Daniel Bensaïd

Kapitalizm mi dediniz? “İnsanların artık ona inanmamaları anlaşılabilir bir şey”, bizzat Tony Blair böyle itiraf ediyor [1]. İnanılmaz olana inanmaya son verildiğinde, toplumsal bir krize bir de ideolojik ve ahlaki bir meşruiyet krizi ekleniyor. Bu da sonuçta siyasi düzeni sarsıyor. Yaşanan kriz, şimdiki zamanın krizi Asya piyasaları  krizine ya da internet balonu krizine eklenecek bir başka kriz değil.

İman Krizi

Bu değer yasasının – ekonomik, toplumsal, ekolojik – tarihsel bir krizi, ölçünün ve ölçüsüzlüğün krizi. Her şeyin soyut emek zamanıyla ölçülmesi, Marx’ın 1857 Elyazmaları’nda ilan etmiş olduğu gibi toplumsal ilişkilerin “sefil” bir ölçüsü haline gelmiş durumda. İklim değişikliği ekonomisi üzerine 2006 tarihli bir raporun yazarı Nicholas Stern şu saptamada bulunuyor: “Biri iktisadi diğeri gezegen ölçeğinde iki krizin ortak bir yanı var. Her ikisi de, işleyişinin yarattığı riskleri değerleyemeyen, bunun, sağladığı hemen-şimdi kazancın fevkinde bir yıkıma yol açabileceğini hesaba katmayan ve oyuncuların karşılıklı-bağımlılığını küçümseyen bir sistemin sonucu.” [2] Kâr yarışının – “hemen-şimdi kazancın” – mantığı gerçekten de uzağı göremez. Ve “yolundan şaşmayan rekabet” sistemik “karşılıklı-bağımlılığa” kördür.

Yeni bir Bretton Woods mu dediniz? Yoksa dünyasal bir yönetişimden mi bahsediyorsunuz? Bunlar bir yana, Avrupa Birliği daha ne kıtasal ölçekte bir finansal piyasalar kurulu oluşturmayı, ne de henüz vergi cennetlerinin ortak bir tanımında mutabakata varmayı becerebilmiş durumda! Laurent Parisot, 2008 Ekiminden bu yana devletin finans kesiminin imdadına koşarak rolünü oynaması ancak işler eski kârlı gidişine döndüğünde geri çekilmesi gerektiğini belirtmek telaşında. Tercümesi: devlet kârları yeniden özelleştirmeden önce zararları toplumsallaştırmalı. Araf’taki makamından yeniden zuhur eden Jean-Marie Messier yakın bir gelecekte “ekonomiyi ve bankaları kurtarmayı” yalnızca devletin başarabileceğini kabul ettikten sonra alelacele “fırtına bir kez dindiğinde şemsiyeyi kapatmayı öngörmek gerekir” diye ekliyor: Devlet “yağmurlu günün yolcusu” dışında bir şey olmamalı! [3]

Hükümetin canlandırma planı krizin maliyetini emekçilere ve vergi mükelleflerine yüklüyor. Martine Aubry, Reims Kongresi arifesinde “sistemin bizzat kendisine yüklenmeden sistemi kullananlara yüklenmenin bir işe yarama”yacağını keşfetmiş havasındaydı [4]. Buna karşın Sosyalist Parti bugün zenginliklerin emek lehine bir yeniden bölüşümü anlamında hiçbir radikal önlem içermeyen “dengeli” bir kaymak tabaka toplumsal karşı-planıyla yetiniyor: Bankacılık sisteminin kamulaştırılması ve bir kamu kredi kurumu yaratılmasına ilişkin, radikal bir vergi reformuna ilişkin, Avrupa’nın inşasında yeni bir yönelime ilişkin tek kelime yok.

