François Vercammen –

 

Rus Devrimi üzerine herhangi bir tartışma, eninde sonunda Lenin’in devrimci parti anlayışına uyacaktır.
 
Her türden karşı devrimci, sosyalist devrimi bir hükümet darbesi olarak algılar. Bu gibiler, sosyal dönüşümü savuşturmak için de devrimci kişilikleri kötülemek ihtiyacı duymaktadırlar.
 
Kapitalizmin bütün radikal eleştirilerinin er ya da geç Marks’a döndüğü şu noktada, anti-kapitalist hareket, eğer etkin olmak istiyorsa Lenin’i göz ardı etmemelidir.
 
Zamanın Rusya’sındaki sosyal şartlar bugünün Batı’sından o kadar farklıdır ki, Bolşevik yöntemlerin körü körüne kabulü Batılılar için imkansızdır. Fakat Rus devrimi, açıkça evrensel bir unsur taşımaktadır. Devrim sömürülen ve baskı altında tutulan sınıfların kendi özgürlüklerini kendileri yaratma iradelerini doğrulamıştır. Gerçekte öz-kurtuluş, Rus devriminin tek ve en önemli somut ögesidir.
 
Özellikle ikili iktidar döneminde, kitle mücadelesi içindeki kendiliğindenci oluşum, iktidarın ele geçirilmesini sağlayarak daha önce baskı altında yaşayan sınıfların bundan sonra kendisinin yönettiği yeni bir ülkenin kapılarını aralamıştır.
 
Bu durum akla hemen, öz-kurtuluşun hüküm sürdüğü ve içinde bizzat yer aldığı bir süreçte partinin rolü nedir sorusunu getiriyor. Bazıları öz-kurtuluşun, tanımından kaynaklı tümüyle kendiliğinden oluşan kusursuz bir kavram olduğunu ve gerçekte herhangi bir işçi örgütlülüğüne ihtiyaç duymadığını söylüyorlar. Bu çözümleme ile parti, hareketten beslenmeyen, örgütlenme ve bilinçlilik düzeyi ortalamadan yüksek, inisiyatif kullanırken göreceli olarak özerk davranan ve bu haliyle de öz-kurtuluşun önünde engel oluşturan bir yapı olurdu.
 
Fakat kim öz-kurtuluş dinamiğini yargılayabilir? Kim yargılama yapmayı başarabilir? Herhangi birisi, işçi sınıfı içinde kendiliğinden işleyen yapılar ile toplum arasında var olagelen diyalektiği nasıl çözebilir?
 
Hiçbir partiyi sevmeyen Marc Ferro’nun öz-örgütlenme hakkında bütün kuralları dışlayan bir tanımı var: O sadece yerel sovyetleri onaylıyor, merkezileşmiş veya içinde sosyolojik ya da politik elemanları içeren entelektüel veya politik partileri değil. (Bkz. Naissance et effonderment du régime çommuniste en Russie, 1997)
 
Aslında bu, iktidarı ele alışın meşruiyeti noktasında bir sorunlar yumağıdır, çünkü şu dakikada artık eminiz ki, yapılacak herhangi bir faaliyet, parti gibi devrimci bir örgütün gücünü gerektirmektedir: Baskıcı devlet aygıtına karşı yapılan zorlu mücadeleleri destekleyen, merkezileşmiş, homojen bir yapı. Sovyetlerin böyle bir parti olmadan iktidarı elde edebileceğini hayal edenler için söylenebilecek tek söz Rusya bağlamında, Bolşeviklerin inandırıcı olmadığıdır. (Bkz. C. Read, From Tsar to Soviets, London, 1997)
 
Rus devrimi Marks’ın işçilerin öz-kurtuluşu söyleminin aksini iddia etmemiştir. Gerçekte devrim, partinin rolüyle bütünleşerek ilk kez somut bir tarz aldı. Sadece partiyi değil, kitle hareketini de ilgilendiren sorunlar vardı. Bu iki hareket arasındaki somut diyalektik, tümüyle partinin özerklik istemine dayanmıyordu. Parti, ağır bir şekilde alt sınıfların politik bilinçliliği, militan enerjisi ve kendi kendini yönetme kültürü ile karşı karşıya bırakılmıştı. 1895’ten 1922’ye kadar devrimin bütün halkalarında bunun ispatlandığını görürüz.

