b78856db-2f9f-44e6-a6ed-8e995a860da0

 

Munteda Al-İştiraki (Sosyalist Forum) üyesi Anthony Rizk ile söyleşi – Sanem Öztürk

 

Buradan bakınca kimileri için 2013 Gezi Direnişi’ne benzer bir direniş söz konusu Lübnan’da. Öncelikle son birkaç ayda olup bitenlere dair direnişin özneleri olarak sizlere kulak verelim. Nasıl başladı, neye evrildi, şu anda durum ne?
 
Aslında mesele yaklaşık üç ay önce başlayan çöp krizi. Hükümetin yıllardır çöpler konusunda yaptığı şey, ülkenin bütün çöpünü tek bir bölgeye yığmaktı. Geri dönüşüm yapmadan, ayrıştırmadan, bir noktaya yığmak. Ve o bölge çevresinde yaşayan insanlar yıllardır bu çöp atık bölgesinin kaldırılması ve alternatif çöp işleme yollarının bulunması için eylemler yapıyorlardı, zira pek çok hastalık ve kanser vakaları söz konusu. Yıllar önce kapatılması gereken çöp atık bölgeleri bile halen kullanımdaydı ve son dönemlerde kapasitelerinin çok üzerine çıktılar. Ve kısa zaman önce o bölgede yaşayan insanlar buraya çöp atılmasını engellediler, tam anlamıyla yolları kestiler. Ve Beyrut’un ve taşranın caddeleri çöplerle doldu, çünkü çöplerle başa çıkılacak herhangi bir yol kalmadı. Bu hikâyenin bir de Sukleen kısmı var. Sukleen, ulusal çapta iş yapan özel bir atık yönetimi şirketi. Bütün mahallelerden, sokaklardan çöpleri alıp tek bir bölgeye yığan Sukleen, bir siyasi partinin liderine ait. Dolayısıyla bu meselenin arkasında ihale yolsuzluklarıyla örülü koca bir hikâye yatıyor. Sukleen devletten muazzam bir para alıyor ve atık yönetimi işinde inanılmaz bir kâr elde ediyor; bu kâr doğrudan siyasi liderlerin cebine gidiyor. Çünkü ortaya çıktı ki Sukleen tek bir siyasi lidere ait olmasına rağmen ortaya çıkan bu haksız kazanç, ister rüşvet ekonomisi yoluyla deyin, ister pastayı paylaşma olarak adlandırın, pek çok farklı siyasi parti liderleri arasında pay ediliyor. Herkes bu Sukleen işinden kârını cebe indiriyor. Mecliste yakın zamanda yeni bir öneri getirildi; tek bir şirket olarak Sukleen’in yerine altı farklı şirketin bu işi yapması önerisi. Ne var ki bu şirketlerin her biri, mezhepçi rejimin farklı siyasi partileri ile bağlantılı olacak özel şirketler olacaktı. Mecliste Sukleen’a karşı atık yönetimi sorununa bir çare olarak düşünülen bu öneriye karşı ekolojistler ve diğer eylemciler sokaklara çıktılar ve atık yönetiminin devletten muazzam paralar alıp çöp sorununa hiçbir gerçek çözüm getirmeyen özel şirketlerin insafına bırakılmadığı bir çözüm talebini, hükümetin çöpleri bir yere yığmak yerine çöp ayrıştırma ve geri dönüşüm meselesini, buna ek olarak çöplerden etkilenen bölgelerde yaşayan insanların sağlık sorunlarını acil olarak gündemine alması gerektiğini dile getirdiler. Ağustos ayı itibariyle manzara genel olarak buydu. Elbette yalnızca hükümet değil, bütün siyasi partiler bu taleplere gözlerini kapadılar. Özelleştirmeye dayalı projelerine devam ettiler. Bu sırada hareket, özelleştirme olmaksızın atık yönetimine bir çözüm bulmak için hükümete baskı uygulayacak bir noktaya doğru evrilmeye, yeni insanlar kazanmaya ve büyümeye başladı. Bütün bu süreç Ağustos ayında ve Eylül başında televizyonlarda gördüğünüz çatışmaların altında yatan gelişmelerdi aslında.
 
