Bahadır Nurol –

 

Güncel Mağduriyet Tezleri

Açlıktan ölmemek için son çare dahi olsa “yamyamlık” mazur görülebilir mi? And Dağları’nın doruklarında uçak parçaları arasına dağılmış cesetleri yiyerek hayatta kalmayı başaran kazazede öykülerinden söz etmiyorum. Söz konusu olan, önceden tasarlanmış, soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayettir.

20. yüzyılın ortalarında emperyalistler arasında pay edilmiş Kara Afrika’da zaman zaman yamyamlık vakalarına rastlanıyordu. Bu insanlar kelimenin tam anlamıyla mağdurdular. En verimli araziler çitlenmiş, uzak ülkelerin pazarlarına otantik ürünler sunma derdindeki kapitalist çiftliklere dönüşmüştü. Binlercesi göğün ve nehirlerin ülkesindeki hayatlarından koparılmış, yeraltı madenlerinin soğuk ve nemli cehennemine gömülmüştü. Geniş otlaklar safari alanlarına çevrilmiş, yerli halkın oralarda avlanması yasaklanmıştı. Daralan yaşam alanlarına sahip çıkma arzusu kabile savaşlarını körüklemiş, uzak ataların kahramanlık öyküleri hatırlanır olmuştu.

Diplomatik görevle Afrika’nın dört bir yanını dolaşan Emile Ajar, Cennetin Kökleri’nde bu simsiyah açlığın çarpıcı öykülerini anlatır. Kimi zaman kaybolan çocuklardan, olur olmaz yerlerde bulunan yarısı yenmiş cesetlerden bahseder. Yamyamlık bu insanlar için ilkel atalarından kalma bir gelenek değildir. Aksine, yaşamını sürdürmek için en temel geçim olanaklarından mahrum bırakılmış insanların gizlice, utançla başvurduğu en son çaredir. Sömürgeciler yamyamlığı şiddetle yasaklar ancak yamyamlığı doğuran toplumsal koşulları ortadan kaldırmak için çaba sarf etmezler. Zaten bu koşulların sorumlusu beyaz adamın ta kendisi değil midir?

Burada en başa dönelim ve baştaki soruyu farklı biçimlerde formüle edelim. 20. yüzyılda yamyamlığı yeniden hortlatan şey açıkça sömürgeci uygulamalardır. Ancak emperyalizme karşı olmak, hangi koşullar altında olursa olsun, yamyamlığı mazur görmeyi beraberinde getirmeli midir? Eğer sorunu kökünden halledecek, yani emperyalizmi ortadan kaldıracak güce sahip değilsek, yoksulların, kimi zaman bu örnekte olduğu gibi en acı koşullar altında da olsa, başvurduğu ahlak dışı yolları hoş görmeli miyiz? Soruyu güncellersek, yoksulların, ya da popüler dille ifade edersek mağdurların, bir hayatta kalma stratejisi olarak riyaya, dalkavukluğa, yağmacılığa, otoriteye tapınmaya ve pragmatizme açık çek vermesi hoş görülebilir, ya da en azından bunlara sessiz kalınabilir mi?

Eğer bu mağduriyet kimi durumlarda tahakkümü, kimi durumlarda da kişisel ikbali mümkün kılıyorsa, günümüz Türkiye’sinde bu sorunun popüler yanıtı “evet”tir!

 

Mağduriyet Tahakkümü

Günümüz Türkiye’sinde yukarıdaki soruya açık bir “hayır!” yanıtı vermenin önüne farklı pragmatik hesaplardan beslenen engeller dikilmektedir. Bu engeller solun entelektüel hegemonya mücadelesini kaybetmesinin sonucudur. Sözgelimi Türk sağının önde gelen isimlerince on yıllardır dillendirilen, solun “milletine yabancı olduğu”, ülkesine “bir Batılı’nın gözüyle baktığı”, “dindarları hor gördüğü”, “yerel kimliklerdense kozmopolit bir vatansızlığı savunduğu” ve sol kadroların ağırlıklı olarak “tuzu kuru orta sınıf çocuklarından oluştuğu” saptamaları solun kimi kesimleri için kabul edilebilir hale gelmiştir. 1970’li yıllarda sağ eğilimli yazarlar, diyelim ki Erol Güngör, Mümtaz Turhan ya da Cemil Meriç gibi isimler tarafından dile getirilen fakat sol tarafından kaale alınmayan bu ve benzeri söylemler, 2000’li yıllarda “postmodernizmi yalayıp yutmuş” ve sol kökenden gelen akademisyen ve siyasetçiler tarafından tekrarlanmaya başlayınca itibar kazanmıştır. Yukarıda sözü edilen yazarlardan zaten bihaber olan bu sol kökenli “düşünürler”, yeni siyasi duruşlarına Garb’ı epey bir turlayarak ya da kulaklarını tersten göstererek, “şarkiyatçılık”, “kültürel çalışmalar”, “post-yapısalcılık” literatürünü yutarcasına okuyup, özümsedikten sonra ulaşmışlardır. Akıl yürütme tarzı gayet nettir: Bir toplumsal kesim mağdur ise haklıdır. Hele ki bu mağduriyet kimi toplumsal ya da kişisel iktidarları besliyor, ikbal kapısını aralıyorsa, daha da haklıdır! Bu kesimleri eleştirmeye kalkan her kim olursa, elittir, orta sınıftır, anti-demokrattır, beyaz Türk’tür, kısacası iblisin tekidir. Bu meluna tahakküm kurmak, onun canına okumak mağdura helal kılınmıştır. Mağdurlar mağduriyetlerinin tadını çıkarmalıdır…

