Michael Lowy

Latin Amerika Tarihinde Mağlupların Bakış Açısı:

Walter Benjamin’den hareketle bazı düşünceler

Çev. Uraz AYDIN

Çeşitli tarih felsefelerini ilerici veya muhafazakar, devrimci yahut nostaljik karakterlerine göre sınıflandırmaya alışığız. Walter Benjamin bu tasnifin dışında kalmaktadır. O ilerleme felsefesinin devrimci bir eleştirmeni, muhafazakarlığın romantik bir hasmı, geleceğe dair hayal kuran bir nostaljik, teolojiyle büyülenmiş bir maddeci. Kelimenin tam anlamıyla sınıflandırılamaz biri o. 1924’den beri tarihsel maddecilik akımına sahip çıkardı, fakat Alman romantizminden ve Yahudi mesiyanizminden beslenen Marx okuması tamamen heterodoks bir karaktere sahipti.

Walter Benjamin’in yeni tarih felsefesinin en şaşırtıcı ve en radikal formülasyonu muhtemelen “Tarih Kavramı üzerine” tezlerinde bulunur –bilindiği gibi bu tezler 1940’da Port Bou’da Gestapo’dan kaçabilmek için son çare olan intiharından kısa zaman önce kaleme alınmıştı. Bu metin bana öyle geliyor ki Marx’ın Feuerbach üzerine tezlerinden (1845) beri eleştirel düşüncenin en önemli belgelerinden birini teşkil eder. Benjamin’in bu belgede ifade ettiği en temel gereklilik, taraftarlarının her zaman “galip gelenle empati kurduğu” Alman tarihselciliğin konformist geleneğine karşı, tarihi “havını tersine tarayarak”, yani mağlupların bakış açısından yazmaktır. (7. Tez, W. Benjamin, 2000, s.432.)

Benjamin için “galip” kelimesinin alışıldık muharebelere veya savaşlara göndermede bulunmadığı apaçıktır. Burada söz konusu olan, taraflardan birinin, egemen sınıfın, ezilenler karşısında “galip gelmeye devam ettiği” (7. tez) sınıf mücadelesidir –İsyankar gladyatör Spartaküs’ten Rosa Lüksemburg’un Spartakus grubuna, ve Roma Imperium’undan, Hitler’in Tertium Imperium’una.

Tarihselcilik egemen sınıflarla duygusal bir özdeşleşme (Einfühlung) içindedir. Tarihi, üst düzeydeki siyasal ve askeri konularda bir zaferler silsilesi olarak görür. Egemenlere methiyeler dizerek ve onları saygıyla anarak, bu kesimlere geçmiş tarihin mirasçısı statüsü atfeder. Başka bir ifadeyle, tıpkı galiplerin kafası üzerinde defne tacını tutan o insanlar gibi “bugünün efendilerinin mağlupların bedeni üzerinde yürüdüğü o zafer alayı”na katılır. Bu alayda taşınan ganimet “kültürel ürünler” denilen şeydir. Bu ürünlerin kökenini unutmamak gerekir, der Benjamin: “Her kültür belgesi aynı zamanda bir barbarlık belgesidir” (7.tez). Tıpkı İbrani kölelerce inşa edilen Mısır piramitleri, veya Cuernavaca’da boyunduruk altında alınmış yerlilerin yaptığı Cortez Sarayı gibi.

Benjamin’in tarihselciliğe yönelttiği eleştiri Marksist tarih felsefesinden esinlenir, fakat aynı zamanda Nietzsche’ci bir kökene de sahiptir. Tarihin Faydası ve Faydasızlığı’nda (8. Tezde atıf yapılır bu esere), Nietzsche tarihselcilerin “başarıya duyduğu çıplak hayranlığı”, “olgusal olana tapınmalarını” (Götzerdienste des Tatsächlichen) ve “tarihin gücü” karşısında diz çökme eğilimlerini yerden yere vurur. Madem ki Şeytan başarının ve ilerlemenin efendisidir, gerçek erdem gerçekliğin zorbalığına karşı çıkmak ve tarihin akıntısına karşı yüzmektir (Nietzsche, 1982, 81, 82, 96).

