Sanem Öztürk –

 

Amerikalı insan hakları eylemcisi Martin Luther King’in 1963 yılında Washington’da 250 bin kişiye yaptığı ırkçılık karşıtı konuşmayı bilirsiniz: Siyahların özgürlük mücadelesinde çok önemli bir yere sahip olan ünlü “Benim bir hayalim var” konuşması. Sizi bilmem ama, on yıllardır eşitlik ve özgürlük mücadelesinin sloganlarından biri olagelen bu cümleyi son birkaç yıldır ne zaman duysam içimde bir tekinsizlik, bir tedirginlik… “Sultan” ne zaman bir hayalinden bahsetse, içimi bir karanlık kaplıyor, ciğerime duble yollar döşeniyor.
 
2007 yılıydı. “Benim bir hayalim var” dedi Sultan Karadenizlilere seslenirken. İşsizliğin, gelir adaletsizliğinin, ayrımcılığın, kadın cinayetlerinin, ekolojik yıkımın olmadığı bir dünya hayalinden söz etmiyordu. Asgari ücretin yükseleceğini, barışın yakın olduğunu, nükleer saçmalığından vazgeçildiğini, Karadeniz’de her aileye ücretsiz kanser taraması yapılacağını ve kanser hastalarının tedavilerinin devlet tarafından karşılanacağını müjdelemiyordu. “Medeniyet” diyordu, “kalkınma” diyordu ama anlaşılan medeniyetten anladığımız şeyler oldukça farklıydı.
 
8 Nisan 2007’de resmi belgelerde D010 yolu olarak geçen Karadeniz Sahil Yolu’nun açılışında yaptığı törende Recep Tayyip Erdoğan, “medeniyet” hayalini kullarıyla paylaştı: “Benim bir hayalim var: Bu sahil yolunun İstanbul’a kadar uzanması. Benim hayalim, bu yolun inşallah 3. Köprü ile birleşmesi. Bu yol Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gerçekleştirdiği en büyük modernleşme ve kalkınma projelerinden biridir. Eşsiz tabiat güzelliklerine kavuşamayan vatandaşlarımız, bu yol sayesinde nasıl da zengin ve güzel bir ülkede yaşadıklarını göreceklerdir. Adım adım ülkemizin kalkınma hedeflerini gerçekleştirdiğimizin en açık göstergesidir.” Oysa 2010 yılında aynı hükümetin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, “Yanlış bir projeydi ama yapmak zorundaydık. Bunu şimdi rahatlıkla söyleyebiliyorum. Ciddi bir para harcanmıştı. 700 trilyonun üzerinde bir meblağ harcanmıştı, bu yüzden bitirilmesi gerekiyordu” diyerek, yanlış olduğunu bile bile bu yanlıştan dönmediklerini gözümüzün içine baka baka, arsızca itiraf edecekti. Öyle ya, tehlike çanları çalıyordu; her sel tehlikesinde Karadeniz Sahil Yolu kentlerle, insanlarla deniz arasına tuzak kurmuş bir duvar gibi ölümü hatırlatıyordu.
 
Binali Yıldırım’ın bu sözlerinin üzerinden altı ay bile geçmeden Rize’de on iki kişinin canını alan sel felaketinde Veliköy Deresi Karadeniz Sahil Yolu’nun kent ile deniz arasına çektiği koca duvarı aşamadı, yüzlerce insan mahsur kaldı, ne Binali Yıldırım’ın ne de projede imzası olanların yüzü kızardı. 2012 yılında yolun yarısı denize aktı, ama özür dileyen çıkmadı.
 