“Sistemin bizzat kendisine yüklenmek” piyasanın mutlak iktidarına, büyük üretim ve mübadele araçlarının özel mülkiyetine, herkesin herkese karşı rekabetine yüklenmek anlamına gelecektir. Bizzat liberal Nicolas Baverez bankayı “küreselleşmenin kamu malı” olarak tanımlıyor: “[Bankalar] ayırt edici nitelikleri nedeniyle bir kamu malının doğasına sahiptirler” [5] Bu “doğa”ya uygun olarak bu kamu malının kamu denetimi altında bir kamu yönetimine bırakılması beklenir. Ama Bavarez’e göre bunun tersine devletin bankalara zararlara karşı “sınırsız bir bağışıklık” ve kârlar için her türlü riske karşı bir sigorta sağlaması gerekecektir. Sistemin kalbine yüklenmek emekçileri krizin sonuçlarından korumak için toplumsal bir kalkanı benimsemek anlamına gelecektir. Bunun için Maastricht kriterlerinin ve istikrar paktının boyunduruğunu kırmak, Avrupa Merkez Bankası üzerinde siyasi otoriteyi yeniden tesis etmek, Lizbon Anlaşmasını ilga etmek, toplumsal ve mali [vergisel] uyumlulaştırmadan başlayarak ve gerçek bir kurucu sürece önayak olunarak Avrupa’nın inşasına kökten biçimde yeniden yön vermek gerekecektir. En azından, Lizbon Anlaşmasının mali sermayenin dolaşımında her türlü kısıtlamayı yasaklayan 56. Maddesinin iptalini ve 48. Maddenin, sermayeye koşulların en elverişli olduğu yere gitme ve mali kuruluşlara kendilerine en uygun gelen yere sığınma imkânı tanıyan “yerleşme özgürlüğü” hükmünün ilgasını talep etmek gerekecektir.

“Uzun Sürecek”

Şayet bir birikim tarzının sonunu ilan eden sistemik bir kriz söz konusuysa, konjonktürel canlandırma önlemleri sınırlı bir etkiye sahip olacaktır. Krizden, yeni bir üretim düzeniyle yeni bir birikim rejiminin filizlenmesine açılacak bir çıkış sadece ekonomiye bağlı değildir. Bu yeni güç ilişkileri, yeni jeopolitik ilişkiler, yeni kurumsal ve hukuki mekanizmalar ister. 1929 krizi eğer “Amerikan yükselişinin krizi” idiyse, güncel kriz hangi yükselişe gebedir? Bir Çin yükselişine mi? Kıtasal bölgelerin çok-kutuplu bir örgütlenmesine mi? Bir “küresel yönetişime” mi?

Bir yandan dünya ölçeğinde yeni bir parasal düzenin ve küresel yanıtların gereğinden dem vurulurken, bizzat Giscard d’Estaing “Avrupa’da krizin yönetiminin kriz sırasında, kriz patlak vermeden öncekinden daha ulusal hale geldiğini” ve “müdahale araçlarının özü itibarıyla ulusal olduğunu” teslim ediyor [6]. Kriz gerçekten de ulusal farklılıkları belirginleştirip merkezkaç eğilimleri serbest bırakıyor. Emmanuel Todd, “ekonomik ve toplumsal uzamların zorunlu [bir] mütekabiliyeti” adına kendisini, arz yeniden piyasada kendi talebini yaratsın diye “ücretlerin yeniden yükselmesinin koşullarını yaratmak” amacıyla “Avrupa korumacılığının” [7] en yılmaz savunucusu haline getiriyor. Sorun bir ilke ya da doktrin sorunu değil.

Korumak? Ama ne, kime karşı ve nasıl korunacak? Eğer Avrupa işe, istihdam, gelir, sosyal koruma, çalışma hakkı konusunda toplumsal uyum kriterlerini benimsemekten ve vergi sistemini uyumlulaştırmaktan başlamış olsaydı, artık sanayicileriyle finansçılarının bencil çıkarlarının değil, toplumsal hak ve kazanımların korunması için meşru biçimde önlemler alması mümkün olabilirdi. Bunu seçici ve hedef gözeterek, karşılığında Güney ülkeleriyle, göçmenlik, teknik işbirliği, adil ticaret alanlarında dayanışmacı kalkınma anlaşmalarıyla yapması mümkün olabilirdi. Bu olmaksızın, bir zengin korumacılığının başlıca etkisi krizin zarar ziyanını en yoksul ülkelere boca etmek olacaktır.