Nietzsche’nin bu panflesiyle Benjamin’in tarihi gegen den Strich yazma tavsiyesi arasında açık bir bağ vardır. Fakat aralarındaki farklar da daha az önemli değildir: Nietzsche’nin tarihselciliğe karşı eleştirisi “Hayat” veya “kahraman birey” adına yapılırken, Benjamin’inki mağluplar adına konuşur. Bir Marksist olarak Benjamin, Nietzsche’nin aristokratik elitizminin karşı kutbunda bulunur ve Medeniyet veya İlerleme adı verilen bu şanlı ve ihtişamlı at arabalarının tekerleri altında yatanlarla, “yeryüzünün lanetlileri”yle özdeşleşmeyi seçer.

Bugünün kurtuluş mücadeleleri, diye ısrar eder Benjamin (12. tez) yenilmiş kuşakların kurban edilişinden, geçmişin şehitlerinin anısından esinlenir. Bunu Latin Amerika’nın modern tarihinin terimlerine tercüme edersek: Cuhahutemoc’un, Tupac Amaru’nun, Zumbi dos Palmares’in, José Marti’nin, Emiliano Zapata’nın, Augusto Sandino’nun, Farabundo Marti’nin anısından…

Benjamin’in önerisi yeni bir yöntem, yeni bir yaklaşım, sosyal bilimin tüm alanlarına, tarihe, antropolojiye, siyaset bilimine uygulanabilecek “aşağıdan” bir perspektif sunar.

Benjamin Latin Amerika tarihiyle çok az ilgilenmiştir. Bununla birlikte, Yahudi-Alman düşünürün eserlerinin uzmanları ve eleştirmenleri tarafından tamamen unutulmuş, çok kısa fakat son derece ilginç bir metninde bu kıtanın fethinin şaşırtıcı bir eleştirisini buluruz. Bu, Marcel Brion’un, Meksika’da yerlilerin haklarını savunan ünlü piskopos Bartolome de Las Casas konusunda yazdığı kitap hakkında 1929’da yayımlanmış bir notudur. Söz konusu kitabın adı “Bartholome de Las Casas. “Père des Indiens” (“Yerlilerin Babası”, Paris, Plon, 1928) ve Benjamin’in yazısı da Alman dergisi Die Literarische Welt’te 21 Haziran 1929’da basılır. Fetih, Avrupa’nın sömürgecilik tarihinin bu ilk bölümü, diye yazar Benjamin, “kısa zaman önce fethedilen dünyayı bir işkence odasına çevirmiştir.” “Başıboş İspanyol askerlerinin” eylemleri “dehşete kapılmadan [Grauen] düşünemeyeceğimiz” yeni bir ruh görünümü [Geistesverfassung] yaratmıştır. Her sömürgeleştirme gibi, yeni kıtanınkinin de ekonomik nedenleri vardı –Amerika kıtalarının devasa altın ve gümüş hazineleri–, fakat resmi ilahiyatçılar onu hukuki-dini argümanlarla haklı çıkarmaya çalıştılar: “Amerika sahipsiz bir maldır; tabii kıldırmak misyonerliğin bir koşuludur; Meksikalıların insanları kurban etmelerine müdahale etmek Hıristiyanlık görevidir”. “En göz önündeki konumda bulunan kahraman bir savaşçı” olan Bartolome de Las Casas, ünlü Valladolid tartışması sırasında (1550), “Devlet aklının kuramcısı” fıkra yazarı ve yardakçı Sepulveda’yla karşı karşıya gelerek yerli halkların davası için mücadele etmiştir; ve en sonunda İspanya kralından köleliğin ve “encomienda”nın (köleliğin bir biçimi) kaldırılması kararını elde etmiştir –ki bu kararlar hiçbir zaman etkin biçimde uygulanmamıştır. Burada, ahlak alanında tarihsel bir diyalektiğin gözlemlenebileceğinin altını çizer Benjamin: “Katoliklik adına işlenmiş korkunçluklara [Greuel] bir rahip, Hristiyanlık adına karşı çıkar” – tıpkı bir başka rahibin, Sahagun’un, Katolikliğin vaftiz babalığı altında yok edilen yerli mirasını, kendi eserlerinde kurtardığı gibi (W. Benjamin, 1980, ss 180-181)

Bu yalnızca küçük bir not olsa bile, Benjamin’in bu metni yönteminin –tarihsel maddeciliği kullanarak tarihi mağlupların bakış açısıyla yazmak– Latin Amerika’nın geçmişine muhteşem bir uygulamasıdır. Bunun yanı sıra Katolikliğin kültürel diyalektiği konusundaki yorumu da dikkat çekicidir, neredeyse sonraları ortaya çıkacak olan kurtuluş teolojisinin bir sezgisi gibidir…
1492-1992