 

İşlevsel Mağduriyetler

Türkiye’de İslamcı hareketin mağduriyeti ne denli mahir bir biçimde işlevselleştirdiğine dair çok söz söylendi. Ancak günümüzde mağduriyet, İslamcı siyasetin ya da halihazırdaki iktidarın stratejik söylemi olmanın hayli ötesine geçmiş, son derece farklı toplumsal kesimler açısından meşruiyetin en hayati kriteri haline gelmiş, neredeyse “haklı olmanın” yerini almıştır. Tıpkı, algının, hakikatin yerini almasına benzer bir şeydir bu. Böylece siyaset, hatta toplumsal yaşamın ta kendisi bile, farklı mağduriyetler arasında süregiden bir it dalaşına dönüşmüştür. Mağdur olmayı içine sindiremeyen, doğrudan muhatap olmayı seçen ve hayata bakışını yukarıda anlatıldığı gibi sinik bir tarzda kurgulamayan kesimler siyaseten neredeyse yok sayılmaktadır.

Burada ironik olan husus şudur: geniş halk kesimleri için riya, dalkavukluk, fırsatçılık ve yağmacılık doğallaştırılırken, entelektüel faaliyet, tıpkı siyaset gibi, bu hasletleri temize çekme mekanizması haline gelmektedir. Elbette bu esnada şu meşhur kullanışlı aptalların ikbaline katkıda bulunması koşuluyla… Oysa sol, söz konusu popüler mağduriyetlerden doğan riya, dalkavukluk, çıkarcılık ve pragmatizmi tarihi boyunca hiç de hoş görmemiştir. Bu hasletlerin arka planında yatan gerekçeleri anlamış, o kısa vadeli, rasyonel hesapçılık ve çoğu zaman yoksunluktan doğan bencilliği görmüş ancak meşru kılmamıştır. Bu hasletleri görmezden gelmeyi, karşısındakine adeta bir yarım insan, yetersiz bir varlık muamelesi yapmakla eşdeğer kılarak, onu eleştirmeye devam etmiştir.

Sözgelimi Marx, 1851’de burjuvazinin eski siyasi personelini kelimenin tam anlamıyla tepeleyen Louis Bonaparte taraftarı ayaktakımını yoksul oldukları için mazur görmeyi aklından bile geçirmemiştir. Bu kesimden şöyle söz eder Marx:

“Saray, bakanlıklar, idarenin ve ordunun üst kademeleri, bir yığın garip adamın istilasına uğramıştı. Bunların en iyisi hakkında söylenebilecek şey, ne idüğü belirsiz oluşudur: yağma düşkünü, açgözlü, kötü şöhretli, gürültücü ve derbeder tiplerdir bunlar.”

Gerçi Marx, ne de olsa çoktan aşılmış bir çağın, “otoriter ve tepeden inmeci devrimcisidir” denilerek, “milli iradeye” yağdırdığı bu iltifatlar arkaik bulunabilir. Bir kere Marx, bizim fevkalade entelektüellerimizin gözüyle burada “ötekileştirici” bir dil kullanmaktadır. Kim bilir, 19. yüzyılın ayaktakımını öteleyen, halkı küçük gören bu Yahudi burjuva belki de sosyalizmin ileride uğrayacağı yenilgilerin tohumlarını o günlerde ekiyordu! Halkı anlayıp, onun taleplerine nokta atışı çözümler önermezse böyle olurdu işte. Demek ki, mesele, sakallının sonradan bütün bir sola sirayet ederek onu halktan koparan seçkinciliğiymiş! Ne de olsa Marx, Derrida’yı okumamıştır ve ikili zıtlıklarla (binary oppositions) düşünmektedir: Emek-sermaye, burjuvazi proletarya, ak ve kara gibi… Şarkiyatçılık literatürünü nereden bilsin, aydınlanmanın çocuğudur, sekülerdir. Mesela bir sünnet töreni görse, büyük olasılıkla şaşırıp kalır, akıl dışı bulur, halkın yüz yıllardır damıttığı geleneklere saygı duymaz…

İşin acı tarafı, Türkiye’de sola durmaksızın geleneksel normlarla uzlaşmayı, onlara saygı göstermeyi, halkın diliyle konuşmayı, mesela söze “hayırlı günler” diye başlamayı ve gündelik hesapları uğruna bütün bir toplumun geleceğini berhava eden siyasetçilere itaat etmeyi öğütleyen zevat, bu avam kültürden en az Marx kadar, hatta belki de ondan çok daha fazla nefret etmektedir. Öyle olmasa mesela Engin Ardıç, neden her fırsatta nefes alabilmek için kendisini Paris’in Champs Elysées bulvarına attığından şişine şişine bahsedip dursun ki? CeHaPe zihniyetinden kurtulmak için mi sahi?

