Gilbert Achcar

 
1. Klasik marksizmin din konusundaki teorik («felsefi») tutumu, daha genç Marx’ın Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisi üzerine (1843-1844) adlı eserinin Giriş’inde rüşeym halinde bulduğumuz üç tamamlayıcı boyutu içerir:
 
– öncelikle dinin, bir yabancılaşma unsuru olarak, eleştirisi. İnsanlık, tanrıya kendisine hiçbir şey borçlu olmayan bir tür sorumluluk atfeder («Dini insan yapar, insanı yapan din değildir»); kendini, çoğunlukla gelişimine gem vuran, zorunluluklara ve yasaklara uymak zorunda bırakır; meşruluğu ya kendilerinin tanrıyla ayrıcalıklı ilişkisi fantasmasında ya da dinsel olanın bilgisi alanındaki uzmanlıklarından kaynaklanan dini otoritelere gönüllü bir biçimde boyun eğer.
 
– sonra dinlerin toplumsal ve siyasal doktrinlerinin eleştirisi. Dinler çok uzun zaman önce miadını doldurmuş devirlerin ideolojik kalıntılarıdır: din “dünyanın yanlış bilinci”dir; çünkü dünya değişmiştir. Kapitalizm öncesi toplumlarda doğmuş olan dinler -Hıristiyanlık tarihindeki Protestan Reformu örneğinde olduğu gibi- bir dinin “kutsal metinleri” ululadığı andan itibaren oldukça sınırlı ve kısmi kalan aggiornamentoları [Kilise geleneğinin çağa uyarlanması. İtalyanca’da düzene koymak anlamına gelen kelime ilk olarak Papa XXII. Jean’ın Vatican’ın ikinci Konsil’i çerçevesinde Roma Katolik Kilisesindeki yeniliği ifade etmek için kullanıldı.] kapsayabilir.
 
– fakat aynı zamanda dini inancın yeryüzünün lanetlileri açısından oynayabildiği (weberyen anlamda) psikolojik rolün kavranışı. «Dini sefalet bir yandan gerçek sefaletin ifadesi diğer yandan geçek sefalete karşı çıkıştır. Din kötülük tarafından beli bükülmüş yaradılanın/insanın iç geçirmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, aynı zamanda ruhsuz bir çağın ruhudur. Din halkın afyonudur.»
 
Bu üç gerekçe, klasik marksizm bakımından, genç Marx tarafından dile getirilen tek bir sonuca ulaşı: «Halkın yanılsamalı bir mutluluğu olarak dinin aşılması (Aufhebung) onun gerçek mutluluğunu talep etmesidir. Koşullarıyla ilgili bir yanılsamadan vazgeçmiş olmayı istemek, yanılsamalara ihtiyaç duyan koşullardan vazgeçmiş olmayı istemek demektir. Öyleyse dinin eleştirisi dinin halesi olduğu bu gözyaşı vadisinin, rüşeym halindeki, eleştirisidir.”

 
2. Yine de klasik marksizm dinin ortadan kaldırılmasını toplumsal özgürleşmenin gerekli ve öncelikli bir koşul olarak ortaya koymamıştır (genç Marx’ın önerisi şöyle okunabilir : yanılsamaların üstesinden gelebilmek için, öncelikle «yanılsamalara ihtiyaç duyan koşullar»a son vermek gerekir). Her halükarda, devlet için olduğu gibi, diyebiliriz ki, söz konusu olan dini ortadan kaldırmak değil onun etkisini kaybetme/sönümlenme koşullarını yaratmaktır. Mesele «halkın afyonu»nu yasaklamak değil, giderek onun tüketiciler üzerinde yarattığı baskılanmanın azalmasını sağlamaktır. Söz konusu olan sadece, ruhlar üzerindeki nüfuzunu azaltmak üzere, dinin siyasal iktidarla çıkar ilişkisine girmek için kullanılmasına olanak veren ayrıcalıklı bağlara bir son vermektir
 
Burada dikkate alınacak üç tutum düzeyi var:
 
• Klasik marksizm, kurucuların marksizmi toplumsal hareketlerin programında ateizmin kayıt altna alınmasını şart koşmamışlardır. Tersine Komün blankistlerinin göçmenler programının eleştirisinde (1873)Engels, onların dini, bir kararnameyle yürürlükten kaldırma taleplerini alaya almıştır. Onun «zulümlerin istenmeyen mahkumiyetlerin pekiştirilmesi için en iyi araç» olduğunu ve «günümüzde halen tanrıya verebileceğimiz tek hizmetin ateizmin zorlayıcı imanın simgesi olduğunu açıklamak» gerektiğini savunarak ortaya koyduğu bu kavrayışlılık 20. yüzyılın deneyimleri tarafından bütünüyle doğrulanmıştır.
 
• Buna karşılık, cumhuriyetçi laiklik, yani din ve devletin ayrılması, daha öncesinden radikal burjuva demokrat programın içinde yer alan, gerekli ve zamanaşımına uğramayacak bir amaçtır. Fakat, eğitim alanı da dahil olmak üzere, bu noktada ayrıştırma ve yasaklamayı birbirine karıştırmamak önemlidir. Alman sosyal demokrasisinin Erfurt Programı’nın eleştirel yorumlarında (1891) Engels, şu formülasyonu önermiştir: «Kilisenin ve devletin birbirinden tam olarak ayrılması. İstisnasız tüm dini cemaatler devlet tarafından özel topluluk muamelesi görecektir. Bunlar kamu kaynaklarından gelen tüm para yardımlarını ve kamu okulları üzerindeki tüm etkilerini kaybedecektir.» Sonra parantez içinde şu yorumu eklemiştir: «Yine de onların, kendi imkanlarıyla, kendilerine ait okullar kurması ve buralarda kendi saçmalıklarını öğretmelerini yasaklayamayız!»
 
• İşçi sınıfı partisi aynı zamanda dinin etkisine karşı ideolojik bir mücadele yürütmek zorundadır. 1873’teki metninde, Engles alman sosyalist işçi militanlarının çoğunluğunun ateizme kazandırılmış olmasından sevinç duyduğunu belirtir ve daha fazlasının ikna edilmesi için 18. yüzyıl fransız materyalist yazınının dağıtılmasını önerir.
 