Latin Amerika’nın yakın tarihinden verilecek bir örnek, “tarihin havını tersine tarama” yönündeki metodolojik gerekliliğin anlamını açıklamayı sağlar: Kristof Kolomb tarafından “Amerika’nın Keşfinin” 500. yılı kutlamaları (1492-1992). Devletler, Kiliseler veya özel girişimlerce düzenlenen siyasal-kültürel etkinlikler Benjamin’in “galiplerle empati kurmak” (burada 16. yüzyılın Conquistador’larıyla) dediği şeyin tipik ifadeleridir. Bu Einfühlung ayırt etmeksizin bugünün egemenlerine yaramaktadır: Eski İberyalı sömürgecilerin gücünün mirasçısı olan siyasal ve mali, yerel ve çokuluslu elitlere.
Tarihi “ters yönde” yazmak –Benjamin’in kullandığı bir diğer ifade– “vahşi yerlilere din, kültür ve medeniyet” getirdiğini iddia eden V. yüzyılın resmi kahramanlarıyla, fetihçiler ve misyonerlerle, Avrupalı güçlerle her türden “duygusal özdeşleşme”yi reddetmektir. Bu, sömürge kültürünün her anıtını –Meksiko’da veya Lima’daki katedralleri– aynı zamanda birer barbarlık belgesi, savaşın, fetihin, baskının ve hoşgörüsüzlüğün ürünleri olarak değerlendirmek anlamına gelir. Asırlar boyunca, keşfin, fethin ve Hıristiyanlaştırmanın “resmi” tarihi hegemonik olmakla kalmamış, siyasal ve kültürel alanı işgal eden neredeyse tek tarih yorumu olmuştur. Arjantinli Juan B. Justo gibi ilk Latin Amerikalı sosyalistler arasında bile, 20. yüzyılın başında “vahşi” yerli halklara karşı “medenilerin” fetih savaşlarının koşulsuz bir kutsanışını görürüz: “Üstün halk kitlelerinin ne hayatını ne de gelişimini tehlikeye atan askeri bir çabayla, bu savaşlar medeniyete devasa alanlar açar. Acımasızlıkların da buna eşlik etmiş olmasından dolayı Avrupalıların Afrika’ya girişini kınayabilir miyiz? (…) Pampaların [ovaların] denetimini yerli kabile reislerinin elinden almış olmamızı kınayacak mıyız? Justo analizini yüce bir gelecek perspektifiyle bitirir: “Yerli ve barbar halklar bir kez ortadan kaldırıldıktan (sic.) veya tabi kılındıktan ve tüm insanlar bugün medeniyet dediğimiz şeye entegre edildikten sonra dünya birliğe ve barışa daha yakın olacak, bu da ilerlemenin daha büyük bir tekbiçimliliğe kavuşmasıyla tercüme olacaktır.” (Juan B. Justo, 1969, s.136)