Elbette bu mesele, insanların kendilerini siyasi değişimler konusunda etkisiz hissettikleri, söz konusu olan hayatlarıyla ilgili hangi talep olursa olsun mezhepçi sistemin hegemonyasını üzerlerinde hissettikleri uzun bir süreçle bağlantılı. Dolayısıyla reformist bir hareket olarak başlayan bu direniş, hükümetin taleplerin tamamına kulaklarını tıkamasıyla ve her türlü gösteriye devletin şiddet aygıtlarıyla, polisle, gazla, mermiyle karşılık vermesiyle birlikte devrimci bir karaktere büründü. Son iki aydır olan aslında bu; çöp krizi etrafında bir hareketin kendini inşa etmesi. Herhangi bir reforma bile önayak olamamanın verdiği o karamsarlıktan yavaş yavaş atık yönetimi meselesine dair taleplere, sistemin değişmesi talebine, mezhepçi rejimin sona ermesi talebine, kira yasalarından çalışma yasalarına kadar insanların yıllardır konuşageldiği, fakat siyaseten dile getirilmemiş pek çok talebin dillendirilmesine uzanan bir süreç yaşandı.

 
Bu noktada rejimin krizinden biraz söz edelim istersen. “Eştoplumsalcılık” olarak allanıp pullanan, ama senin de vurguladığın gibi mezhepçi sistemin açmazlarından…
 
Biz bu mezhepçi sistemi mezhepçi kapitalist sistem olarak ele alıyoruz. Günün sonunda işin özü, yöneten bir sınıfın, bir kısım siyasetçinin ve çevresindekilerin elinde zenginliği toplamaktan ibaret. Mezhepçi siyaset öyle bir biçimde dayatılıyor ki, insanlar kendilerini mezhepleri doğrultusunda belirlenmiş bir hatta kalmak zorunda hissettikleri, ancak kendi mezhep grupları içinde kalırlarsa hayatlarına devam edebildikleri, ancak kendinden olanın kollandığı, belirli imkânlara yalnızca bazılarının ulaşabildiği, ötekilerin dışlandığı, dolayısıyla her mezhebin yöneten elitleriyle bağlantılı olmanın hayati önem taşıdığı bir sistemin içine çekiliyor. Öyle bir sistem ki her mezhebin liderliği ve doğrudan liderlik içinde olmasa da liderler ve siyasi partiler üzerinde nüfuz sahibi olan kesim muazzam bir yolsuzluk ağının bir parçası. Bu ağ kâr elde edilebilecek her alanı kapsıyor; özelleştirmeler, elektrik, su, çöp meselesi, istihdam, aklınıza ne gelirse. 2011’den bu yana mezhepçiliğe karşı bir yükseliş var. Bahsettiğim bu yükseliş aynı zamanda sistem karşıtı ve antikapitalist bir yükseliş. 2011 yılında Tunus’tan başlayıp Mısır’a ve Ortadoğu’nun pek çok bölgesine yayılan devrimci süreçte başlangıçta Lübnan’da da sesler yükseldi ve bu mezhepçi rejimin yıkılması talepleriyle insanlar sokaklara çıktı. Ama hareket çok kısa bir sürede sönümlendi ve etkisiz kaldı. Yine de o süreç geniş kitleleri politize etti ve etmeye devam ediyor. Gittikçe daha devrimci talepler dile getirildi. Bugün Lübnan’da yaşadığımız aslında bu sürecin bir sonucu bir bakıma. Çöp krizi bütün insanların hayatına doğrudan etki eden bir meseleydi. Başka pek çok hoşnutsuzluğu dile getirmenin de zeminini yarattı; zira çöp krizi ihale yolsuzluklarının, rüşvetin, yöneten sınıfın ve siyasi partilerin etkisizliğinin ortaya saçılmasıydı aynı zamanda. Sistemin dağ gibi yığılan çöplerden daha kokuşmuş olduğu apaçık ortaya çıktı.