Alman işçi partisinin Gotha programının eleştirisinde (1875), Marx inanç ve tapınma konusundaki özel hürriyetin yalnızca devlet müdahalesinin reddi olarak tanımlanması gerektiğini ifade etmiştir. Böylece şu prensibi dile getirir: «herkesin, polis burnunu sokmadan, dinsel ve bedensel ihtiyaçlarını giderebilme hakkı vardır.» Bu arada partinin «kendisi vicdanları dinsel hurafelerden kurtarmaya çalıştığı halde burjuva ‘vicdan özgürlüğü’ kavramının mümkün olan her türlü din ve vicdan özgürlüğüne hoşgörüden daha fazla bir şey olmadığına dair kanısını ifade etme fırsatı»nı kaçırmasına yerinmiştir.
 

3. Klasik marksizm dini ancak Avrupa toplumlarının kendi geleneksel dinleriyle ilişkileri açısından göz önünde bulundurmuştur. Dinsel azınlıklara yönelik zulmü, özellikle de başka bir dine sahip baskıcı devletler tarafından ezilen halkların dinlerine yönelik zulmü hesaba katmamıştır. Sömürge mirasının kalıntılarının ve bunun, özgünlüğü sömürgeleştirilmiş olanların bizzat kendilerinin yurdundan edilmişler, yani ‘göçmenler’ olmasından kaynaklanan, –bir «dahili sömürgecilik» biçimi altında- emperyal metropollerin içine de taşınmasının damgasını vurduğu çağımızda bu bakış açısı büyük önem kazanmaktadır.
 
Irkçılığın hâkim olduğu bir bağlamda sömürgeci mirasın doğal sonucu, ezilenlerin, eski sömürgelerin dinlerinin zulme uğraması sadece reddedilemez; zira bunlar «istenmeyen kanıların pekiştirilmesinin en iyi aracıdır». Bunlar her şeyden önce, siyasal, hukuksal ve ekonomik ayrımlar ve zulümler kadar hoş görülemeyecek olan etnik ya da ırksal baskı boyutlarıyla da reddedilmelidir.
 
Kuşkusuz sömürgeleştirilmiş halkların dinsel uygulamaları, maddi ve bilimsel üstünlükleri de sömürgecilik olgusundan kaynaklanan, metropol halklarının gözüne oldukça gerici görünebilir. Fakat onların kendi yaşam biçimlerini sömürgeleştirilmiş halklara, istemedikleri halde dayatarak onların özgürleşme haklarına hizmet etmiş olunmaz. Irkçı baskının cehennemi « uygarlaştırıcı » iyi niyet taşlarıyla döşelidir ve işçi sınıfı hareketinin kendisinin iyi niyet ve hayırseverlik yanılsaması nedeniyle sömürgecilik döneminde hangi noktada lekelendiğini biliriz.
 
Yine de Engels bu sömürgecilik sendromu konusunda epey uyarıda bulundu. Kautsky’ye yazdığı, 12 Eylül 1882 tarihli bir mektupta iktidardaki proleteryanın, öngörülen özgürlüğün örtülü bir baskıya dönüşmemesi için gerekli önlemlerin damgasını vurduğu bir özgürleştime politikası formüle etti.
 
«Basit egemenlik altında olan ve yerlilerin bulunduğu Hindistan, Cezayir gibi ülkelerde, Hollanda, Portekiz ve İspanyol mülkleri geçici olarak proletaryanın sorumluluğuna verilmeli ve mümkün olduğunca hızlı biçimde ‘özgürleştirilmelidir.’ Bu süreç nasıl gelişecek? İşte söylemesi güç olan bu. Hindistan belki bir devrim yapar, çok da gerçekçi olur üstelik bu. Özgürleşmiş proletarya hiçbir sömürü savaşı yürütmeyeceği için hiçbir devrimin yapısından, doğallıkla, ayrılamayacak her türlü yıkımın yapılmasına mecbur kalınacak. Aynı süreç bir de Cezayir ve Mısır’da gelişecektir. Bu bizim için kesinlikle en mükemmel çözüm olacaktır. Bizim kendi içinde yapacağımız yeterince şey olacak. Avrupa ve Kuzey Amerika yeniden örgütlendiklerinde kocaman bir güç ve yarı uygarlaşmış halkların kendiliğinden dümen sularına geldiği bir örnek oluşturacaklar: ekonomik özgürlükler orada çoktan sağlanmış olacak. Fakat bu ülkeler sosyalist bir yapıya ulaşmak için hangi sosyal ve politik gelişim aşamalarından geçmeliler, bu konuda, bugün sadece gereksiz varsayımları üst üste yığabildiğimize inanıyorum. Tek bir şey kesin: zafer kazanmış proletarya kendi zaferini çökertmeden hiçbir yabancı halkın mutluluğunu zorla kuramaz.»
 
Basit ve temel olduğu kadar, sıklıkla ihmal ihmal edilen hakikat: zor yoluyla dayatılan her «mutluluk», baskı anlamına gelecektir ve ona maruz kalanlar tarafından başka türlü anlaşılmayacaktır.
 

4. Başörtüsü meselesi, yukarıda ortaya konan sorunların tamamını içinde yoğun bir biçimde barındırıyor. Bu mesele marksist tutumu bütün görünümleriyle inceleme olanağı veriyor.
 
İslâm’ın çoğunluk dini olduğu ülkelerin pek çoğunda din hâlâ egemen ideolojinin temel biçimidir. İslâm’ın, şu ya da bu ölçüde geleneksel, gerici yorumları halkın tamamının itaat ve kültürel gerilik altında tutulmasına hizmet ediyor. Kadınlar toplu olarak ve yoğun biçimde yüzyıllardan beri süren, dinsel meşruiyet kılıfına bürünmüş bir baskıya maruz kalıyor.
 
Böylesi koşullar altında, dinin bir kullaştırma argümanı olarak kullanılmasına karşı ideolojik mücadele özgürlük kavgasının öncelikli bir boyutudur. Din ve devletin birbirinden ayrılması, toplumsal gelişmeden yana hareketin öncelikli bir talebi olmalıdır. Demokratlar ve ilericiler herkesin inanmamak, inanmak ve ibadet etmek konusundaki özgürlüğü için mücadele etmelidir. Aynı zamanda, kadınların kurtuluşu kavgası da özgürlükçü kimliğin ölçütü, ilericilik iddiasının mihenk taşı olmaya devam ediyor.
 