Projenin kamuoyuna açıklandığı günden itibaren “dağları dinamitle patlatarak denizi bu kayalarla doldurmak, denizi insandan, insanı denizden ayrı koymak, Karadeniz’i karartmaktır” diyen herkesin sesi, “Karadenizliler bu yolu istiyorlar, hem iş vereceğiz, daha ne?” duvarına çarptı. Oysa bu yolun ölüm yolu olacağını, Karadeniz’in ve Karadenizlilerin sessizce teslim olmayacaklarını, çevresel etkilerin dikkate alındığı ve çok daha ucuza mal olacak alternatifler olduğunu, tıpkı HES, termik ve nükleer santral meselesinde olduğu gibi halkın yanlış bilgilendirildiğini ve bir medeniyet masalıyla açık açık kandırıldığını, bir an evvel bu yanlıştan dönülmesi gerektiğini söyleyen, sahilin geri dönülmez bir biçimde tahrip olacağı konusunda hükümeti uyaran, “Karadeniz’in yüzüne kezzap atıyorsunuz” diyen Karadenizliler de vardı.
 
Bunlardan biri Vi3e’li (Fındıklı) Cihan Eren’di mesela. Avukattı. Eylemciydi. Ama en başta yöre insanıydı, “Karadeniz’le Karadenizlinin arasına duvar çekerseniz ikisi de ölür” diyordu. 2005 yılında Yolun sit alanı Aksu Mahallesi’nden geçirilmesini onaylayan Koruma Kurulu kararının iptali için açtığı davanın keşif ve bilirkişi incelemesinden iki gün önce silahlı saldırıya uğradı. Komadayken davayı kazandı, ama yaşam mücadelesini kaybetti.
 
Bilim insanları, şehir planlamacılar, inşaat mühendisleri bu mücadelenin bir ucundan tuttular. Bilhassa Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği öğretim üyesi Prof. İlyas Yılmazer, hem Karadeniz otoyolunun tehlikelerini ilk elden bilen bir yöre insanı, hem de bir bilim insanı olarak, ille de otoyol yapılacaksa hâlihazırda var olan yolun geliştirilmesi, hem ekolojik yıkıma sebep olmayacak, hem – üçte bir gibi bir oranda – çok daha düşük bir bütçeyle gerçekleştirilmesi mümkün olan, hem de bölgenin sosyal yapısını dikkate alan bir titizlikle genişletilmesi projesinin hazır olduğunu, bu katliamda payı olan tüm hükümetlere ve ulaşabildiği her yerde halka anlatmaya çalıştı. Ama muktedirlerin kulakları tıkalıydı. İhaleler bağlanmış, anlaşmalar yapılmıştı.
 
Hiç yabancısı olmadığımız bir dava-temyiz-git-gel sürecinin ardından bugün, Kasım 2013’te, başlangıcından sekiz yıl sonra Danıştay, Karadeniz Sahil Yolu’nun imar planı iptalini onayladı. Davayı açan Karadeniz halkı haklıydı yani, proje şehircilik ilkelerine aykırıydı; çevresel etkileri akıl almaz boyuttaydı; ekolojik, ekonomik, sosyal bir yıkım abidesiydi. Bölge halkının Karadeniz Sahil Yolu’na karşı verdiği savaş, her mücadele kazanımla sonuçlanmasa da her kazanımın ardında bir mücadele olduğunu bize bir kez daha hatırlattı.
 
Karadeniz’in bu morale ihtiyacı vardı. Termik ve nükleer santrallerle, HES’lerle mücadelede böyle bir kazanımın moral desteğine fazlasıyla ihtiyacımız vardı. Ancak bugün mücadelenin kâğıt üzerinde bir kazanımla sonuçlanmış olması, Karadeniz halkını tatmin etmiyor, şimdi bizi yepyeni sorular bekliyor: Bu iptal kararı nasıl icra edilecek? En önemlisi de, giden nasıl geri gelecek? Yanlıştan dönüldü evet, bugün bu yanlışın başka yerlerde, başka muktedirler tarafından, başka masallarla tekrarlanmaması, açtığı tahribatın etkilerinin en aza indirilmesi mücadelesinin takipçisi olma günü. Hep birlikte.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2014 tarihli 7. sayısında yayınlanmıştır)