IV. Enternasyonal –

 

Dördüncü Enternasyonal Bürosu 2 Mart’taki Uluslararası Komite toplantısının verdiği yetkiyle aşağıdaki metni yayımlamıştır.

 

1 – PKK’nin lideri Abdullah Öcalan’la iki yıl süren müzakerelerin ardından 2015 yazında Erdoğan’ın otoriter-neoliberal-İslamcı rejimi Kürt halkına karşı yürütülen kanlı savaşı sürdürme kararı aldı. Hâlbuki bu yaz, 7 Hazirandaki meclis seçiminden sonra muazzam bir kitlesel umutla başlamıştı. HDP’nin geçmişteki oy oranını ikiye katlayarak %13 alması, AKP’yi devlet aygıtı üzerindeki hâkimiyetinden mahrum edecek koalisyon hükümetine mecbur bırakmıştı. Dahası, bu sonuç AKP’nin anayasa değişikliği yaparak Erdoğan’ın arzuladığı, onu sultan yapacak, otokratik başkanlık rejimini getirmesini engelledi.

 

2 – Daha 2015 Mart’ının başlarında Erdoğan, AKP’nin müzakerelere karşı olan aşırı sağın lehine oy kaybı sonucunda, ve özellikle de IŞİD’in Kobane’yi kuşatması sırasında gerçekleşen 2014 Ekim isyanı karşısında dehşete düşerek sert bir milliyetçiğe kayışın sinyallerini verdi. Bu öfke patlaması, Kürt kitlelerin “barış görüşmeleri” çerçevesinde hiçbir somut adım atılmamasından dolayı içinde bulundukları umutsuzluk halinden kaynaklanıyordu. Buna AKP hükümetinin IŞİD’e destek sağladığına dair genel kanıdan ileri gelen öfke de eklendi. Bu kanı İslam Devleti’nin cihatçılarının Türkiye-Suriye sınırının iki yanına da kontrolsüz biçimde geçiyor ve sınıra yakın hastanelerde sağlık hizmeti alıyor olduğu gerçeğinden ileri geliyordu. Ve şunu da biliyoruz ki Türk rejimi her zaman sınır komşusu olarak IŞİD’i Kürtlere yeğlemiştir. Nihayetinde Erdoğan “Kürt sorunu yoktur” demiş ve 2013 Martında açıklanan müzakere sürecini de facto olarak askıya almıştır.

 

3 – Meclis seçimi sonuçlarından hoşnut kalmayan AKP, Erdoğan’ın nezaretinde, erken seçim için bastırdı. Ne var ki HDP’nin zayıflaması AKP’nin seçimden zaferle ayrılmasının olmazsa olmaz şartıydı. Oldukça şüpheli biçimde, Suruç saldırısından IŞİD’in sorumlu tutulması ve hemen ardından PKK’nin “yerel birimleri” tarafından iki polisin öldürülmesi “terörist örgüt”ün yasal kanadı olarak bilinen HDP’nin kriminalize edilmesine ve Kürtlere karşı yeniden savaş açılmasına olanak sağladı. İç savaş iklimine eşlik eden sosyal ve politik protestoların şiddetle bastırılması, muhalif basının kriminalizasyonu ve Kürtlere karşı pogrom teşebbüslerine yol açan milliyetçiliğin tırmandırılması nihayetinde meyvesini verdi. AKP 1 Kasım 2015 erken seçiminde istediği sonucu kolaylıkla elde etti.

 

4 – Bu noktadan sonra bir katliam rejimi yürürlüğe girdi. Erdoğan’ın parti-devleti, polis ve jandarmaya bağlı faşist ve İslamcı “antiterör” birimlerini Türkiye’nin Kürt bölgesindeki tüm protesto ve direnişleri kırmak üzere seferber etti. PKK’ye bağlı ama doğrudan onun kontrolünde olmayan genç, şehirli Kürt militanların Rojava modeline paralel şekilde “demokratik özerklik” ilan ettiği Diyarbakır, Mardin, Şırnak ve Hakkâri’nin çeşitli mahalleleri, aylardır süren sokağa çıkma yasağı ve kuşatmadan dolayı açlıkla yüz yüze geldi, zırhlı askeri araçlarla yerle bir edildi. Bazıları tanınmayacak derecede yanmış yüzlerce ceset molozlar altında kaldı ve binlerce insan evlerini terk etti. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın verilerine göre Ağustos 2015 ve Şubat 2016 tarihleri arasında 224 sivil (42’si çocuk) 414 militan, polis ve orduya bağlı 198 personel hayatını kaybetti.