Kadın özgürlüğünün ve kadınların bireysel özgürlüklerinin en temel görünümlerinden biri nasıl istiyorlarsa öyle giyinmeleridir. Başörtüsü ve özellikle örtünmenin daha kapalı biçimleri, kadınlara dayatıldığında, gündelik yaşamdaki cinsel baskının çok sayıdaki biçiminden biridir- kendi görünür olduğu oranda kadını görünmez kılmaya hizmet eden bir biçim. Başörtüsü, ya da diğer örtüleri, takma zorunluluğuna karşı mücadele, kadının tutsaklığına karşı diğer mücadelelerin ayrılmaz bir parçasıdır.
 
Yine de, özgürleşme mücadelesi kadınları, onlara baskı uygulayanları değil de onları bastırarak, zorla «kurtarmaya» çalışacak olursa ciddi biçimde itibar yitirecektir. Gönüllü olarak giyilen dinsel kıyafeti –bunu giymenin gönüllü kulluktan kaynaklandığı kanaatinde olunsa bile– zor yoluyla çıkartmak gerçekten özgürleştirici eylem değil, baskıcı bir davranıştır. Üstelik bu, Engels’in öngörmüş olduğu gibi, başarısızlığa mahkum bir davranıştır; eski Sovyetler Birliği’nde İslâm’ın uç vermesinin, Türkiye’nin değişiminin dinin veya dini ibadetin cebren kökünü kazımaya dönük girişimlerin boşunalığını açıkça gösterdiği gibi.
 
«Herkesin dinsel ve bedensel ihtiyaçlarını giderebilme hakkı vardır.» «Polis burnunu sokmadan»-kadınlar başörtüsü takar ya da erkekler sakal bırakır. Bu temel bireysel özgürlüğü savunmak dinsel diktalara karşı sürdürülecek etkili bir kavganın vazgeçilmez koşuludur. Başörtüsünün yasaklanması, paradoksal biçimde, onu bir inanç konusu olarak görenlerin gözünde, onu dayatma olgusunu meşrulaştırır. Kıyafetle ilgili olsun ya da olmasın, sadece sıkı sıkıya bireysel bir vicdan, dini ibadet özgürlüğü ilkesi ve bu ilkenin laik hükümet tarafından saygı görmesi dini baskıya başarılı ve meşru bir şekilde karşı koymaya olanak verir. Kuran’ın bizzat kendisi «Dinde zorlama yoktur!» der.
 
Öte yandan, laiklik adına kamu okullarında başörtüsünün ya da başka dinsel işaretlerin yasaklanması, dini okulların yaygınlaşmasını kamçılamakla sonuçlandığından dolayı, fazlasıyla çelişkili bir tutumdur; ve öğrenim özgürlüğü azıcık bile olsa tartışma konusu edilmemelidir.
 

5. İslâm’ın çok uzun zaman boyunca sömürge «yerlilerinin» ve onyıllardan beri göçmenlerin, içerideki «sömürgelerin» büyük çoğunluğunun dini olduğu Fransa gibi ülkelerde –Fransa’nın sayısal bakımdan ikinci ve statü bakımından diğerlerinden çok daha alttaki dini olan– İslâm dinine yönelik zulme karşı mücadele edilmelidir.
 
Fransa’da İslâm, fransız topraklarında yüzyıllardan bu yana varolan diğer dinlere nazaran engellenen bir dindir. Hem iş onun ibadet yerlerine geldiğinde, hem de fransız devletinin ona dayattığı, sömürgeci anlayışın izlerini taşıyan, boğucu vesayet söz konusu olduğunda apaçık ayrımcılıklara kurban gider. İslâm gündelik yaşamda -Nazi soykırımı ve Vichy hükümetinin suç ortaklığından sonra, ırkçılığın daha önceki öncelikli hedefi Yahudiliğe karşı artık, bereket versin ki, yapmanın mümkün olmadığı bir biçimde- fransız medyası tarafından kötüleniyor. Medya aracılığıyla beslenen, cehaletle ve ırkçılıkla karışık bir kafa karışıklığı ve özü itibariyle moderniteye elverişsiz bir islam dini imajı, İslâm ve terörizm arasındaki alaşımı olduğu gibi “İslâmcılık” teriminin uygun olmayan bir biçimde islâmi köktenciliğin eşanlamlısı olarak kullanılmasını da kolaylaştırıyor.
 
Kuşkusuz resmi ve egemen söylem açık biçimde düşmanca değildir; hatta fransız büyük sermayesinin –petrol, silah, inşaat, vs.– İslâm topraklarındaki hatırı sayılır çıkarlarından gözler ayrılamadığı için hayırhahça bir tutum takınılır. Yine de açıkça ortaya konan ırkçı düşmanlık kadar müslümanlar ve onların dini karşısındaki sömürgeci kibir ve sahte alçakgönüllülük de onlar için dayanılmazdır. Sömürgecilik ruhu sadece Fransa sağına özgü değildir; bu ruh, tarihi boyunca sık sık ırkçı ve vesayetçi bir ifadeyi özünde taşıyan aşağılamayla karışık bir sömürgecilikle militan bir sömürgecilik karşıtlığı arasında bölünmüş olan fransız solunda çok eskiden beri yerleşiktir.
 
Fransız işçi hareketinin sosyal demokratlar ve komünistler arasında bölünmesinin ilk zamanlarında da metropol komünistlerinin kendi arasında (Cezayir’deki fransız komünistlerinden ayrı olarak) kendisini özellikle sömürge meselesi konusunda ayrıştıran bir sağ kanat ortaya çıkmıştı. 1925’te kabile şefi ve dini önder Abdülkerim’in yönettiği Fas’taki Rif ayaklanması sırasında isyancılar fransız birlikleriyle çarpışırken, komünist sağ onlara karşı üzerine düşen sömürgecilik karşıtlığına ihanet etti.
 
