalet ve savaş karşıtı hareketlerin bir genel grev günleri birleşmesi meydana getirdikleri İtalya’da oldukça yüksek düzeyde olmaya devam ediyor. Son zamanlarda Almanya’da, diğer sendikalardan ve sendikanın sol kanadının büyük bölümünden destek almasa da önemli bir demiryolu işçileri grevi vardı. İspanya ve Portekiz’de toplumsal mücadele düzeyi düşük durumda. Kuzey Avrupa ülkelerinde, güçlü karşı ataklara rağmen durum iktidarın ve sendikal hareket liderliğinin kontrolü altındadır ve mücadele düzeyi oldukça düşüktür.

Belirli düzeylerde mücadelenin olduğu ülkelerde çelişkili bir durumun altı çizilmelidir: Mücadele düzeyi ile bilinç düzeyi arasında gerçek bir muvazenesizlik söz konusudur. Kısmi mücadeleler ve patlamalar olabiliyor ancak sınıf mücadelesi dalgası ile küresel düzeydeki mücadele, sendikaların ve devrimci siyasal akımların üye sayısında artış, sınıf mücadelesi ve devrimci siyasal akımların organik gelişmesi söz konusu değil. Durum, 1960’ların sonunda ve 1970’lerde, Avrupa’da özellikle de Güney Avrupa’daki gibi değil. Sonuçta, varolan mücadelelerin, kendisine sınıf mücadelesi kavramı içinde siyasal ifade bulmasında zorlukları var.

Kapitalist Küreselleşmeyi Kabul Etmek ya da Reddetmek- İki Sol

11. Bugünkü uluslararası ekonomik durumda, Sol, işçi hareketi, toplumsal hareketler, kapitalist küreselleşmenin çehresindeki iki ana eğilimle karşı karşıyadır: biri liberal kapitalizmin benimsenmesine doğru bir yöneliş diğeri ise –bizim- direniş, mücadele, antikapitalist savaşım hattı. Fransa’da bizim, durumu tanımlayan bir formülümüz var: ‘İki Sol vardır’ diyoruz. Tabii ki gerçekte ‘sol’un pek çok farklı çeşidi var fakat temel bir tercihle karşı karşıyayız: kapitalist küreselleşmeyi ya kabul edeceğiz ya da reddedeceğiz!

İşçi hareketi’nin geleneksel liderliğinin büyük çoğunluğu- sosyal demokrasi, eski ya da post-Stalinizm ve Yeşiller ve birtakım gelişmekte olan ülkelerde burjuva milliyetçiliği- adaptasyonu seçiyor. Bu, devlet kurumlarına ve kapitalist sisteme tüm bir entegrasyon sürecinin sonucudur. Fakat bugünkü kapitalist küreselleşmeye entegrasyon süreci bütün bu siyasal oluşumlarda, sadece siyasal kurumlarla değil sermayeyle de artan bir şekilde güçlü bağlanmayı içeren niteliksel ve yapısal değişimlere yol açmaktadır. Strauss-Khan (Fransa’da Sosyalist Parti’nin önde gelen liderlerinden biridir)’ın IMF’ye yönelmeyi seçmesi bunun kanıtıdır! Kapitalist küreselleşmenin talepleri, yönetici sınıflarla reformist hareketler arasındaki sosyal uzlaşmalar için manevra alanını ciddi oranda daraltmıştır.

Büyük ekonomik gruplar, finansal piyasalar, devletin yüksek tabakaları, reformist liderlikleri, maksimum kar ve dünya ekonomisinin artan finansallaşmasının dikte ettiği çerçeveyi kabul etmeye çağırıyor. Sonuç olarak sosyal demokrasi, sosyal-liberalizme dönüştü. Sınıf savaşıyla yüzyüze kalan bir sosyal demokrasi desteğini toplumsal gelişmeye karşı kapitalist düzene sattı ve bizler, ‘liberal karşı-reformların partileri’ olmadan önce ‘reformsuz reformist partiler’ haline gelen sosyalist partilere kavuştuk.

Avrupa’da, Avrupa Birliği, emeklilik ödemelerinde karşı reformlar ve sosyal güvenlik ve kamu hizmetlerinin tasfiyesi için Hıristiyan Demokrasi ile sosyal demokrasi arasında bir işbirliği çerçevesi sunuyor. Bu çerçeve, en yoksul tabakalara yardım programları – en düşük gelir sistemi, Brezilya’daki ‘Aile Yardımı (Bağışı)’ programı vs…- ile temel işçi sınıfı haklarını ve sosyal kazanımları yokeden karşı reformların dengeli kombinasyonunu incelikli bir şekilde içeriyor.