Bir gümrük koruma önleminin, sanki kriz tarafından keskinleştirilmiş sınıflar mücadelesi içerisinde teknik olarak nötrmüş gibi, Avrupa toplumsal koşullarının iyileşmesine mekanik biçimde yol açacağını  tahayyül etmek büyük bir safdilliktir: emekçiler karşılığında hiçbir sosyal avantaj sağlamaksızın bürokratik ve gümrüklerle ilgili eziyetlerin tatsız sonuçlarına katlanacaklardır. Böylesi bir korumacılığın kamuoyu nezdinde sahip olacağı itibarsızlığına uzun zaman dayanması mümkün olmayacaktır ya da bu korumacılık  şoven bir “ulusal (veya Avrupalı) tercihe” kaymakta gecikmeyecektir.

Kapitalizmi Yeniden Kurmak ya da Onunla Savaşmak

Söylediklerine bakılırsa, sağdan ve soldan dünün ve bugünün yöneticilerinin meğer hepsi, her zaman piyasaların sistemik çılgınlığını  ifşa etmişmişler. Oysa kuralsızlaştırma/serbestleştirme meşhur görünmez elin değil, siyasi kararların ve yasama önlemlerinin eseri olmuştu. Fransa’da finansal piyasalarla borsa işlemlerinin kuralsızlaştırma/serbestleştirilmesi, 1985’ten itibaren, sosyalist Maliye Bakanı Pierre Bérégovoy zamanında tasarlanmıştı. 1989’da bir Avrupa kararından önce davranıp sermaye hareketlerini serbestleştiren sosyalist bir hükümet olmuştu. Fransız kapitalizmini spekülatif yatırım fonlarını  konuk eder hale getiren, Balladur ile Juppé hükümetlerinin ikisinin birden yaptıklarının toplamından çok özelleştirme gerçekleştiren Jospin hükümeti olmuştu. Meşhur hisse-senedi opsiyonları üzerinde sert bir vergi indirimini öneren sosyalist bir Maliye Bakanı  Dominique Strauss-Kahn olurken, bunu gerçekleştirmek bir başka sosyalist Maliye Bakanına, Laurent Fabius’a nasip olmuştu. 2002’de Barselona’da, enerji piyasasıyla kamu hizmetlerinin tamamını serbestleştirmeye, emeklilik yaşını 5 yıl ötelemeye ve emeklilik fonlarını  desteklemeye karar veren sosyal-demokrat çoğunluğa sahip bir Avrupa Konseyiydi. 2005 tarihli Avrupa Anayasal Anlaşması projesi içine kazınmış rekabetin kutsanmasını onaylayan, Sosyalist Partinin çoğunluğu olmuştu. Avrupa’nın inşasının liberal mantığını  teyit eden Lizbon Anlaşmasının onaylanması da yine bu çoğunluğun oyuyla gerçekleşmişti.

Kapitalist Titaniğin kurtarıcıları için görev çetin gözüküyor. Yeni bir New Deal mi? Sosyal devlete geri dönüş mü? Bu, liberal kuralsızlaştırma/serbestleştirmenin Thatcher veya Reagan’ın doktriner bir kaprisi olmadığını  çok çabuk unutmak olur. Bu [kuralsızlaştırma], savaş-sonrası  dönemin toplumsal fetihleri tarafından önü açılan kâr oranlarının düşmesine bir yanıttı. Robert Boyer, 1973’ten sonra “Keynesci politikaların faaliyeti canlandırmaktaki yeteneksizliği meydanı şaşırtıcı bir muhafazakâr karşı-devrime bırakır” diye hatırlatıyor [8]. Başlangıç noktasına dönmek aynı çelişkilerle yeniden karşılaşmak olacaktır. Jean-Marie Harribey bu konuda koyu bir ironiyle şöyle diyor: “[voltajı] dönüştürmeden düzenli hale getirmek [regüle etmek] ayarlamak değildir”.