 
Lenin: Devrim için Parti
 
20. yy’ın başında tarihte ilk olarak Marksist bir parti, kitleleri iktidarın devrimci gücüne yönlendirmek için liderlik yapma görevini üzerine aldı. Yükselen reformist sosyal demokrasinin parlamentarist, toplumsal devrimcilerin de ‘popülist’ ikameciliği karşısında bu gerçek anlamda bir kopuştu.
 
19. yy’ın sonunda Avrupa toplumlarının tümünde çelişkiler katlanmaya ve şiddetini artırmaya başlamıştı. Bu yeni gerçekliği analiz ederken, yeni bir Marksist programın şekillenmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu programa destek verenler arasında ise Parvus, Kautsky, Plehanov, Axelrod, Hilferding, Luxemburg, Troçki, Pannekok, Bauer, Buharin ve Lenin gibi isimler yer almaktaydı.
 
Lenin ve yoldaşları, bu yeni anlayışı, devrimin zorluklarına göğüs gerebileceğine inandıkları partiye taşıyan ilk insanlardı. Bu başarı, düşmanlar, aynı yolda yürüyenler ve dünyanın dört bir yanındaki militanlar tarafından fark edildi. Pek çok militan Lenin’in parti kavramını anlamaya çalışarak, bir şekilde kendi ülkelerinde uyguladı. Ne Yapmalı?’da anlatıldığı üzere, bütün ümitlerini Lenin’in parti anlayışı üzerine yönlendirmişlerdi.
 
Bu çalışma Ne Yapmalı? ilk olarak 1902’de Iskra’da bir dizi makale ve bir broşür olarak yayımlandı. Rus Sosyal-Demokratik İşçi Partisi üzerinde büyük etki yarattı. Lenin, partinin yerel komite militanlarını, çar baskısına karşı dayanacaklarsa yeni yöntemlere ihtiyaç duydukları konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Bunun anlamı, eski politik anlayışları terk edip, faaliyetleri merkezileştirerek, tüm Rus halkına seslenen bir gazete ile beraber devam etmekti.
 
Lenin’in önerisinin, pratik görünüşü yüzünden, militanlar arasındaki etkisinin oldukça alışılmış olduğu söylenebilir.
 
Ancak paradoksal bir durum oldu. Broşür henüz basılmışken (1902), 1905 devriminde bir kenara kondu ve bizzat Lenin tarafından. O yılın nisan ayındaki kongrede Lenin broşürün en tartışmalı parçalarını geri çekti ve daha sonra da çalışmanın genel teorik anlatımlardan oluştuğunu yalanladı, politik eğitim için yeniden basımına da karşı oldu.
 
95 yıllık tartışmanın ardından Ne Yapmalı?’yı meydana getiren iki unsur hâlâ ayakta.
 
Birincisi, merkeziyetçi bir partinin gerekliliği. Bu güne kadar karşı devrimci akımlar bunu Leninizm’in kusuru olarak algıladılar.
 
Lenin’in argümanları başlangıçta bu baskı ortamı içinde açıkça kabul edildi. Fakat 1903 Rus partisi kurucu kongresinde çok çirkin polemiklere hedef oldu. Ultra-merkeziyetçilik, bonapartçılık ve bireysel diktatörlükle suçlandı. Troçki ve Luksemburg Lenin’in en sert hasımlarıydı, Lenin’e olan muhalefetlerini tarihsel ve analitik argümanlarla desteklemeye çalıştılar.
 
Ne Yapmalı?’nın ikinci gerekli yapıtaşı, sınıfa dışarıdan sosyalist ve politik bilinç taşımasıydı. Lenin’in bu argümanı da ilk başta anormal bir biçimde kabul gördü. Hatta Lenin’in kendisi Enternasyonal’in Papası olarak bilinen Karl Katusky’nin meşruiyetini öne çıkardı.
 
Lenin, bu iki eleştiriyi çabucak cevapladı. Luxemburg’a, önerdiği merkeziyetçiliğin, herhangi bir örgütte aşağıdaki organlarla yukarıdakilerin koordinasyonunu sağlayan, tartışma ve oylamadan sonra çoğunluğun kararını uygulamaya koymak için herkese gerekli olan temel bir kavram olduğunu söyledi. Ne Yapmalı?’dan sonra Lenin’in önerdiği tarz örgütlerle, somut duruma dayalı pratik çalışma örgütleri arasında genel prensipler açısından birkaç fark oluştuğu gözlenmiştir.
 