 
Arap isyanlarından söz açılmışken şunu sormadan geçemeyeceğim; 2011’den itibaren bütün Arap coğrafyasını etkisi altına alan o süreçte Lübnan’daki manzara çevre ülkelerde olup bitenlere nazaran çok daha sakin bir manzara görünümündeydi. En azından dışarıdan bakınca. Bu konuda neler söyleyebilirsin, bunun sebebi neydi sence?
 
2011’de, yani sürecin başlangıcında Lübnan’da çok büyük gösteriler oldu. “Kahrolsun Mezhepçi Rejim” adında bir kampanya örgütlendi ve bu kampanyayla yüzbinlerce insan sokaklara çıktı. Bu kitleleri bir etki yaratmaktan ya da hareketin aynı coşkuyla devam etmesinden alıkoyan büyük ölçüde farklı siyasi gruplar arasındaki ayrışmalar oldu. Bence Tunus’taki ya da Mısır’daki gibi daha büyük bir harekete dönüşememesinin önündeki engellerden biri, Suriye’deki gelişmelerdi. Çünkü Lübnan solu, Baas rejimini, Esad rejimini destekleyenler ve Suriye devrimini emperyalist bir kumpas olarak şeytanlaştıranlar ile Suriye halkını ve Suriye devrimini destekleyenler arasında ciddi olarak yarılmış durumda. Bu, hareketin büyümesi önünde çok önemli bir etkendi. İkincisi, “Kahrolsun Mezhepçi Rejim” kampanyası, politik eylemci olmayan, her sabah kalkıp işine gitmek, hayatına devam etmek zorunda olan insanların hayatına dokunan, etkili bir eylem ortaya koymayı başaramadı. Somut talepler etrafında örgütlenmedi. Siyasi bir söylem olmaktan öteye geçemedi. İçinde bulunduğumuz dönemde, 2015’te söz konusu olan tamamen farklı; şu andaki kriz herkesin hayatını doğrudan etkilemekle kalmıyor, yöneten elitlerin bütün pislikleri somut olarak ortalığa saçılıyor. Yanlış anlamayın, sistemin kokuşmuş olduğunun herkes farkındaydı, insanlar bir gün uyanıp da birdenbire bunun farkına varmadılar. Ama sistemin kokuşmuşluğu insanların gündelik hayatlarını işgal etti. Çöp yığınlarının üzerinden atlamadan bakkala bile gidemez oldular. Siyasi grupların eylem çağrısı yapmalarına gerek kalmadı. Çünkü insanlar sokakları doldurdular ve siyasi gruplar insanlara yetişmek zorunda kaldı.

 
Bu konuda fikirlerine başvurduğum bazı Lübnanlı arkadaşlarım, Arap isyanlarında Lübnan halkının nispeten sakin bir tutum sergilemesini Lübnan’da göstermelik de olsa bir tür parlamenter sistemin var oluşuna ve bunun halkta bir demokrasi yanılsaması yaratmasına bağlıyorlardı. Bunda gerçeklik payı var mı sence?
 