Jules Humbert-Droz’un bu konuyla ilgili olarak Komünist Enternasyonal’in yürütme kurulu karşısında yaptığı açıklama oldukça anlamlıdır:
 
«Sağ kanat, Rifli savaşçılarla kardeşlik parolasına, onların fransız ordusuyla aynı uygarlık seviyesinde olmadığını ve yarı barbar kabilelerle kardeş olunamayacağını öne sürerek karşı çıktı. Daha sonra da Abdülkerim’in mücadele edilmesi gereken dinsel ve toplumsal önyargıları olduğunu yazdılar. Hiç kuşkusuz, sömürgeleştirilmiş halkların feodalizmine ve panislamizmine karşı mücadele etmek gerekir; fakat fransız emperyalizmi sömürge halklarının gırtlağına yapıştığında, Komünist Parti’ye düşen sömürge şeflerinin önyargılarıyla değil, eksiksiz biçimde, fransız emperyalizminin açgözlülüğüyle savaşmaktır.»
 

6. Fransa’daki marksistlerin görevi, göçmen toplulukların bağrındaki dinsel önyargılardan önce, fransız empeyal burjuvazisinin ve onun devletinin dinsel ve ırkçı baskısına karşı eksiksiz bir mücadele vermektir.
 
Fransız devleti genç müslüman kadınların giyinme biçimini düzenlemekle ve başörtüsü takmayı istemekte ısrar edenlerinin okula girmesini yasaklamakla meşgulken; bu kadınlar medyatik ve politik bir kampanyanın -ki bu kampanyanın, söz konusu olgunun gerçek boyutunun çok ötesindeki, ölçüsüzlüğü, belirtilen niyet her ne olursa olsun, bu devletin İslâm düşmanı [Islamophobe] ya da ırkçı olarak görülen baskıcı karakterinin doğrulanmasıdır- hedefi haline getirilirken; aynı devlet, özel eğitime yaptığı sübvansiyonu artırarak, böylelikle fransız halkının sömürülen tabakaları arasındaki bölünmeyi şiddetlendirerek, dini cemaatlere ait eğitim kurumlarının yaygınlaşmasını açıkça teşvik ederken –marksistlerin görevi, tüm bu yukarıda anlatılanların ışığında, bunlara kararlı bir biçimde karşı koymaktır.
 
Kendini Fransa’daki marksizmin bir parçası olarak gören önemli bir kesim için durum bu değildir. Laiklik anlayışı şüphe götürmeyen Eğitim Birliği’nin başörtüsü meselesi konusundaki pozisyonu gerçek marksistlerin de ondan esinlendiklerini söyleyen pek çok çevrenin de aynı konudaki pozisyonuyla benzerlik göstermektedir. Bu durumda Birlik tarafından 2003 haziranında Troyes’daki genel kurul sırasında kabul edilen beyannameyi okuyabiliriz:
 
«Tüm tarihi laiklikten yana sebatkâr bir etkinlikle mâlûl olan Eğitim Birliği, dinsel aidiyetle ilgili işaretler taşıma konusunda yasal düzenleme yapmanın uygunsuz olduğunu düşünmektedir. Yasanın tamamı hem yararsız hem olanaksızdır.
 
Risk gün gibi ortadadır. Alınan önlemler ne olursa olsun, varılacak sonucun asıl olarak müslümanları etkileyen bir yasaklama olacağından kuşku yoktur. […]
 
Siyasal bir kavganın aracı olarak dinsel işaretleri taşımak isteyenlerin kamu okullarından sürgün edilmesi, onların başka yerlerde, tutumlarını haklı gösterme ve pekiştirme şansını bulabilecekleri kurumlarda okullaşmalarını engellemeyecektir. […]
 
Kökenlerinden ve inançlarından bağımsız olarak tüm yurttaşların entegrasyonu Cumhuriyet’in herkes için güvence altına alacağı eşit muamele görme hakkı çerçevesinde ifade edilmesi gereken bir kültürel çeşitliliğin tanınmasından geçer. Bu anlamda, müslümanlar, tüm diğer inananlar gibi, laik, çoğulcu ve olabildiğince sekülerleşmiş bir toplumun gerektirdiği yasalara saygı dahilinde ibadet özgürlüğünden yararlanmalıdır. Özellikle de, genç kızların özgürleştirilmesine yönelik mücadele, öncelikli olarak onların okullaştırılmalarından, vicdan özgürlüklerine ve özerkliklerine saygıdan geçmektedir: bu konuyla ilgili bir ideolojik tartışma yapmamak anlamına gelmez, aksine böyle bir tartışma gereklidir. Kimliğe hapsolmayla mücadele etmek için, bir laiklilik pedagojisi, ayrımcılıklara karşı mücadele, sosyal adlet ve eşitlik için kavga yasaktan çok daha etkilidir.»
 
Cumhuriyet’te laiklik ilkesinin uygulanması ile ilgili komisyona (Stasi Komisyonu da denir) verilen 4 Kasım 2003 tarihli raporunda Eğitim Birliği, İslam’ı ve onun Fransa’da tartışma konusu olan temsillerini, bizim burada sadece bazı kısımlarını alacağımız sayfalar halinde, çok güzel bir biçimde ele alır:
 
«“Müslüman nüfusun” fransız toplumunda karşılaştığı dirençler ve ayrımcılıkların nedeni esas olarak, fazlasıyla sıkça söylediğimiz gibi, bu toplulukların entegrasyon eksikliği değil, büyük ölçüde eskinin tarihsel mirasından gelen çoğunluk tutumları ve temsilleridir.
 
Birincinin nedeni arap-müslüman medeniyetinin dünya kültürüne ve bizim kendi batı kürümüze yaptığı katkının görmezden gelinmesidir.
 