Lenin, partinin politik ve sosyalist bilincinin dışındaki tanımlanışının önemini vurgulamak için çubuğu fazla büktüğünü kabul etti. Bu onun, ekonomik mücadelelerin kendiliğinden anti-çarist politik mücadeleye dönüşeceği ve sendikal sınıf bilincinin devrimci bilinci doğuracağı ekonomizm adını verdiği polemiğin de bir parçasıydı.
 
Bu tehlikeli tartışmanın etkisi ve 1905 devriminden çıkarttığı derslerle Lenin, Alman sosyal demokratları ile karşılaştırıldığında daha az yenilikçi, fakat yaklaşan devrimin sorunları ile baş edebilecek görüntüsü uyandıran yeni bir parti kavramı geliştirdi. Rusya’da parti inşa etmenin güçlüklerinin farkında olan Lenin, bu alanda başarılı olabilmek için, partinin bütün pratik durumlara cevap olabilmesine büyük önem verdi. Pratik ve örgütsel sorunların dışında Rus toplumunun geri kalmışlığının ve Rus işçi sınıfının mükemmel bir analizini yaptı. 1890’dan beri yaklaşan devrimin bilincinde olması Lenin’in sezgi gücünü geliştirmişti, böylelikle partinin rolünün kaderciliğe ve kendiliğindenciliğe terkedilmesine keskin bir şekilde karşı durdu.
 
Lenin’in liderlik yapma isteği, öncü parti kavramının gelecek teorilerinin tohumlarını attı. Rus Sosyal Demokrasinin Örgütsel Sorunları adlı kitabında da tartıştığı gibi Luksemburg’un soruna bakış açısı Lenin’inkiyle çatışıyordu. Gerçekte ise sosyal demokrasi, sınıfın örgütlenmesine ilişkin herhangi bir şeyden öte işçi sınıfının kendi hareketi idi.

 
Ne Yapmalı?’nın Adından
 
Lenin, 1917’den önce devrimci parti inşasında dört aşamada ilerledi. ‘Bolşevik Hizbi’ (1903’te kuruldu) 1912’de Bolşevik Parti’ye dönüştü.
 
Her bir aşama, Lenin’in düşüncelerini etkileyen ve keskinleştiren özel politik ve örgütsel deneyimleri yansıtmaktadır. Bu aşamaların ilki 1905 devrimiyle tamamlanandır. Bu, yalnızca işçi sınıfının anti-çarist devrimdeki öncü rolünü ispatlamakla kalmamış, öz-örgütlenmenin sınırlarını da göstermiştir. Lenin bu olaydan, sınıf örgütlenmesinde olduğu gibi sınıf bilincinde de partinin ve onun sınıfıyla diyalektiğinin ilk kez belirgin bir anlayışını geliştirdi.
 
Sonuç, partinin daha anlaşılır bir kavram olması ve hem bilinçlilik hem de örgütsel olarak işçi sınıfı ile parti arasındaki diyalektik ilişkinin açığa çıkması şeklinde idi. İşçi sınıfının katılımını engelleyen hiyerarşik kurallar sorunu dokunulmadan kalmıştı.
 
İsyan halindeki işçilerin bastırmasıyla, parti minimum bilinçlilikteki her işçiye ve her faaliyete açık bir kadro örgütü haline gelmişti. Lenin bir zamanlar kendisini Ne Yapmalı? ile suçlayanları şimdi orta kadrolarda yer alan profesyonel devrimciler olarak nitelendiriyordu.
 
1905 devrimi, tarihçiler tarafından 1917’nin kostümlü provası olarak görülür. Devrim o dönemdeki yetişkinlerin bilinçliliğini ve hayal gücünü ortaya koymuştu. Parti için ise geçici bir etki yaptı: Üye sayısı 1904’te 500-2000 üyeden 1906’da 70 bin üyeye fırlamış, 1910’da ise neredeyse tamamen yok olmuştu.
 
Yukarıdaki durum, 1907-1914’ün ihtilaflı atmosferi ile birleştiğinde , 1905 ve 1907 üzerine yoğunlaşmış tarih yorumcularını kör etmiştir. Bu dönem diğer bir yandan da reform denemeleri ile 1913-1914 yarı devrim krizine ev sahipliği yapmıştır.
 
Bolşevik Parti kendini tanımlayıcı yetkinliğe erişir erişmez, sivil halkla bütünleşerek, daha eklemli ve düşünceli bir politik tarz izlemeyi başarmıştır. İlk olarak sendikaların ve grev komitelerinin içindeki işçi hareketinin çoğunluğunu kazanmıştır.