Elbette “Ortadoğu’ya kıyasla burası zaten demokrasi” gibi konuşmalara şahit olmak mümkün, ancak insanlar bunun demokrasi olmadığının farkında; siyasi partilerin vaziyetinin farkında, ekonominin kötüye gittiğinin farkında, sosyal bir devletin olmadığının farkında, devletin hiçbir mekanizmasının işlemediğinin farkında, parti liderlerinin yolsuzluklarının farkında… Bu aslında gündelik muhabbetlerin bir parçası. Ortadoğu’nun geri kalanından daha iyi durumdayız diyen insanlar bile bu saydıklarımı her gün yaşıyor, dile getiriyor, hem de çok uzun bir zamandır. Savaştan bu yana baskıcı bir rejim var ve hiçbir açıdan gerçek bir demokrasi değil. Seçimler sahte, seçim sürecini etkileyen sayısız yolsuzluk var. İnsanları ekonomik olarak var olabilmek için, iş bulabilmek için, ayakta kalabilmek için kendi mezheplerini desteklemeye zorlayan mezhepçi bir sistem bu. Devlet herhangi bir sosyal mekanizmaya sahip olmadığından hastalıktan işsizliğe her türlü ihtiyacını kendi mezhep grubu içinde gidermeye çalışan insanların ülkesi burası. Ve devletin bu mekanizmaları yaratmaması tesadüf değil; tam da sistemin bekası için kasıtlı bir durum. Sosyal devlet olursa mezhepleri temsil eden siyasi partiler ve liderler insanları kendilerine nasıl bağımlı kılacaklar? Dolayısıyla Lübnan’da iki türlü söylem de, “pek çoğuna göre demokrasi sayılırız” söylemi de “bu berbat bir sistem” söylemi de aynı anda mevcut.

 
Lübnan’daki eylemleri izlerken kadın hareketinin, işçilerin, LGBTİ hareketinin, ekolojistlerin hareket içinde aktif olarak yer aldıklarını gözlemledik. Biraz bu toplumsal hareketlerin ne durumda olduklarından, ne düzeyde etkili olduklarından söz edebilir misin?
 
Sendikalarla başlamak isterim. Lübnan’da sendikalar son derece zayıf durumda. Bir iki istisna dışında etkisizler ve üyelerini temsil etmekten bile acizler. Bunun sebebi büyük ölçüde siyasi partilerin sendikalar içine de sızmış ve etkisizleştirmiş olmaları. Ne zaman işçi hareketi yükselse ya da mezhepçi partilerin iktidar alanı dışında bir işçi örgütlülüğü söz konusu olsa ya mezhepçi partiler hareketin içine sızarak onu depolitize ediyor, ya da hareket içinde yer alanlara doğrudan saldırı gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla sendikalar arka arkaya o kadar çok darbe aldı ki çok az istisna dışında ülkede gerçek ve güçlü bir sendikal varlık kalmadı diyebiliriz. Bu istisnalardan biri bilhassa son birkaç yıldır çok etkili olan ve pek çok öğretmeni daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları talepleriyle seferber etmeyi başaran öğretmenler sendikası. Fakat hükümet bu sendikayı kriminalize etti, öğretmenlerin sorumsuz davrandıkları, grev yaparak toplumun geleceğiyle oynadıkları gibi söylemlerle halkın diğer kesimlerinin öğretmenlere cephe alması için elinden geleni yaptı ve bunda başarılı oldu. Bu hareket içinde de rahatsızlıklara yol açtı. Örgütlü işçiler de aynı hedef göstermeyle karşı karşıya kaldılar. Bir başka istisna göçmen işçiler sendikası. Bu sendika geçtiğimiz iki yıl içinde ortaya çıktı. Çoğunluğunu ev işlerinde çalışan kadın göçmenler oluşturuyor, ama tabii inşaat sektöründe çalışan erkek işçiler de var; bu işçilerin Lübnan çalışma yasalarında yeri bile yok. Sömürüye en çok maruz kalan kesimi oluşturuyorlar, son derece kötü koşullarda çalışıyorlar ve yaşıyorlar. Bu sendika hükümetin tüm söylemlerine karşı kuruldu, hükümet başından itibaren bu oluşumu illegal ilan etti. Ama kısa zamanda oldukça güçlü bir sendika haline geldi. Biz de Munteda Al-İştiraki olarak göçmen işçiler sendikasıyla son derece yakın bir ilişki içindeyiz, aynı zamanda ırkçılık karşıtı hareketin içinde etkin olarak yer almaya çalışıyoruz.
 
Bence emek örgütlerinin ve sendikaların yokluğunda örgütlü toplumsal hareketlerin gittikçe genişlediğini söylemek mümkün. Ancak belli noktaların altını çizmek gerek. Geçtiğimiz yıllarda pek çok sivil toplum örgütü kuruldu, ama daha önceleri mevcut olan politik eylemcilik bu tarz örgütler vasıtasıyla sosyal aktivizme dönüştü.
 