Bu üstünü örtmeye ve reddetmeye sömürgecilik mirası da eklenir […] bir şiddet, eşitsizlik ve ırkçılık geleneğinin, sömürgelerin yitirilmesinden doğan zorlukların, ardından Cezayir savaşının acılarının büyütüp güçlendirdiği derin ve dayanıklı taşıyıcısı. Fransız sömürgelerindeki yerli, müslüman halkların etnik, toplumsal, kültürel ve dinsel olarak horlanması, sağın sınırlamaları içinde yankılanacak derecede, sürekli bir uygulamaydı. Öyle ki, İslâm söz konusunda olduğunda, bu 1905 tarihli ayrılma yasasına tabi olan bir din değil de bir kişisel statü unsuru olarak görüldü. Tüm sömürgecilik dönemi boyunca, sömürgeci lobi yüzünden ve laiklik rejiminin kendilerine ibadet özgürlüğü sağlayacağını anlayan ulemanın isteğine karşın, laiklik ilkesi hiçbir yerli halka ve onların ibadetine uygulanmadı. O zamandan beri, uzun zamandır laikliğin müslümanlar için zihinlerde sömürgecilik polisiyle aynı anlama gelmesi nasıl şaşırtıcı olabilir! Bunun eski sömürgelerde de, sömürgeci ülkelerdeki gibi izler bırakmamasını nasıl isteyebiliriz? Bugün çok sayıda müslüman hâlâ, İslâm’ın sivil, kamusal, özel yaşamı düzenlemesi gerektiğini düşünüyorsa ve bazen kişisel statülerini talep etmeksizin onu bir profil olarak kabul etme eğilimi gösteriyorlarsa; Fransa ve laik Cumhuriyet pek çok kuşak boyunca onlara bunu tebliğ ettiğindendir. Çok sayıda Fransız, hatta bazen en bilgilileri ve görünüşte sorumluluklarını en fazla yerine getirenleri, İslâm’la ilgili, cehaleti aptallıkla atbaşı giden, olumsuz yargılarda hiçbir sakınca görmüyorsa; kendilerinin, çoğu zaman bilinçsizce ve bunu yadsıyarak, sömürgeci kibir geleneğinin içinde olmalarındandır.
 
Üçüncü bir görüş de İslâm’ın eşit koşullarda ele alınmasını engeller: bu nakledimiş, dahası yoksullara ait bir dindir. Mensupları Fransa’da toplumsal alanın bütününde bölüşülmüş olan musevi-hıristiyan dinlerden ve özellikle tarihsel olarak egemen sınıflarla bütünleşmiş olan Katoliklik’ten farklı olarak, fransız yurttaşı olan ya da o anda Fransa’da göçmen olarak yaşayan müslümanlar, çoğunluk itibariyle toplumsal katmanların alt basamaklarındandır. Bu noktada, yerli halkların horlanmasına onların ekonomik olarak sömürülmesi eklendiğine ve bu durum, günümüzde mirasçıları işsizlik ve şehirlerden sürgün edilmenin ilk kurbanları olurken, uzun süre çok güçlü bir biçimde de ilk göçmen kuşakta ağırlığını hissettirdiğine göre, sömürgeci gelenek hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bu tolumsal kategorileri vuran sosyal aşağılama ve adaletsizlik, dinsel boyutu da dahil olmak üzere, varoluş nedenlerinin tüm görünümlerini etkiler. Evimize gelen gündelikçi kadınların ya da büromuzdaki hizmetli kadınların başlarındaki örtü bizi rahatsız etmez; ancak eğitim alan kızlar ya da kadrolu memur statüsündeki kadınlar tarafından gururla taşındığında bir skandal konusu olur.»
 
Fransa’daki parlamentodışı marksist solun belli başlı örgütleri tarafından söz konusu halkların kimlik ve kültür sorunları karşısında ortaya konan anlayışsızlık bunların Avrupa seçimlerindeki listelerinin bileşimiyle kendisini gösterdi : hem 1999 hem 2004 seçimlerinde LCR-LO (bu seçimlere ittifakla giren Ligue Communiste Révolutionnaire-Devrimci Komünistler Birliği ve Lutte Ouvrière-İşçi Mücadelesi) listelerinde, bu iki örgüt tarafından pek çok defa ırkçılık karşıtı mücadeledeki eksikliği nedeniyle açıkça eleştirilen PCF (Parti Communist Français-Fransız Komünist Partisi) listelerinin aksine, yakın zamana kadar sömürge olan halklardan –Kuzey Afrikalı ya da, özellikle Kara Afrika’dan– yurttaşların listebaşlarında yer almaması göze çarptı. Böyle yaparak kendilerini Fransa’nın en çok sömürülen kesimleri içinde, 2004 seçimlerinde Avrupa-Filistin olarak kısa sürede hazırlanmış bir listeyle gerçekleştirdiği skor parlak başarısının göstergesi olan, bir oy potansiyelinden de yoksun bırakmış oldular.
 

7. «Siyasal bir kavganın aracı olarak dinsel işaretleri taşımak isteyenler» diyerek, Eğitimciler Birliği, kuşkusuz, İslâm köktenciliğini imâ ediyor. Bu siyasal olgunun, 30 yıldan beri İslâm topraklarında güçlü biçimde yaygınlaştıktan sonra, batı dünyasındaki müslüman göçmen çevrelerde yaygınlaşması, Fransa’da başörtüsüne karşı olanların tercih ettiği bir argüman oldu.
 
Argüman gerçek: dinin bağnaz bir yorumunu yaşam kuralı, olmadı yönetim biçimi olarak dayatmayı amaçlayan hıristiyan, musevi, hindu, ya da diğer köktencilikler gibi; İslâm köktenciliği de toplumsal gelişim ve özgürlük mücadeleleri için hakiki bir tehdittir. Dinin kendisiyle onun, hepsi içinde en gerici olan, köktenci yorumu arasında açık ve net bir ayrım oluşturmaya özen göstermek kaydıyla, İslâm köktenciliğine karşı, İslâm ülkelerinde, batıdaki müslüman azınlıklar içinde ya da başka yerde, ideolojik ve politik olarak savaşmak zorunludur.
 
Yine de bu başörtüsünün kamusal olarak yasaklanmasından yana argüman oluşturarak olmayacaktır: Eğitim Birliği bunun tersini ikna edici bir biçimde ortaya koymuştur. Daha genel olarak, İslâm düşmanlığı İslâm köktenciliğinin en iyi nesnel müttefikidir: bunların yükselişi atbaşı gitmektedir. Sol egemen İslâm düşmanlığı anlayışını benimsediği izlenimini verdiği ölçüde müslüman halklardan uzaklaşacak ve söz konusu halkların «gerçek sefalet»ine karşı koyuşunu doğrudan ifade eden tek odak olarak görünen müslüman köktencilerin işini kolaylaştıracaktır.
 