Ancak 1911 Meksika devrimiyle bu evrimci, Avrupamerkezci ve sömürgeci bakışa itiraz edilmeye başlanır. Diego Rivera’nın Cuernavaca’daki Cortez sarayındaki freskleri (1930) Conquistador’u putkırıcı biçimde mistifikasyondan arındırmalarıyla ve sanatçının İspanyol işgalcilere karşı direnmeye çalışan yerli savaşçılara karşı duyduğu sempatiyle Latin Amerika kültürünün tarihinde gerçek bir dönüm noktası teşkil eder. Aynı dönemde, bu sanat eserinin tarihyazımı alanındaki karşılığını Perulu Marksist Jose Carlos Mariategui’nin yazılarında bulabiliriz. Bu yazarın, romantik marksizmiyle, gerçeküstücülüğe yönelik tutkusuyla ve George Sorel’in çalışmalarına duyduğu ilgiyle, Walter Benjamin’le çok sayıda ortak yönü vardır. En çok bilinen kitabı Peru Gerçekliğini Yorumlamak için Yedi Deneme’de (1928), Mariategui, Kolomb öncesi yerli toplumundan bir çeşit “İnka komünizmi”, yerli topluluklarına belirli bir maddi refah sağlayan ortaklaşmacı bir üretim örgütlenmesi olarak söz ediyordu. Oysa “İspanyol fetihçiler, bu muhteşem üretim makinesini, doğal olarak yerine yenisini koyamadan yok ettiler”. Bir diğer ifadeyle: “Bu ekonominin –ve dolayısıyla onun etkinliğinden beslenen kültürün– yok edilmesi sömürgeleştirmenin en az tartışılabilir sorumluluklarından biridir. (…) Sömürge rejimi İnka tarım ekonomisini dağıtmış ve tasfiye etmiştir, ve yerine daha verimlisini koymadan.” Amerika kıtalarına medeniyeti ve ilerlemeyi getirmek şöyle dursun “İspanya bize Ortaçağı, Engizisyonu, feodaliteyi, vs. getirmiştir. Aynı zamanda bize Karşı-Reformu getirmiştir: gerici düşünceyi, Cizvit yöntemini, kazuistik ortaçağ felsefesini”. Mariategui için Latin Amerika’da geleceğin sosyalizmi, köylü topluluklarında ve halkın hafızasında hala canlı olan kıtanın yerli kökenlerinden esinlenen bir yerli-Amerikalı sosyalizmi olmalıdır (J.C.Mariategui, 1976, ss. 13, 53-55).
Yarım yüzyıl sonra, kıtanın yaşayan en büyük deneme yazarlarından biri olan Uruguaylı Eduardo Galeano ünlü kitabı Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda (1981) güçlü bir sentezle, kurbanların –yerlilerin, siyah kölelerin, melezlerin– bakış açısıyla İberya sömürgeciliğinin ve emperyal sömürünün suçlama tutanağını düzenler. Benjamin tarihin galipleri olan efendilerin “zafer alayından” söze ediyordu (7. tez). Galeano da egemenliğin tarihsel zincirindeki bu devamlılığı tasvir eder: Latin Amerika’nın yağmalanma tarihinde, “savaş gemilerindeki fetihçiler jete binmiş teknokratlarla, Hernan Cortes Kuzey Amerikalı marine’lerle, krallık tarafından atanan corregidore’ler Uluslararası Para Fonu’un görevlileriyle, köle tüccarlarının aldığı paylar General Motors’un kazançlarıyla komşuluk etmektedir”. V. yüzyıl tartışmasına katılan Galeano, neredeyse Benjaminci ifadeler kullanarak –1940 tezlerini okudu mu bilmiyorum– “galip olanların değil, mağlupların kutlanması” ve ortaklaşmacı yaşam tarzı gibi “en eski geleneklerimizden bazılarının korunması” çağrısında bulundu. Çünkü Amerika ancak “en eski kökenlerine” başvurarak “en genç canlı güçlerini” bulabilir: “Geçmiş, geleceği ilgilendiren şeyler söyler.” (E. Galeano. 1981, s. 17)
1492’nin V. Yüzyılı tartışması Latin Amerika Kilisesi’ne de sirayet eder. Latin Amerikalı Piskoposlar Konferansı’nın muhafazakar yöneticileri, Başkan Antonio Quarracino ve sekreteri Dario Castrillon tarafından imzalanan 1984 Temmuz tarihli bir beyanatta Fetih’in koşulsuz biçimde kutlanmasından yana açıkça tavır alır.

“Amerika’nın keşfi, fethi ve sömürgeleştirilmesi girişimi –bu tarihsel aşamaları geleneksel kelimelerle ifade etmek gerekirse– Hıristiyanlık kelimesinin hala gerçek bir muhtevaya sahip olduğu bir dünyanın eseriydi. Avrupa halkları Amerika’ya, kendi varlıklarının oluşturucu bir unsuru olar Hıristiyan bir mirasla geldiler, öyle ki Hıristiyanlaştırma Kolomb İspanya kralları adına yeni topraklara
el koyduğu andan itibaren hiç gecikmeden başlamıştır. Tüm bu beş yüz yıl boyunca Kilise’nin bu topraklardaki mevcudiyeti ve eylemi, uygun biçimde değerlendirilmek için hiçbir övgücü argümana ihtiyaç duymayan büyük bir fedakarlık ve sebatkarlık örneğidir” (La Documentation catholique, 1984, ss. 1076-1078)

Buna karşılık, Ekvator’daki “Yerlilerin piskoposu” Monsenyör Leonidas Proaño gibi Kilise’nin kurtuluş teolojisine yakın duran eleştirel kesimleri, Beşinci yüzyılın “İspanya, Avrupa ve Latin Amerika Kiliseleri ve hükümetlerinin savunduğu gibi ihtişamlı kutlamalara konu olmasını” istemeyen kıta yerlileriyle özdeşleşiyor (Culture et foi, 1989, ss.17-18). Bartolome de Las Casas’ın bu mirasçılarında, Benjamin’in 1929’daki notunda sözünü ettiği Katolikliğin bünyesindeki “tarihsel diyalektiğin” yeni bir biçimini görürüz.