Bir yönden Lübnan’da son derece güçlü bir kadın hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Bilhassa feminist hareket geçtiğimiz 5-6 yıl içinde oldukça güç kazandı. Mahalle çalışmalarında çok iyi düzeydeler, biz de pek çok feminist örgütle birlikte çalışıyoruz. Mevcut çöp kriziyle yükselişe geçen harekette iki büyük örgütlü yapı öne çıktı. Bunlardan biri Feminist Blok; içinde bulunduğumuz süreçte ortaya çıktı ve “Patriyarkal sistem öldürür” sloganıyla sürekli alanlardaydı. Diğer örgüt ise Eşşaab Yurid (Halk İstiyor), ki biz de bu örgütle işbirliği içindeydik, mevcut çöp krizinde en aktif örgütlerden biriydi. Bunun yanı sıra örgütümüz Munteda Al-İştiraki (Sosyalist Forum), Sosyal Adalet Feminizm örgütü, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde aktif olan bir öğrenci örgütü, Lübnan Üniversitesi’nden bir öğrenci örgütü ve farklı gruplara üye olan feministler. Feministler sayesinde bugün Lübnan’da cinsiyetçilikle ve homofobiyle savaş noktasında pek çok farklı mücadele tarzı gelişti. Cinsiyetçi bir söylem ya da davranış gördüklerinde, cinsel tacize tanık olduklarında, ya da cinsiyetçi sloganlar duyduklarında doğrudan müdahale ediyorlar. Cinsiyetçiliğin herhangi bir türüyle karşılaştıklarında kadınlar toplanıp “cinsiyetçilik var” diye bağırıyorlar örneğin. Ya da aynı biçimde “taciz var” “erkek şiddeti var” diye bağıran kadınlar görmek mümkün. Yalnızca gösterilere katılan insanlar daha dikkatli davranmaya başlamakla kalmadı, gündelik hayatta da bu her an karşılaşabileceğimiz bir eylem biçimini aldı. Cinsel tacize, cinsiyetçi söylemlere duyarlılık arttı. Facebook ve twitter gibi mecraların ciddi ölçüde katkısı oldu.
 
Öte yandan LGBTİ hareketi ya da kimilerinin deyimiyle cinsel haklar hareketi son yıllarda görünür olmaktan uzaklaştı. Aslında yeraltında örgütlenen pek çok kuir var, farklı örgütler içinde. Ama LGBTİ örgütleri radikal söylemlerinden uzaklaşmaya, depolitize olmaya başladı. Devrimci politika içinde yer almaktan çok STK’lar içinde profesyonel aktivist olarak yer almaya başladılar. Politik alanla aralarına mesafe koymaya başladılar. En büyük LGBTİ örgütlerinden biri olan, uzun bir zaman benim de üyesi olarak politik mücadele verdiğim Helem örneğin… Gittikçe politik alandan kendini çekti, radikal dilini törpüledi, daha profesyonel, orta sınıf bir profil çizmeye başladı. Buna karşılık kadın hareketi, cinsellik ve beden gibi daha önce tartışmaktan imtina ettiği meselelerde daha radikal bir tavır sergilemeye başladı, tartışma alanlarını genişletti. Şiddet, kadın emeği, yeniden üretim gibi meselelerde zaten var olan bir tartışma alanı, bir eylem alanı mevcuttu. Yıllardır şiddet ve kadın cinayetleri gibi hayati konularda kadınların verdiği hukuki bir savaş var, yeni bir kanun geçirmenin mücadelesini veriyorlar. Ama beden, cinsellik, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği gibi meseleler son dönemde daha çok tartışılmaya başlandı, bunu çok önemsiyorum. Yani STK’lar çevresinde kendini var eden o yeni yapının dışında da daha radikal bir cinsel politika etrafında toplanan bir kesim de mevcut. Bilhassa farklı örgütlerde yer alan radikal feministler.