Bununla birlikte islâmi köktencilik çok ayrı tutulmuş bir olgu ve kendi alanında somut durumlara göre değişiklikler göstermek zorunda olan bir taktik tutumdur. Bu tip bir toplumsal program, baskıcı bir iktidar tarafından, islâmi bir çehresi olan çok sayıda despotizmde olduğu gibi, yürürlükte olan baskıyı meşrulaştırmak için kullanıldığında; ya da Mısır nasırizmi ve benzerleri karşısında islâmi köktenciliğin gerici muhalefetin mızrak ucu olduğu 1950-1970 döneminde arap dünyasındaki durum gibi, ilerici bir iktidara karşı mücadele eden bir gericiliğin siyasal silahı haline geldiğinde; köktencilere karşı takınılacak tek tutum benzersiz bir düşmanlık olmalıdır.
 
Diğer yandan islâmi köktencilik nesnel olarak ilerici nedenlerle hayat bulan bir mücadelenin ideolojik-politik bir ekseni olarak savaş düzeni alabilir. Kuşkusuz bu eksen biçimsizdir, ancak sol hareketlerin başarısızlığının, güçsüzlüğünün ya da yenilgisinin geride bıraktığı boşluk bu eksen tarafından doldurulmuştur. Müslüman köktencilerin yabancı bir işgale (Afganistan, Lübnan, Filistin, Irak, vs.) yahut etnik ya da ırkçı bir baskıya karşı savaştığı bölgelerdeki durum, onların gerici bir siyasal baskı rejimi karşısında halkın kininin temsilcisi olduklarındaki gibi, budur. Genel olarak göçmen halklara reva görülen yaşama koşullarına karşı bir isyanın ifadesi olduğu için gelişen batıdaki islâmi köktenciliğin durumu da budur.
 
Aslında, genelde din açısından olduğu gibi, islâmi köktencilik açısından da «bir yandan gerçek sefaletin dışavurumu, diğer yandan gerçek sefalete karşı çıkış» olmak mümkündür. Arada küçük bir farklılık vardır. Eğer aktif bir karşı koyuş söz varsa; halkların «afyonu» değil, daha ziyade halkın bir kısmının «eroini» olma durumu söz konusudur. Bunun da hammaddesi «afyondur», fakat afyonun uyuşturucu etkisinin yerini eroinin coşturucu, kendinden geçirici etkisi almıştır.
 
Tüm bu durumlarda, zorbaya, ortak düşmana karşı mücadelenin koşullarına göre bir taktik tutum benimsemek gerekir. İslâmi köktenciliğin zararlı etkilerine karşı bir ideolojil mücadeleden kesinlikle vazgeçmeksizin müslüman köktencilerle, duruma göre basit sokak gösterilerinden silahlı direnişe kadar, aynı savaş alanında bir araya gelmek gerekli ya da kaçınılmaz olabilir.
 

8. İslami köktenciler, marksistler tarafından yürütülen bir mücadelede, koşullara bağlı olarak objektif müttefikler olabilirler. Ne var ki bu eşyanın tabiatına aykırı koşulların zorladığı bir ittifaktır. Rusya’da çarlığa karşı yürütülen mücadelede olduğu gibi, çok daha doğal ittifaklar için konulan kurallara, söz konusu durumda daha da fazla itibar etmek gerekir.
 
Bu kurallar, XX. Yüzyıl başında, Rus marksistler tarafından açıkça belirlenmişti. Troçki’nin 9 Ocak’tan Önce broşürüne 1905 Ocağı’nda yazdığı önsözde Parvus bu kuralları şöyle özetlemişti:
 
“Kısaca, belirli fırsatlarda ortaya çıkan müttefiklerle ortak bir mücadele durumunda, aşağıdaki maddeler uygulanabilir:

1) Örgütleri birbirine karıştırmamak. Ayrı yürümek, fakat birlikte vurmak.

2) Kendi siyasi taleplerinden vazgeçmemek.

3) Çıkar farklılıklarını gizlememek.

4) Müttefikini bir düşmanı izler gibi takip etmek.

5) Bir müttefiki muhafaza etmekten çok, mücadeleyle ortaya çıkan durumu kullanmayı önemsemek.
 
“Parvus bin kere haklıdır” der Lenin, Nisan 1905 tarihli Vperiyod dergisinde yayınlanan bir metinde, ve “örgütleri karıştırmama, ayrı yürüyüp birlikte vurma, çıkar farklılıklarını gizlememe, müttefikini bir düşman gibi gözetleme konusundaki (çok haklı olarak hatırlatılan) mutlak koşulun” altını çizer. Bolşevik yönetici, yıllar boyunca bu koşulları sayısız kez sıralamıştır.
 
Aynı ilkeler Troçki tarafından da bıkıp usanmadan savunulmuştur. Lenin’den sonra Komünist Enternasyonal (1928), Çin Komintang’ıyla ittifaklar konusunda tartışırken, burada söz konusu olan meseleye son derece uygun olan şu cümleleri yazar:
 
“Uzun zaman boyunca, hiçbir şekilde elimizi kolumuzu bağlamayan ve bizler için hiçbir siyasi zorunluluk yaratmayan, kesinlikle pratik anlaşmaların, şeytanla bile yapılabileceği söylenmiştir. Fakat, bu vesileyle şeytanın tümüyle Hıristiyanlığa dönmesini, aynı zamanda da dini amaçlarla boynuzlarını kullanmasını […] talep etmek saçmalık olur. Böylesi koşullar koyarak, aslında, şimdiden itibaren şeytanın avukatları olarak hareket ediyor, ve onun vaftiz babaları olmayı teklif ediyor oluruz.”
 
Birçok troçkist, islâmi köktenci örgütlerle ilişkilerinde Troçki tarafından önerilenlerin tam tersini yapmaktadır. Bu, daha önce açıkladığımız gibi, troçkistlerin değneyi daha çok diğer uca büktüğü Fransa için değil, Manş Denizinin diğer kıyısı, Britanya için geçerlidir.
 
Britanyalı aşırı sol, müslüman nüfusa Fransa’daki aşırı soldan çok daha fazla açılmış olma meziyetine sahiptir. Kendi ülkesinin hükümetinin de katıldığı Afganistan ve Irak savaşlarına karşı müslüman mültecilerin de kitlesel olarak katıldığı muhteşem eylemler düzenlemiştir. Aşırı sol, savaş karşıtı harekette köktencilikten esinlenen bir müslüman örgüt ile ittifak yapmaya kadar bile gitti. Bu Örgüt, Britanya Müslüman Birliği (Muslim Association of Britain-MAB), Orta Doğu’nun temel “ılımlı” İslami köktencilik hareketinin, Müslüman Kardeşler hareketinin (ki bazı ülkelerin meclislerinde de temsilcileri vardır) Birtanya’daki uzantısıdır.
 