 

5 – PKK ve YDG-H’nin (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) şehir miltanlarının çatışmayı –Öcalan’ın daha önceki tavsiyelerinin aksine– kırsaldan şehirlere taşıması, elbette ki taktik düzeyde tartışılmaya açıktır. Bu çatışma ortamı, Kürt halkının da ötesinde, Erdoğan’ın diktatörlük ihtirasları ve ülkenin İslamlaştırılmasına karşı olan kitleyi de yanına çekerek toplumun geniş kesimleri için bir çekim merkezi oluşturabilmeyi başarmış HDP’nin demokratik, mücadeleci ve barış yanlısı mesajını duyurma ihtimalini zayıflattı.
 
Fakat bu trajedinin asıl sorumluluğu kendi hakimiyetini konsolide etmek için Kürt halkına yönelik farklı politikaları araçsallaştıran, dahası iki tarafın da milliyetçi hissiyatını kaşıyarak bir arada yaşam olanaklarının altını oyan Erdoğan rejimine aittir.
 
Erdoğan rejiminin ve AKP’nin çatışmacı politikalarını kınıyoruz. Türk devletinin Kürt bölgelerindeki katliamlara, sokağa çıkma yasaklarına ve ablukalara son vermesini talep ediyoruz. Ayrıca yaşanan insan hakları ihlallerinin araştırılması ve sorumlularının yargılanmasını talep ediyoruz.
 
Türk hükümetine Öcalan’ın tecritten çıkarılması, ancak Kürt halkının demokratik ve sosyal taleplerine cevap verilirse gerçekleşecek kalıcı barışın tesisi için Kürt hareketinin farklı unsurlarıyla müzakerelerin devam ettirilmesi yönünde çağrı yapıyoruz.
 
Batı emperyalizminin, özellikle de AB’nin göçmen dalgasından –ki bu durumdan kısmen kendisi sorumludur– korkusu nedeniyle baskı ve katliam rejimine göz yummasını, Türkiye’nin dev bir toplama kampına dönüşmesi karşılığında sessizliğini de kınıyoruz. Avrupa’daki Kürt hareketine yönelik baskıların ve soruştumaların sona ermesini talep ediyoruz. PKK Avrupa’da ve her yerde terörist örgüt listesinden çıkarılmalıdır.
 
Kürt halkının onurlu yaşam mücadelesine, devlet aygıtı tarafından benzeri görülmemiş bir kriminalizasyona maruz kalan HDP’ye, radikal sol eylemcilere, insan hakları ve barış aktivistlerine, Erdoğan’ın milliyetçi ve otoriter rejimi tarafından yargılanan akademisyen ve gazetecilere destek mesajımızı sunuyoruz.

 

6 – Kürt hareketine karşı Türk devleti tarafından açılan savaş, tıpkı PKK’nin stratejisi gibi, büyük oranda Suriye’deki gelişmeler tarafından belirleniyor. PKK için kardeş partisi PYD vasıtasıyla Kuzey Suriye’deki (Rojava) yönetimini sağlamlaştırmak ve genişletmek, bilhassa dört ülkeye (İran, Irak, Suriye, Türkiye) yayılmış Kürt halkı üzerinde hegemonyasnı tesis etmek konusunda Barzani’nin feodal ve ABD yanlısı çizgisi ile tarihsel rekabeti açısından, Türkiye’de müzakereler sonucu elde edeceği kazanımlardan çok daha önemli.
 
Türkiye’de ise, Orta Doğu’da hegemonik bir bölgesel güç haline gelme hedefi doğrultusunda, Suriye’deki halk ayaklanmasının başlangıcından itibaren, Erdoğan rejimi öncelikle Müslüman Kardeşler ve Suriye rejimi arasında bir ara buluculuğa soyunmuş; daha sonra, Esad’ın kısa sürede devrileceğini öngörerek, Suriye sorununa dair dış politikasının yönünü doğrudan müdahaleye çevirmişti.
 
Bu hedef doğrultusunda, Türkiye öncelikle çoğunluğunu Müslüman Kardeşler ve liberal muhaliflerin oluşturduğu Suriye Ulusal Konseyi’ne destek verdi. Ayaklanmanın, rejimin vahşi baskısı karşısında, silahlı bir hal almasından sonra da IŞİD dâhil farklı cihatçı gruplara doğrudan ya da dolaylı olarak farklı düzeylerde (politik, finansal, lojistik, askeri, tıbbi) destek sağladı.