 
Lübnan’da bilhassa son dört yıl içinde ortaya çıkan en önemli meselelerden biri şüphesiz mülteci meselesi. Lübnan dört buçuk milyon gibi bir nüfusa sahip bir ülke, ama Suriye krizinin başlangıcından bu yana iki milyon civarında ciddi bir mülteci nüfusunu da barındırıyor. Türkiye örneğinde karşımıza çıktı ki böylesi bir duruma hiç ama hiç hazırlıklı değildik. Göçmen yasası yeni hazırlanmış olmasına rağmen mültecilerin sorunlarına çözüm olabilecek nitelikte değil; mültecilerin yalnızca küçük bir bölümü temel ihtiyaçlarını karşılayabilir durumda, üstelik çok ciddi bir yabancı düşmanlığı ile karşı karşıyalar. Bu bağlamda Lübnan’da durum nasıl?
 
Lübnan da böyle bir mülteci krizine karşı son derece hazırlıksızdı. Ama bu noktadan bakınca Lübnan genel olarak her şeye karşı hazırlıksız. Eğitim sistemi gittikçe batıyor, devlet okullarında verilen eğitim son derece geri bir düzeyde. Altyapı son derece kötü ve onyıllardır elden geçmemiş durumda. Örneğin elektrik altyapısı bir facia, üstelik bu sektöre tonla para harcandı ama bu paraların nereye gittiğini gören bilen yok. Atık ve çöp meselesini zaten biliyorsunuz. Lübnan, onyıllardır yöneten partilerin altyapıyı düzeltecekleri, ülkenin bütün sorunlarına çözüm getirecekleri, işsizliğe çare bulacakları gibi sürüyle vaat verdikleri, vergilerden, ülke dışından, yardım fonlarından, ABD’den, AB’den çuval çuval para topladıkları ama bu paraları ya bizzat sahip oldukları şirketler vasıtasıyla kendi ceplerine attıkları, ya da devletin şiddet aygıtlarını, orduyu, polisi güçlendirmek için kullandıkları bir ülke. Lübnan’da altyapısı düzgün işleyen, her fırsatta yenilenen bir tek ordu ve güvenlik güçleri var. Dolayısıyla mülteciler, kamu sağlığı, eğitim, altyapı gibi temel meselelerin hâlihazırda berbat halde olduğu bir ülkeye geldiler. Lübnan nüfusunu zorlukla kaldırabilen bir sistemde nüfus bir anda yüzde elli arttı. Ama hem hükümet, hem de diğer siyasi partilerin liderleri mültecileri hedef göstermekte gecikmedi.
 
Zaten var olan bütün sorunlardan mültecileri sorumlu tuttular. “Mülteciler yüzünden altyapı işlemez durumda”, “mülteciler yüzünden işsizlik bu boyutta”, “mülteciler okulları işgal etti, eğitim sistemini berbat etti” gibi söylemlerle ülkede işlemeyen ne varsa mültecileri suçladılar. Hatta bunun ötesinde nefret suçu işlediler. Mültecileri kültürel gerilikle, temiz olmamakla, tahmin edebileceğiniz pek çok nefret söylemiyle suçlayarak insanların sisteme yönelik öfkelerini mültecilere yöneltmelerine etmesine sebep oldular. Mülteciler her sorunun günah keçisi haline getirildi.
 
Dolayısıyla bugün Lübnan’da ciddi bir ırkçılık sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bir yıl önce bir grup insan bir paramiliter örgüt gibi sokakta mülteci avlamak, dövmek, hatta gerekirse öldürmek üzere örgütlendi. Kimi belediyeler mültecilerin saat sekizden sonra sokaklara çıkmasını yasaklayan kararlar aldı. Mülteciler sadece sivil halktan insanlar değil, polis güçleri ve askerler tarafından taciz edilmekte. Bunun yanı sıra insani yardımlar hiçbir biçimde yeterli değil. Farklı fonlardan gelen paraların ne kadarının mültecilere ulaştığı tam bir muamma, bu paraların tamamen mültecilere ulaştığına kimse inanmıyor. Örgütlenmeleri çok zor, bu konuda çok ciddi korkuları var. Mülteci nüfus çok yüksek olduğu için yöneten kesim örgütlenmemeleri için elinden geleni ardına koymuyor zaten.
 