İlkesel olarak, karşı çıkılacak hiçbir şey yoktur, düzgünce sınırlandırılmış hedefler için oluşturulmuş böylesi bir ittifakta, yukarıda saydığımız kurallara kesin bir biçimde itibar etmek kaydıyla. Bununla birlikte sorun, özellikle bu örgüte – ki Britanya’daki büyük müslüman kitleyi temsil etmekten uzaktır- öncelikli müttefik olarak davranılmasıyla başlıyor. Daha genel olarak söylemek gerekirse, Britanyalı troçkistler, savaş karşıtı hareket içinde MAB ile ittifakları sırasında, yukarıda belirtilenlerin tam tersini uygulama eğiliminde olmuşlardır, yani:
 
1) bayrakları ve pankartları birbirine karıştırmak, gerçek ve mecazi anlamda; 2) siyasi kimliklerinin, köktenci müttefikleri rahatsız edebilecek unsurlarının önemini azaltmak, ve nihayet 3) savaş vesilesiyle ittifak oluşturulmuş bu kesime, sınıf mücadelesinden çok medeniyetler çatışmasına tekabül eden dünya görüşlerini “anti-emperyalist” olarak tanımlayarak, sanki bunlar stratejik müttefikler gibi davranmak.

 
9. İttifakın savaş karşıtı bir seferberlik bağlamından bir seçim ittifakına dönüşmesiyle, bu eğilim yoğunlaşmıştır. Tabi ki MAB, köktenci ilkeleri bir solcu programa destek vermesini engellediğinden, Britanyalı troçkistlerin kurduğu seçim koalisyonu RESPECT’e kendi ismiyle katılmamıştır. Fakat MAB ile RESPECT arasındaki ittifak, örneğin, MAB’nin gözde yöneticileri olan eski başkanı ile sözcüsünün RESPECT listelerinden aday olması şeklinde gerçekleşmiştir.
 
Bu hamleyle birlikte, ittifakın niteliksel bir sıçramayla ulaştığı düzey, marksist bakış açısından kesinlikle karşı çıkılacak durumdadır: topluma dair tamamen gerici bir anlayışa sahip gruplar ve/veya bireylerle ortak hedeflere yönelik eylem dışında –yani bu durumda Britanya hükümetinin ABD’yle birlikte yürüttüğü savaşa muhalefet etmek ve Filistin halkına yapılanları teşhir etmek– “hiçbir siyasi zorunluluk” getirmeyen “kesinlikle pratik anlaşmalar” yapmak ne kadar meşru ise, marksistler için bu tarz bir muhatapla bir seçim ittifakı oluşturmak –ki böylesi bir ittifak toplumsal ve siyasi değişime dair ortak bir anlayışı varsaymaktadır– o kadar kabul edilemezdir.
 
Kaçınılmaz olarak bir dini köktenciyle aynı seçim listesinde yer almak, onun toplumsal ilericiliğe ve emekçilerin özgürleşme davasına katıldığına dair yanıltıcı bir izlenim yaratmaktır! Bu tarz bir ittifakın mantığı ona katılanları, siyasi rakiplerinin kaçınılmaz eleştirileri karşısında, günün müttefiklerini savunmaya, ve kendilerini onlardan ayıran derin farklılıkları azımsamaya hatta gizlemeye itmektedir. Onların, ilerici toplumsal hareketin bünyesindeki avukatları hatta vaftiz babaları ve anaları haline gelirler.
 
Böylece Britanya’daki Sosyalist İşçi Partisi’nin (Socialist Workers Party-SWP) ve RESPECT koalisyonunun başlıca yöneticisi Lindsay German, 13 Temmuz 2004 tarihli The Guardian gazetesinde yayınlanan ve MAB’ın web sitesinde “muhteşem” (“Wonderful”) olarak nitelendirilecek bir yazı yazar. “Bir Şeref Nişanı” (“A badge of honour”) başlıklı metinde, yazar, islam düşmanlığı mağdurlarının gözlerini kendilerine çevirdiğini görmenin kendisi ve yoldaşları için bir onur olduğunu belirterek, MAB ile yapılan ittifakı heyecanlı bir biçimde savunur ve –kelime zayıf kalıyor– şaşırtıcı bir açıklama sunar. Argümanları kısaca aktaralım: müslüman köktenciler kadın ve eşcinsel karşıtı olan tek kesim değildir, hıristiyan köktenciler de bu yaklaşımı paylaşıyor. Ayrıca savaş karşıtı toplantılarda giderek daha fazla kadın MAB adına konuşuyor (tıpkı mollaların İran’da düzenledikleri mitinglerdeki gibi, diye ekleyebiliriz). Britanya Ulusal Partisi’nin (British National Party-BNP) faşistleri MAB’dan beterdir.
 
“Şüphesiz, diye yazısına devam ediyor Lindsay German, kimi müslümanlar –ve müslüman olmayanlar– toplumsal meseleler hakkında sosyalist ve liberal soldan daha muhafazakar görüşlere sahiptir. Fakat bu, bir ortak çıkara dair meselelerde işbirliği yapmaya engel olmamalıdır. Örneğin, eşcinsellerin hakları konusundaki bir kampanyada, tüm katılanların Irak savaşı hakkında aynı bakış açısına sahip olmasında ısrar edilir miydi?”
 
Bu argüman, yalnızca bir savaş karşıtı kampanyayı ilgilendirseydi kabul edilebilir olurdu. Fakat RESPECT gibi gay ve lezbiyenlerin hakları için düzenlenen bir kampanyadan çok daha genel bir programa sahip bir seçim ittifakını gerekçelendirmek için kullanıldığında, ancak görünüşte bir doğruluk taşıyor.
 

10. Seçimcilik, görüş mesafesi sınırlı bir politikadır. Bir seçim başarısı elde etme yolunda, Britanyalı troçkistler, aslında kendi ülkelerinde radikal bir solun inşasının stratejik çıkarlarına zarar veren bir oyuna girişmiş durumdalar.
 