Aslında halktan kopuk, bürokrat ve okumuş yazmış taifesinin has örgütü olarak on yıllardır eleştirilen CHP geleneksel sağ seçmenin oyunu almak için az çabalamamıştır. Üstelik bu çabaların doruğa çıktığı 30 Mart yerel seçimleri çoğu kişinin sandığının aksine, şu meşhur CeHaPe zihniyetinin “milli değerlere” yaklaşma yönünde hiç de ilk girişimi değildir. Hatta CHP’nin en azından yarım yüzyıldır bu değerlere saygı göstermeye çalışmaktan girmediği kılık kalmamış, parti adeta eski sekize dönmüştür. Örnek mi? İşte Nihat Erim’in parti meclisinde 8 Aralık 1969’da yaptığı konuşma:

“Arkadaşlar, gerçek şu: Biz 1968 seçimlerinde 27 küsur rey almışız. 1965 seçimlerinde ise yüzde 28 küsur oy aldık. (…) Şimdi raporda efendim Güven Partisi olmasaydı, Birlik Partisi şöyle gelmeseydi, bağımsızlar şöyle şöyle olmasaydı… Güzel bunlar ama, ben şimdi sual sorayım: 1965’ten 1969’a yeni seçmenler geldi. Genç, çağdaş, bu seçmenler ne oldu? Niçin bize oy vermediler? Bu seçmenler, niçin yeni gelen seçmenler, yeni nesiller, aydın nesiller Adalet Partisi’ne bizden daha çok oy verdi. (…) Yeni nesiller geliyor, seçmen oluyor aşağıdan. Aydınlar geliyor, ortanın solunu çok iyi anlayan aydınlar geliyor. Ama biz onlardan yine yüzde 27 oy alıyoruz. En kabadayımız bile yüzde 30 alıyor. Adalet partisi ise yüzde 46 alıyor. (…) 1965 seçimlerinde dendi ki, İsmet Paşa Nurculardan bahsetti. Nurculuğu söyledi de, 1,5 milyon rey kaybettik. (…) Buyurun bu seçimlerde Nurculardan bahsetmedik. Ve ben şahsen dinin hala etkili bir propaganda olarak bize karşı kullanıldığına kani olduğum halde … ağzımı düğümledim. Bir daha ne hücum olursa olsun, cevap vermedim. Efendim, Gölcük’te geldiler, cami avlusuna Bugün gazetesini asıyorlar. Bunu müftüye söyle dediler. Söylemedim ‘asıyorlarsa assınlar, aldırmayın’ dedim. Yapacakları fenalığın azamisini yapıyorlar, söylersem daha fenasını yaparlar. Ama beyefendiler, Nurculuktan bahsetmedim, din üzerine gitmedik, din üzerinde aksi bir laf etmedik, köye gittik hoca ‘efendim, beyim, bu camiin minaresi yok’ dedi. Ben ‘sen teşebbüs et de ben yardım edeyim’ dedim. Bunu da yaptık, yine yüzde 27’yiz biz. Yani din istismarı üzerine gittiğimiz için 1,5 milyon oy kaybettik, yahut ne kadar kaybettikse, bu defa gitmedik üzerine. Aksini söylemedik, bir şey yapmadık. Yine yüzde 27’yiz!”[1]

Sonuç olarak, sola biteviye önerilen, “geleneksel normlarla uzlaşma ya da en azından onlara empatiyle yaklaşarak” onları bir biçimde içeriden dönüştürme projesinde, popülizmi aşan, fikri namusu açıkça rahatsız eden bir şeyler var: Kimi zaman açık bir pragmatizm, kimi zaman bir tür ikiyüzlülüğün ululanması, en açık halindeyse bir tür küçümsemenin izleri… Hülasa, hayli uç bir örnek olan yamyamlığın toplumsal gerekçeleri ve ardında yatan trajedi anlaşılmalıdır. Fakat herkese yeterli gıda sağlanamadığı bahanesine sığınarak yamyamlık mazur görülürse, bütün bir gelecek zehirlenir…

 

[1] Nihat Erim (2007) 12 Mart Anıları (s. 149-150). İstanbul: YKY.

 

(Bu yazı Yeniyol’un 9. sayısında yayınlanmıştır)