Bugün hareket içindeki, bizim de en çok üzerinde durduğumuz sorunlardan biri ciddi düzeyde bir milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının var olması. Suriyelilerin hareket içinde yer almak istemelerinin önünü tıkayan bir durum bu; Lübnanlı olmayan emekçilerin, örneğin az önce bahsettiğim göçmen işçiler sendikasının hareketten yalıtılmış olmasının sebebi, hareket içinde çok yaygın olan milliyetçi söylem.
 
Munteda Al-İştiraki olarak mülteci meselesinde en çok faal olduğumuz nokta, mültecilerin hukuki haklarının verilmesi ve örgütlenmelerinin önünün açılması. Bunun yanı sıra mültecilere tahsis edilen fonlarda ortaya çıkan yolsuzlukların ve bunların yalnızca hükümetle ilgili olmadığının, tüm siyasi partilerin kendilerini diğer partilerle aynı kefeye koymamak için ne kadar çabalasalar da aynı muazzam yolsuzluk ağının parçaları olduğunun deşifre edilmesi.

 
Son olarak gündeme ilişkin bir soruyla bitirmek istiyorum. Şu anda Lübnan’da mülteci dendiğinde akıllara Suriyeli mülteciler geliyor elbette ama Lübnan’ın dört bir yanında kamplarda ve kamplar dışında yaşayan ve sayıları bir milyona yaklaşan Filistinli mülteciler de var. Onyıllardır çalışma hakkından barınma hakkına çok ciddi ihlallerle karşı karşıyalar. Son birkaç haftadır Filistin’de tanık olduğumuz gelişmeler Lübnan’a nasıl yansıdı, ya da yansıdı mı? Kamplardaki durum hakkında bize neler söyleyebilirsin?
 
Filistinli mültecilerin maruz kaldığı muamele Suriyeli mültecilerinki ile büyük benzerlikler taşıyor elbette. Çalışma hakları yok, çalıştıkları yerlerde çok ciddi bir sömürüye maruz kalıyorlar. Onlar da en ötekileştirilen kesimlerden biri olarak hareketin içinde yer almaktan kaçındılar. Fakat onyıllardır deneyimledikleri göz önüne alındığında onları anlamamak mümkün değil bir yandan. Filistinli mültecilerin ciddi anlamda örgütlü olduklarını söylemek mümkün. Yalnızca Fetih gibi FHKC gibi ismini sıklıkla duyduğumuz ve Filistin siyasi tarihi içinde önemli rolleri olan örgütlerden söz etmiyorum; aynı zamanda kadın örgütleri, farklı çaplarda siyasi örgütler, LGBTİ örgütler, sivil toplum kuruluşları içinde örgütleniyorlar. Ama siyasi bir eylemliliğin mevcut olduğunu söylemek zor. Aynı şekilde bildiğim kadarıyla – en azından şimdilik – kamplarda hâlihazırda Filistin’deki eylemcilerle dayanışma örgütlemeye yönelik siyasi bir eylemlilik hali yok. Tabii bunun en önemli sebeplerinden biri, Filistin kamplarında yükselen herhangi bir siyasal hareketin, henüz başlarken devletin güvenlik aygıtlarıyla baskı altına alınması ve susturulması. Örneğin sadece birkaç ay önce kamplardan birinde, kuzeydeki Nahr Al-Bared kampında çatışmalar vardı. Meselenin ne olduğu halen netlik kazanmış değil, ancak Filistinliler söz konusu olduğunda yönelimi ne olursa olsun her türlü hareketi başlamadan bitirmek Lübnan devletinin genel politikası.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Kasım-Aralık 2015 tarihli 16. sayısında yayınlanmıştır)