 
Leninizm Ultra-Solculara Karşı
 
1906 ve 1912 arasında Lenin yoğun bir öğrenme sürecine girdi. Düşünülmez olan gerçekleşiyordu. Parlamenter demokrasi Liberal Parti’nin seçimleri kazanmasına izin verdi ve rejim tarımsal reformlara girişti. Bu durum çarlığa bir darbe vuracak, parlamento ve sendika cephesinde özerk köylü örgütlülüklerinin çıkmasına sebep oldu.
 
Kasabalarda, işçi hareketi yasal varlığını kazandı. Lenin daha önceki analizlerine ve politik çizgisine geri döndü. Partinin ortodoksluğu ve kendi hizbinin üzerine gitmeye tereddüt etmedi: Hileli bir seçime katılmak ve böylelikle parlamentoyu kuvvetten düşürmeyi hedefledi. Diktatöryal bir sistem içinde parlamenter çalışma, köylüleri daha yoksullaştırma eğilimi, trudovikler ve sosyal devrimcilerle uzlaşma (eski düşmanları), Menşevikler ve sağcı akımlarla özel konular üzerinde birlikte davranma, yasal sendikalara katılım ve demokrasi yanlısı mücadele, milliyetçilik sorununa yaklaşım gibi konulara ilk etapta dahil olmak ve buradan parlamentoyu zayıflatmak planları arasındaydı.
 
Pek vurgulanmasa da, Leninizm, köylüler, entelektüeller ile partinin kendi içinde bile oldukça yaygın olan ultra-solculuğa karşı mücadele ile de gelişiyordu. Ultra-solculuk, partiyi gerçek hareket içindeki müdahalesinin etkisini azaltmakla tehdit ederek, partinin politik hayatının merkezinde yer almasını önlüyordu.
 
Bolşevizm, her zamanki radikalliği ile Rus kitle hareketinin etkin akımlarından biri olarak hiçbir zaman en sol-dalga olmadı.
 
1913-1914’te yapılan reformların başarısızlığı bir devrimin uyanışını sağladı. Fakat 1905’tekinin aksine, yükselen dalga, devrimcileri de içine alan toplumun her kesimini etkileyen, bir işçi patlamasıyla başlamadı. Onun yerine, Bolşevik Parti büyüyen işçi ve öğrenci eylemliliklerinin bilincini kazandı ve bunu genel greve dönüştürdü. Ağustos 1914’te Petrograt’ta bir ayaklanma çıktı.
 
Partinin bu aktivitesi, devrim öncesinde ve rejimle yüzleşme sırasında belirleyici bir faktör olmuştu. Bu partinin liderlik kapasitesini ve politik pratik becerisini yüzeydeki kitle hareketinin organizasyonu açısından gerçek bir testten geçirdi.
 
Yeraltında ise hâlâ parti, sekiz saatlik işgücü, aristokrasinin topraklarının kamulaştırılması, sendikal haklar, aslında patronlar ve devlet için ödenen evrensel güvenlik aldatmacası ve bağımsız, anayasayı değiştirme yetkisi olan bir meclise doğru demokratik seçimler gibi konularda ajitasyon çalışması yapıyordu. Bu daha çok bir geçiş dönemi çalışması gibiydi!
 
Yasal parlamento fraksiyonu, sendikaların da yaptığı gibi önemli bir rol oynadı. Menşevikler liberallerle uzlaşarak zihinlerini meşgul ederken, grevlere muhalif olmakla kalmadılar, radikal istemlere karşı çalışma yürüttüler. Altı ay içerisinde, Menşevizm işçilerin demokrasi forumlarında (sendikalar ve grev komiteleri) yargılandı ve ezildi.
 
Parti’nin bakış açısından kostümlü prova 1905 değil sermayeye karşı isyan ve genel grevdi.
 
1913’ün sonu ile, Bolşevik Parti yeryüzünde cepheyi yarıp geçti.
 
Parti ile hareket arasında 1917’de yaşanan ılımlı yakınlaşma bir şans eseri değildi. Aslolan, Parti’yi 1917’de işçi sınıfının merkezine koyan ve devletin liderliğine getiren; organizasyon süreci, politik yansıma ve buna bağlı faaliyetler idi.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Ocak 1998 tarihli sayısında yayınlanmıştır)