Bu eleştirel bakış açısı Enrique Dussel, Jose Oscar Beozzo veya (Kasım 1989’da El Salvador’da ordu tarafından katledilmiş olan) Ignacio Ellacuria gibi başlıca kuruluş teologları tarafından da savunulacaktır. Gustavo Gutierrez de Las Casas’a ithaf edilmiş bir kitapla (Dieu ou l’or dans les Indes (XVIème siècle), Instituto Bartolomé de Las Casas, Lima, Peru, 1989) ve Beşinci yüzyıl üzerine bir denemeyle tartışmaya katılır. Bu metinde, Benjamin’inkilere çok yakın ifadelerle resmi kutlamalara karşı açıkça tutum alır: “Olayları tarihin tersinden okuma cesaretine sahip olmak gerekir. Hakikat duygumuz burada belli olur. (…) Egemen bakış açısıyla yazılan tarih uzun süre boyunca gerçekliğin önemli yönlerini gizledi bizden. Öteki tarihi bilmeye ihtiyacımız var, o tarih ki ötekinin tarihinden başkası değildir. E. Galeano’nun o ünlü ifadesini kullanmak gerekirse, hala “damarları kesik” olan Latin Amerika’da, tam da insanlık onuru bütünlüğü içinde kabul edilmediğinden öteki olanın tarihidir bu (G. Gutierrez, 1990, ss. 59-61).

Enrique Dussel gibi başlıca yürütücülerinin kurtuluş Hıristiyanlığına yakın olduğu Latin Amerika’da Kilise Tarihini Araştırma Komitesi (CEHILA) de tartışmaya katıldı. 12 Ekim 1989 tarihli bir açıklamasında CEHILA fetihçilerin Hıristiyanlığının radikal bir eleştirisini ana çizgileriyle sunar: “İşgalciler, dünyadaki kibirli ve sözde üstünlüklerini meşrulaştırmak için Hıristiyan Tanrısını, bir iktidar ve baskı simgesine dönüştürerek kullandılar. (…) Bunun Batı’nın puta taparlığı olduğunu düşünüyoruz”. Amerika’nın keşfini kutlamak yerine CEHILA sömürgeciliğe karşı ayaklanmaları, aborijenlerin ve afro-amerikalı kölelerin mücadelelerini, Tupac Amaru’ların, Lautaro’ların ve Zumbi’lerin isyanını –ve bunun yanı sıra Hıristiyanlar arasında “Bartolome de Las Casas’tan Oscar Romero’ya bu ısdırap ve tepki çığlıklarını dinleyenleri”– anmayı öneriyor (CEHILA, 1990, s. 52-54). Bu eleştirileri değerlendirerek kutlamaların resmi düzenleyicileri “keşif” ve “fetih” kavramlarının yerine daha tarafsız ve uzlaşmacı bir ifade kullanmayı önerdiler: “İki Dünyanın Karşılaşması”. Fakat bu terminolojik değişiklik itiraz edenleri ikna etmedi. Brezilya’daki Topraksız Tarım Emekçileri Hareketi MST’nin girişimiyle Mayıs 1989’da Bogota’da kıtanın 17 ülkesinden gelen 30 örgütün katılımıyla Latin Amerika Köylü ve Yerli Örgütleri Buluşması’nda toplanan hareketler buna bir örnek olarak verilebilir. Sonuç bildirgelerinde bu buluşmanın delegeleri şu açıklamada bulunur: “Bugünün egemenleri bizlere İki Dünyanın Buluşması’ndan bahsediyor, ve bu maskenin altında bizlere yağmayı ve soykırımı kutlatma iddiasındalar. Hayır, bunları kutlamayacağız, fakat 500 yıllık baskı ve ayrımcılığa son vermek ve hakların çıkarları ve özlemleri üzerine kurulu, kültürel çeşitliliğe saygılı ve demokratik yeni bir toplumun inşasına yer açmak için mücadelelerimizi keskinleştireceğiz. (…) Kimliğimizi ve tarihsel geçmişimizi geri almak için (…) tüm ezilenleri ve sömürülenleri 500 Yıllık Halk ve Yerli Direnişleri Kampanyası’na katılmaya çağırıyoruz, çünkü halkların hafızası özgürlük ve kurtuluş mücadeleleri için sürekli bir ilham kaynağıdır” (« 500 años de Resistencia Indigena y Popular », 1989).