1929 krizinden sonra, zenginliğin ve gücün kozlarını yeniden dağıtmak ve yeni bir genişlemeci dalga başlatmak bir dünya savaşından daha ucuza mal olmamıştı. Yeni bir birikim tarzının yerini alması  ve yeni bir büyüme uzun dalgasının varsayımsal başlangıcı  gezegen ölçeğinde yeni tahakküm hiyerarşilerini, ulusların ve kıtaların yeniden bölümlenmesini, sermayenin değerlenmesinin yeni koşullarını, enerji sisteminde bir geçişi gerektiriyor. Böylesi bir kargaşa, Başkanlıklar/Başbakanlıklar arasında müzakere masalarında dostça çözülmez. Bunun çözüm yeri toplumsal mücadeleler ve savaş meydanlarıdır. Kriz tam da Marx’ın yazdığı gibi “özerkliğe terfi etmiş uğrakların [üretim ve tüketim] arasında birliğin zorla tesis edilmesidir”.

Bu – gerçekten – sadece bir başlangıç

“Finansal kriz kapitalizmin krizi değildir. Bu, kapitalizmin temel değerlerinden uzaklaşmış, deyim yerindeyse kapitalizmin ruhuna ihanet etmiş bir sistemin krizidir. Fransızlara bunu söylemek istiyorum: anti-kapitalizm bugünkü krize hiçbir çözüm sunmuyor”, Nicolas Sarkozy, Toulon’da yaptığı konuşmada kelimelerin üzerine basa basa bunları söylüyordu. Mesaj açıktı: anti-kapitalizm, işte size düşman.

Başkan bu konuya, kendi girişimiyle 8 Ocak 2009’da Geliştirmeden Sorumlu Devlet Sekreterliği tarafından düzenlenen kapitalizmin yeniden kuruluşu  üzerine paneldeki konuşmasında yeniden değiniyordu: “Finans kapitalizminin krizi kapitalizmin krizi değildir. Bu [kriz], bir felaket olacak olan kapitalizmin yıkımına değil, onun ahlaklılaştırılmasına çağrıda bulunmaktadır”. Başkana bu vesileyle Michel Rocard’dan enerjik bir takviye geldi: “Şundan başlamak lazım: bir kapitalizmi kurtarmak istiyoruz.” Bu toplumsal savaş ilanları iki cenah arasında bir cephe çizgisi çiziyor. [Üretim] araçların[ın] mülk sahipleri arasında kapitalizmi yeniden kurmayı, yeniden icat etmeyi, ahlaklılaştırmayı tartışmak; ya da sömürülenlerle, mülksüzleştirilmişlerle birlikte onu yıkmak için mücadele etmek:  seçim sizin.

Gelecek devrimlerin neye benzeyeceğini önceden söyleyebilmek kimsenin harcı değildir. En azından bir ipucu olsun mevcuttur. Çatışan tam da iki sınıf mantığıdır. Bir tarafta, her ne pahasına olursa olsun kârın, bencil hesabın, özel mülkiyetin, eşitsizliğin, herkesin herkese karşı rekabetinin mantığı ve diğer tarafta kamu hizmetinin, insanlığın ortak mallarının, toplumsal temellükün [mülk edinmenin], eşitliğin ve dayanışmanın mantığı.

* Politis dergisinde yayınlanmış makale (kriz özel sayısı, Mart-Nisan 2009.).

[Europe Solidaire Sans Frontières] – http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article13208

 

Notlar:

[1] Le Journal du Dimanche (JDD), 14 Aralık 2008.

[2] Le Monde, 15 Aralık 2008.

[3] La Tribune, 15 Ocak 2009.

[4] Journal du Dimanche, 5 Ekim 2008.

[5] Le Monde, 26 Kasım 2008.

[6] Le Monde, 13 Ocak 2008.

[7] Emmanuel Todd, Après la démocratie, Paris, Gallimard, 2008.

[8] Libération, 29 Aralık 2008.