Onları bu yola sokan, her şeyden önce bir seçim hesabıdır: Londra ve Washington tarafından yürütülen savaşlara karşı çıkan hatırı sayılır mülteci kitlelerin oylarını almaya çalışmak (arada şunu da belirtelim ki MAB ile ittifak Afganistan ve Irak savaşları ekseninde kurulmuştur, fakat Kosova savaşında değil –doğal olarak!). Eğer mülteci (veya iltica edenlerin çocuklarından-torunlarından oluşan) emekçiler arasında örgütlenme tasasına dayansaydı, bu amaçla bu kesimlerin maruz kaldıkları spesifik baskıya dikkat çekilse ve bu cemaatlere ait sol militanlar, örneğin seçim listelerinde başlara koyularak, öne çıkarılsaydı, kısacası Fransa’daki aşırı solun yapmadıklarını yapılsaydı, hedefin kendisi meşru sayılabilirdi.
 
Oysa, MAB gibi İslami köktenci bir örgütle seçim ittifakı kurmayı yeğleyerek, Britanya aşırı solu, bizzat bu grubun mülteci cemaatleri içinde yayılmasında bir sıçrama tahtası işlevi görmektedir, halbuki onu ideolojik olarak mücadele edilmesi ve örgütsel açıdan büyümesinin engellenmesi gereken bir hasım olarak görmelidir. Er ya da geç, bu eşyanın tabiatına aykırı ittifak bir engele çarparak tuzla buz olacaktır. O zaman da troçkistler bir seçim başarısı uğruna genişlemesini kolaylaştırdıklarına karşı mücadele etmek durumunda kalacaklar. Ki kesin olmaktan uzak olan bu başarıyı köktenci müttefiklerine borçlu olacakları da şüphelidir.
 
Köktencilerin hangi gerekçelerle RESPECT’e (ve bu islamcı grupla ilişkilerinde troçkistlerden çok daha oportünist olan Londra Belediye Başkanı, sol-Labour’cu Ken Livingstone’a) oy vermeye çağırdıklarına bir göz atmak yeter. Şeyh Haitham El-Haddad’ın MAB’nin sitesinde yayınlanan 5 Haziran 2004 tarihli fetvasını okuyalım.
 
Ulu şeyh, “insanların yasasının gölgesinde yaşayan müslümanlar için Yaratıcı Allah’ın yasasının hayatın tüm alanlarında en üstün yasa olması için gerekli tüm araçlarla hareket geçmelerinin zorunlu” olduğunu açıklıyor. “Bunu yapacak durumda değillerse, o halde onlar için, kötülüğü asgariye indirmek ve iyiliği azamiye çıkarmak zorunlu hale gelir”. Bunun ardından şeyh, “çeşitli sistemler arasından bir sistemi seçmek için oy vermek” ile “insanlara dayatılan ve yakın gelecekte değiştirebilecek durumda olmadıkları mevcut bir sistemde çeşitli adaylar arasından en iyisini seçmek için oy vermek” arasındaki farkın altını çizer.
 
“Hiç şüphe yoktur ki, diye devam eder, birinci [oy] tipi bir Küfür eylemidir, çünkü Allah ‘Yasa koymak ancak Allah’a aittir’ der.”, oysa “insanların yasasına göre yönetecek bir adaya veya partiye oy vermek, bu yöntemi olumlamak veya kabul etmek anlamına gelmez”. Böylece, “en iyi sistemin Allah’ın yasası olan şeriat olduğu fikrini savunmayı sürdürerek, kötülüğü asgariye indirmeye çalıştığımız inancıyla, bu oylamaya katılmalıyız”.
 
Oy vermek, artık meşru olduğuna göre, kime oy verileceği sorununu yanıtlamak gerekiyor. “Böylesi bir soruya cevap vermek siyasi arenanın derin ve kesin bir biçimde anlaşılmasını gerektirmektedir. Bundan dolayı, bireylerin bu sürece girmekten kaçınmaları, ve bu sorumluluğu değerli müslüman örgütlerine devretmeleri gerektiğine inanıyorum […]. Dolayısıyla müslümanlara, bu örgütlerin kararlarını kabul etmek ve uygulamak düşmektedir.”
 
Bütün bunların sonucunda, ulu şeyh Britanya müslümanlarını MAB’nin seçim talimatlarını uygulama çağırıyor ve fetvasını şu duayla bitiriyor: “Allah’tan bizlere doğru yolda rehberlik etmesini ve Efendimiz Allah’ın yasasının Birleşik Krallık’ta ve dünyanın diğer bölgelerinde zaferini sağlamasını istiyoruz.”
 
Bu fetvaya herhangi bir yorum getirmeye gerek yok. Şeyh’in ve MAB’nin hedefleriyle, marksistlerin müslüman nüfusuna yönelik faaliyetlerinde önlerine koydukları, veya koymaları gereken görevler arasındaki karşıtlık apaçık ortadadır. Marksistler, seçilmek için her şeyi yapmaya hazır oportünist politikacılar gibi ne pahasına olursa olsun oy elde etmeye yönelik davranamazlar. Öyle destekler vardır ki, El-Haddad’ınki gibi, aslında birer zehirli hediyedir. Bu hediyeleri sunanları eleştirmeyi bilmek gerekir: mülteci nüfusu içindeki ideolojik etkinlik için verilen mücadele, ne denli coşturucu olursa olsun, seçim sonuçlarından çok daha temeldir.
 
Manş denizinin her iki kıyısındaki radikal sol, sahiplendiği marksizme uygun bir tutuma geri dönmelidir. Aksi taktirde, köktencilerin müslüman nüfus üzerindeki etkisi, geriletilemez bir düzeye ulaşabilir. Bunun sonucunda bu kesimler ile Avrupa’daki diğer emekçiler arasındaki uçurum daha da derinleşecektir; halbuki bunları yakınlaştırma görevi, barbarlıklar çatışmasını kapitalizme karşı ortak mücadeleyle ikame etmenin vazgeçilmez koşullarından biridir.
 
(Bu yazı Yeniyol dergisinin Ocak 2005 tarihli sayısında Mutlucan Şahan’ın çevirisiyle yer almıştır.)