500. yıl meselesi tartışmaların ve polemiklerin yanı sıra 1992’de İspanyolca konuşulan çeşitli ülkelerde ve 2000’de Brezilya’da protesto eylemlerine de yol açtı. Meksika’da EZLN’nin Zapatistleri ilk başta ayaklanmalarının 1492’nin yıl dönümüne denk gelmesini istemişlerdi, fakat askeri hazırlıksızlık nedeniyle eylemlerini 1994’e ertelediler. 1992’deyse sembolik bir telafi eylemiyle yetinmek durumunda kaldılar: Dağlardan inen bir yerli kalabalığı tarafından  Chiapas’ın başkenti olan San Cristobal de las Casas’ın göbeğinde conquistador Diego de Mazariega’nın heykelinin devrilmesi.

Portekizli gemici Pedro Alvares Cabral tarafından 1500’de “keşfedilen” Brezilya’da da 2000 yılında, ticari televizyon kanalı Globo tarafından 500. yıla kalan saatleri ve günleri saymak için inşa edilen devasa saatin simgesi haline geldiği büyük çaplı resmi kutlamalara tanık olundu. Mizahla ve saygısızca bir tavırla iki genç yerli bu “Galipler Saati”ne yayları ve oklarıyla nişan aldılar. Bu sahnenin fotoğrafı tüm Brezilya basınında dolaştı… [1] Oysa bu hareket, Benjamin’in 16. tezinde sözünü ettiğinin, mutatis mutandis [gerekli değişiklikler yapılarak] bir tekrarıdır; burada, Temmuz 1830 devriminin, Benjamin’in Avrupa’da artık hiçbir izi kalmayan bir tarihsel bilincin göstergesi olduğunu düşündüğü bir ânı söz konusudur: “İlk kavga gününün akşamı gelip çattığında, Paris’in çeşitli bölgelerinde, aynı anda ve birbirinden bağımsız olarak kulelerdeki saatlere nişan alındığı görüldü”. Gördüğümüz gibi Amerika’nın “keşfinin”  500. yılı çerçevesinde meydana gelen çarpışmalarda siyaset, tarih, din ve kültür birbirinden ayrılmayacak biçimde iç içe geçmiştir. Fakat bu Walter Benjamin’i şaşırtmazdı elbette…

Kaynakça

— « 500 años de Resistencia Indigena y Popular », ALAI, n° 121, 1989. Walter Benjamin, Gesammelte Schriften, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1980, Band III.

— Walter Benjamin, Œuvres, Paris, Gallimard, 2000, Tome III., traduction de Maurice de Gandillac, revue et corrigée par Rainer Rochlitz et Pierre Rusch.

— CEHILA, « Declaration de Santo Domingo », in 1492 – 1992. 500 ans d’évangélisation, Comité Episcopal France-Amerique Latine, mars 1990.

— Culture et foi, n° 130-131, été 1989.

— La Documentation catholique, n° 1884, novembre 1984.

— Eduardo Galeano, « El tigre azul y nuestra tierra prometida », in Nosotros decimos no, Mexico, Siglo XXI, 1991.

— Gustavo Gutierrez, « Vers la 5e Centenaire », en 1492-1992. 500 ans d’Evangelisation, 1990.

— Juan B.Justo, Teoria y Practica de la Historia, 1909, Buenos Aires, Ed. Libera, 1969.

— José Carlos Mariategui, Siete ensayos de interpretacion de la realidad peruana, 1928, Lima, Ed. Amauta, 1976.

— Friedrich Nietzsche, Vom Nutzen und Nachteil der Historie für das Leben, Stuttgasrt, Reclam, 1982.

Not:

[1] Bu fotoğrafı Avertissement d’incendie. Walter Benjamin. Une lecture des Thèses « Sur le concept d’histoire » (Paris, PUF, 2004) kitabımda yayımladım.
RISAL – Réseau d’information et de solidarité avec l’Amérique latine
URL: http://risal.collectifs.net/

Kaynak : A l’Encontre (http://www.alencontre.org), Nisan 2007.