 

7 – Erdoğan rejiminin Esad’ın devrilmesi için yürütülen savaşa katılmasının ana sebeplerinden biri Türkiye-Suriye sınırındaki yoğun Kürt nüfusun varlığıydı. 2003’teki emperyalist müdahalenin ardından Kuzey Irak’ta bölgesel bir Kürt yönetiminin yapılanması şüphesiz Türk devleti için en belirgin dış politika travmalarından biriydi.
 
Aynı senaryonun Suriye’deki rejim değişikliğinden sonra da tekrarlanmasından duyduğu korku Türk hükümetini Suriye’deki krize müdahil olmaya itti. Rejimin 2012 Temmuz’unda Suriye Kürdistanı’nı terk etmesinden sonra PYD’nin Türkiye sınırındaki bölgeyi kontrol altına alması ve daha sonra da özerklik ilan etmesi ile durum daha da kritik bir hal aldı.
 
Bugün, Türk hükümeti Türkiye-Suriye sınırını ablukaya almış durumda ve Türkiye’de ve yurt dışındaki Rojava ile dayanışma çabalarını önlemekte. Hükümetlerin baskıya karşı sivil inisiyatifleri engellemek için yürürlüğe koydukları sınır kontrol faaliyetlerini kınıyor ve ablukaya karşı yapılan eylemleri destekliyoruz.

 

8 – PKK’nin 2003’teki ademi merkeziyetçilik eğiliminin bir parçası olarak ortaya çıkan PYD hala Abdullah Öcalan’ı ideolojik ve politik önder olarak tanıyor. “Rojava devrimi”ni takiben Cizre, Afrin ve Rojava kantonlarının yönetimleri Öcalan’ın “demokratik özerklik” (ya da “demokratik federalizm”) stratejisini hayata geçirme girişiminde bulundular. Bu stratejinin PKK’nin 90’ların başında terk ettiği Marksizm-Leninizm’in yerini alması bekleniyordu. 2013’ün Ocak ayında deklare edilen Rojava Sözleşmesi demokratik, seküler, çokkültürlülük yanlısı prensiplere dayanıyor ve derin bir ekolojik vurguya sahip. Özellikle de Suriye’de içinde bulunulan kaos düşünüldüğünde kadın haklarına, etnik ve dini azınlıkların haklarına yaptığı vurgu hayli etkileyici. Bölgede hüküm süren istikrarsızlığa rağmen, tabii ki daha da öteye taşınması gereken, bu taahhütler tam olarak havada kalmış da değillerdi. Ne var ki bu orijinal ve ilerici özyönetim deneyiminde politik çoğulculuğun neredeyse hiç yeri yok. Rojava’da köklü bir tarihi varlığı bulunmayan PYD Irak Kürdistanı’ndaki sürgününden geri dönüp Rojava’da hakimiyet kurmayı büyük ölçüde askeri gücü (YPG: Halkın Savunma Birimleri) sayesinde başardı. PYD sadece çeşitli yerel Kürt milliyetçi akımlarını değil, devrimci ayaklanmaya derinden angaje olmuş genç Kürt aktivistlerden oluşan demokratik ağları de bastırmakta tereddüt etmedi. Haseke ve Kamışlı gibi bazı şehirlerde özyönetim ilanından sonra dahi Esad rejimi varlığını sürdürdü.

 

9 – Bugün PYD ve YPG, IŞİD barbarlığına karşı –Özgür Suriye Ordusu’ndan kimi birliklerin, Irak Kürdistanı’ndan giden Peşmergenin ve Türkiye’den devrimci örgütlerin desteğiyle– verdikleri kahramanca mücadele sayesinde büyük oranda hak edilmiş bir uluslararası saygınlığa sahip. PYD’nin sahadaki konumu ve çatışmadaki etkinliği çelişkili bir biçimde bir yandan –Suriyede’ki kaosa müdahil olmak istemeyen ama büyük oranda da müsebbibi olan– Wasington’un diğer yandan da –bölgedeki egemenliğini arttırmak için 30 Eylül 2015’ten beri Esad’ın kanlı rejiminin, İran’ın ve Lübnan Hizbullahı’nın yanında askeri olarak çatışmaya müdahil olan– Moskova’nın imtiyazlı müttefiki haline gelmesine sebep oldu. Ne var ki Erdoğan, Azez’den Cerablus’a uzanan –şu anda büyük ölçüde IŞİD’in denetiminde bulunan ve Türkiye’nin Suriye sınırı boyunca Kürt güçlerinin kontrolünde olmayan tek koridor olan– bölgenin ne pahasına olursa olsun PYD-PKK’nin eline geçmesini önlemeye çalışıyor.
 