Fakat politik düzeyde bu tercihler en açık şekilde kendisini gösteriyor: Avrupa sosyal demokrasinin Sağ ve Sol arasında ‘üçüncü yol’a doğru evrimi -şu anda İtalya’da ve Fransa’da- tarihsel sosyalist partileri Amerikan tipi demokrat partilere dönüştürecek. Biz bunu ayrıca Brezilya’da da gördük. İşçi Partisi (PT), tarihsel sosyal demokrasinin yaklaşık yüzyılda tamamladığı yörünge dönüşünü sadece onbeş yıl gibi kısa bir sürede katteti: PT, bir sınıf partisinden sosyal-liberal partiye dönüştü. Yine burada da, bu evrim, bu partilerin toplumsal tabanlarına sağlanan sosyal yardım politikalarını dışlamıyor.

Bu sosyal-liberal evrim genel bir eğilimi gösteriyor. Pek çok ülkede bu henüz tamamlanmamış bir süreçtir. Dahası, yönetici sınıflar, Sağ ve Sol arasından seçilebilecek, sırasıyla birbirinin yerine alternatif hükümetler kurabilecek siyasal bir sisteme ihtiyaç duyuyor. Bu sosyal-liberal oluşumlar diğerlerine benzeyen burjuva partileri değildir. Bürokratik aygıtın muazzam çıkarlarını korumak için ‘Sol’a doğru’ değişim muhtemel kalır. Dünya kapitalizminin bugünkü yöntemleriyle belirli sınırlar içinde hala rekabet edebiliyor olmakla birlikte Alman SPD bu duruma bir örnektir. Bir başka seviyede, halk kesimleri tarafından algılanacak bir şekilde Sağ ve Sol arasında farklar devam eder fakat bütünsel olarak sosyal demokrasi ve onun müttefikleri, heryerde kapitalist küreselleşmeye entegrasyon sürecini ve ‘sağa doğru’ hareketi deneyimliyorlar.

Bir dizi güçler -örneğin Komünist Partiler, bazı ekolojist oluşumlar ve sol reformist partiler- kendilerini sosyal-liberal güçlerden ayırmaya çalışıyorlar. Kendilerini ‘anti-liberal’ olarak adlandırıyorlar. Buradaki sorun, onların devlet kurumlarına kendi entegrasyonları ya da milliyetçi-Peronist ya da sosyal-liberal güçlerle bir ittifaklar sistemine boyun eğmeleridir. Bu durum, Komünist Partileri ve Yeşilleri, merkez solla ya da sosyal demokrasi ile açıkça parlamento ya da hükümet koalisyonları kurarlarken bir yandan da anti-liberal ilanlarda bulunma durumunda bırakıyor: Fransız Komünist Partisi (PCF), Almanya’daki Die Link ve İtalya’daki Rifondazione Comunista örneklerinde olduğu gibi…

Kapitalizmden Kopuş İçin Bir Sol

12. Solu’un diğer kutbunda, kapitalist küreselleşmeyi reddeden, ona karşı direnen ve anti-kapitalist bir yönelişi savunan güçler vardır.

Bizim projemiz, bizim Sol’muz, anti-kapitalist bir Soldur, devrimci geleneğin Sol’udur, kapitalizmden kopmuş bir Sol’dur. Bu çerçevede biz, yeni ve geniş anti-kapitalist partilerin inşasında yeni bir rol alabileceğimizi düşünüyoruz. Biz, 1990ların başında ve ortasında ‘Yeni dönem, yeni program, yeni parti’ dedik. Bu kapitalist küreselleşme, onun çelişkilerinin buna uygun olduğunu düşünüyoruz, ve bunun işçi hareketinin evrimi üzerindeki etkileri de yeni dönemin kanıtıdır.

Belirli bakış açısından, uluslararası kapitalizmin bugünkü krizi bu projeye imkan sağlıyor. Sistemde daha fazla içsel çelişkiler, geleneksel liderliklerin sağa kaymasıyla açılan daha geniş alanlar, bir çok ülkedeki yeniden toplumsal direniş akımları var ve reformcu solun ve anti- kapitalist oluşumların vs. yeni deneyimlerinde gelişimler mevcut. Bu yeni tarihsel dönemde, bu bakış açısı, sadece kendi örgütümüzün inşası problemlerini değil, işçi hareketinin, toplumsal hareketlerin, örgütlerin ve sendikaların yeniden örgütlenmesi ve yeniden inşası sorununu çözmek için gerekli perspektifleri tekrardan ele almaktır.

Liderlik krizinin problemleri, en geniş boyutuyla ortaya konuyor: bilinç, bağımsız faaliyet deneyimleri, inşa ve örgüt. Bir dizi direniş mücadelesini, yeni bir projeyi, yeni talepleri, yeni örgütlenme biçimlerini, eski işçi hareketlerindeki en iyi şeyleri alıp en kötülerini reddederek yeniden formüle etmek gerekilidir. Bu yeniden inşa süreçlerinde, tüm biçimlerde kendi kendini örgütleme ve kendi kendini özgürleştirme ekseni belirleyicidir. Yeni anti-kapitalist partilerin inşasının zorlukları da var. Tabiidir ki bu inşa devrimci ve anti-kapitalist güçlerin biriktirilmesine bağlıdır, partiyi inşa etmenin dünya ölçeğinde ya da kıtasal bir tek çizgisi yoktur.