Böylelikle en büyük parçasını YPG’nin oluşturduğu SDF (Suriye Demokratik Kuvvetleri) Rusya’nın hava saldırılarının yardımıyla içinde IŞİD, El Nusra, Ahraru’ş-Şam ve diğer bazı sözde ılımlı selefi grupları barındıran, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından desteklenen farklı cihatçı gruplara karşı etkin bir mücadele yürütüyor. Ne var ki, sahadaki pragmatik ittifak politikaları sebebiyle zaman zaman SDF birliklerinin hücumları ve zaferleri çelişkili haller alabiliyor. Bazen kendilerini rejim güçleriyle omuz omuza çatışırken bazen de “düşman” elindeki bir bölgeyi ele geçirmek için onlarla yarışırken bulabiliyorlar.
 
Dahası, rejim güçlerinden kurtarılan bölgelerin selefi-cihatçı grupların kontrolünde olmasından ve bu gruplarla Özgür Suriye Ordusu unsurlarının iç içe geçmiş yapısından dolayı SDF –ve dolayısıyla YPG–  sıklıkla ÖSO ve fazlasıyla heterojen olan yerel isyancı milislerle çatışmaya giriyor ve bu durum da yerel halkta SDF’nin rejimin tarafında olduğu izlenimini doğurma riskini artırıyor.
 
Ayrıca, YPG’nin bazı bölgelerde Arap nüfusunu yerinden ettiğine dair çeşitli raporlara ve tanıklıklara dayanan suçlamalar– üstelik Suriye’nin kuzeyinde Araplar ve Kürtler arasında on yıllardır süre giden etnik gerilimlerin gölgesinde– PYD’ye duyulan şüpheleri de artırmaktadır. Son olarak şunu ekleyelim: Türkiye ve Körfez krallıklarının desteklediği Suriye Ulusal Koalisyonu’ndaki (liberal ve Müslüman Kardeşler’e bağlı) hakim güçler, Türk rejiminin PKK’yi bastırma politikasını destekliyor, Arap şovenist söylemler kullanıyor ve Kürtlerin ulusal hakları konusunda hiçbir güvence vermiyor olması da PYD’nin bu muhalefet karşısındaki kuşkularını açıklamaktadır.

 

10 – Dördüncü Enternasyonal Suriye’ye yapılacak her türlü askeri müdahalenin ve Suriye’nin bölünmesine yönelik bütün emperyalist planların karşısında olduğunu bir kez daha bildirir. Bu emperyalist ve alt-emperyalist müdahalelerin yegâne amacı bu küresel ve bölgesel güçlerin kendi çıkarlarına hizmet etmektir ki bu da Suriye halklarının yıkımı anlamına gelir. Rus bombardımanının ve diğer tüm bombalama faaliyetlerinin derhâl durdurulmasını ve tüm yabancı muharip kuvvetlerin Suriye’den çekilmesini talep ediyoruz.
 
Diğer yandan hem cihatçıların hem de rejimin barbarlığına ve başka her türlü baskı biçimine karşı Suriye halklarının elde edebildikleri araçlarla kendini savunma hakkı olduğunu düşünüyoruz.
 
Her ne kadar PYD ve SDF’nin bazı uygulamalarını eleştirsek de, Suriye’deki karşı devrimci kutuplardan birini oluşturan, gerici ve cihatçı kuvvetlere karşı verdikleri savaşı selamlıyoruz ve Kürt halkının öz yönetim mücadelesini destekliyoruz. Kürt halkının öz yönetim mücadelesinin kaderiyle, Suriye devriminkinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunun altını kararlılıkla çiziyoruz. Bölge halklarının özgürleşmesi ancak bu halkların emekçi sınıflarının ittifakıyla otoriter rejimleri devirmesiyle, emperyalist güçlerin ve çokuluslu şirketlerin boyunduruğundan kurtulmasıyla mümkün olacaktır.

 

Paris, 9 Mart 2016
 

(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2016 tarihli 18. sayısında yayınlanmıştır)