Hiçbir şey mekanik değildir ancak, özellikle Brezilya’daki- Brezilya’da hem çok yüksek bedeller ödediğimizin hem de ondan öğrendiklerimizin altı çizilmelidir-, İtalya’daki ve Fransa’daki son deneyimler temelinde, bu yeni partilerin ana programatik ve politik hattı ortaya çıkıyor.

Yeni Anti-Kapitalist Partiler: ‘Olayların ve Görevlerin Ortak Anlaşılması’

13. Biz, kapitalizmin varolan krizine karşı çıkacak anti-kapitalist partiler inşa etmek istiyoruz, onu reforme edecek, daha insancıl bir kapitalizmi savunacak ya da savaş sonrası dönemin kapitalizmine dönmek için liberalizmin aşırılıklarıya mücadele edecek değil, kapitalist kar mantığına saldıracak partiler inşa etmek istiyoruz. Kapitalist küreselleşmeye karşı yeni bir progama ihtiyacımız var. Acil talepleri (ücret, iş, hizmetler, toprakların dağılımı, doğal kaynakların kontrolü, feminizm, ekolojinin temel boyutları gibi…), demokratik talepleri (emperyalizmin baskısı altında olan halkların ya da ulusların egemenlik sorunları, Latin Amerika’daki yerlilerin sorunları gibi)ve refahın başka türlü dağıtımı için gerekli olan ve ekonomide kapitalist mülkiyeti sorgulayan geçiş taleplerini savunan bir eylem programına ya da bir anti-kapitalist geçiş programa ihtiyacımız var.

Bu programların uygulanması, halk sınıflarının kendi hareketi ve kendi eylemine dayanan işçilerin hizmetinde iktidarları gerektirir.

Bu mücadele -bugün temel bir mücadeledir- devletin ve kapitalist ekonominin işlerini yöneten sosyal liberal hükümetlere herhangi bir katılımın ya da desteğin reddilmesini vurgular. Bu, bizi Die Linke, Rifondazione Comunista, Avrupa Sol Partisi’nin parçası olan Komünist Partileri’nin projelerinden ve Brezilya’daki Sosyalist Demokrasi eğiliminin (DS) çoğunluk politikasından ayırır.

Bu nedenle, bu tip hükümetlere katılıp katılmamak sorunu, Avrupa’da ve önemli Latin Amerika ülkelerinde iktidar stratejisinin tekrar birincil sorunu oldu.

Bizim kurmak istediğimiz bu partiler, bütün programı ya da bütün tarihi değil, Troçki’nin söylediği gibi ‘olayları ve görevlerin ortak algılanışı’nı referans olarak alır fakat bunlar orta ve uzun vadede inşa için yeterince belirli olan startejik ve programatik referanslardır. Biz, bu partileri sınırlayan ideolojik ya da tarihsel kriterlerden değil, sosyalizme geçiş programını hayata geçirecek olan sınıf mücadelesine ve en iyi devrimci geleneklere bağlı anahtar referanslardan başlıyoruz.

Bu partilerin, çoğulcu, bütün anti-kapitalist akımların yakınlaştığı ve biraraya geldiği yerler olmasını istiyoruz. Devrimci Marksistler bu partilerin içinde bir eğilim oluşturacaktır. Fakat daha da ileri gitmeliyiz: bir dizi stratejik ve programatik sorular açık bırakılmasına rağmen, 21.yüzyılın sosyalizmi üzerine tartışmalarda yerimizi tam olarak almak için sosyalist ve komünist projenin tekrar incelenmesi gereklidir. Bunlar, yeni tarihsel döneme cevap vermeye çalışan yeni formüllerdir.

Bunlar, inşa edilmekte olan Fransa’daki yeni anti-kapitalist parti(NPA), İtalya’daki Sinitra Critica, Danimarka’da Kızıl-Yeşil İttifakı, Portekiz’de Sol Blok, Brezilya’da PSOL ve önümüzdeki yıllarda ortaya çıkacak başka deneyimler gibi anti-kapitalist partilerin temelini kuran referanslardır. Ayrıca bu çerçevede, Paris’te Mayıs ’68- Mayıs 2008 üzerine bir konferans hazırlıyoruz.

Bu metin, Dördüncü Enternasyonal Uluslararası Komitesi toplantısında, 1 Mart 2008’de, uluslararası durum üzerine tartışmaya bir giriş olarak sunulan raporun yazılı versiyonudur.

*François Sabado Dördüncü Enternasyonal Yürütme Bürosu ve Devrimci Komünist Birlik (LCR, Dördüncü Enternasyonal’in Fransız seksiyonu) Ulusal Liderliği üyesidir.