Gilbert Achcar* –

 

Maxime Rodinson’un, 23 Mayıs 2004 günü, 89 yaşındayken meydana gelen ölümüyle çok özgün bir Batılı İslambilimcileri çizgisinin son simalarından biri daha kayboluyordu. Régis Blachère, Claude Cahen ve Jacques Berque gibi Rodinson da öncü yaklaşımlara sahip olan, İslami araştırmalar alanını diğer sosyal bilimlerle ilişkiye geçirerek aydınlatan ve böylece kendilerini de sömürgeci “şarkiyatçılığın” temel yanılgılarından kurtararan, Batı’nın tahakkümüne karşı mücadele içindeki Müslüman toplumların davasına duyarlı olan o yazarlar topluluğuna aitti(1). Onlar, İslam’ın Batı’nın imgeleminde köktencilik ve terörizm şekli altında birincil düşman mertebesine yeniden ulaştığı çağımızda, gösteri toplumunun öncelikli aktörü haline gelen “bilirkişilik”in aşırı ölçüde medyatikleştirilmesiyle (hâlâ) bozulmamış yazarlardır.
 
Maxime Rodinson, eleştirel bir Marksçıl analiz yöntemini Müslüman alemine uyarlamakla benzerlerinden ayrılır. Bununla birlikte, Marx’la olan ilişkisi, eserini karakterize eden ve sadece İslami araştırmalarla sınırlanamayacak olan izleklerin ve ilgi alanlarının çeşitliliğinin de kökeninde bulunmaktadır. Kuramsal katkısı, hiçbir zaman inkar etmediği Marxçıl esiniyle sürekli diyalog halinde “Müslüman Alemi”nden daha genel tarihsel ve sosyolojik araştırma alanlarına yayılır. Rodinson’un eserinin, daha önemsiz sayılamayacak bir diğer boyutu, özellikle İsrail-Arap çatışmasıyla ilgilidir: Temps modernes dergisinin Haziran 1967 savaşıyla alevlenen tartışmaya ayrılmış özel sayısında yayınlanan “İsrail, sömürgeci bir vaka mı ?” isimli makalesi siyonizmin soldan bir eleştirisinin tanımına yapılmış temel bir katkıyı teşkil etmektedir(2).
 
Rodinson’un “İslami köktendincilik” konusundaki düşünümü de, tümüyle bu Marksçıl esinin damgasını taşır: bu, hem köklü biçimde “maddeci” hem de karşılaştırmalı olan analitik yöntemi kadar siyasal tutumu için de geçerlidir. Bu siyasi-dini ideolojinin yeniden ortaya çıkışının sebeplerini (kelimenin en derin anlamıyla) anlaması kendisi gibi kökten bir kilise-karşıtı ateistin bu ideolojiye hiçbir sempati duymamasını engellememiştir(3).
 
Bugüne dek hiç yayınlanmamış olan ve aşağıda bulunan söyleşi 1986’da (tam tarihi bilemiyorum) Maxime Rodinson’un Paris’teki dairesinde, duvarları kaplayan kütüphanede kendine yer bulamayan, yere yayılmış kitap yığınları arasında gerçekleştirilmiştir. Rodinson’un konuşmasını, çıkarılması tasarlanan fakat çıkamayan bir dergide yayınlanmak üzere (kaybettiğim) kayıtlardan tutuğum notlardan –kendi sorularımı ve müdahalelerimi dahil etmeden– yeniden oluşturdum. Bu büyük düşünürün ölümü, bu çalışmayı yeniden ele almama ve bir saygı mahiyetinde yayınlatmama teşvik etti. Üstelik görülebileceği gibi, sözleri, güncelliklerinin ötesinde, eserine göre belirli bir özgünlük taşımaktadır. –G.A.

 
 

“İslami köktencilik” adı altında –ki bu tanım pek doğru değildir, “fundamentalism” ise daha kötüdür; “İslamcılık” terimi de İslam ile karıştırılmasına yol açıyor; “Radikal İslam” o kadar fena değil fakat bu tanımların hiçbiri söz konusu nesneye tekabül etmiyor– İslam’ın öğretilerinin ve pratiklerinin, siyasal ve toplumsal alanları da içerecek biçimde, tümüyle uygulanmasının Müslüman cemaatini, hatta tüm dünyayı, idealleştirilmiş ilk Müslüman cemaatinin –Hristiyan takvimine göre 622 ile 632 yılları arasında Medine’de bulunan cemaatin– bir yansıması olan uyumlu, ideal bir devlete götüreceğini düşünen tüm grupları toplayabiliriz.
 
Bu açıdan, laik bir siyasi ideoloji olan komünizm ile bir benzerlik taşır. Buna göre, kurucu tarafından formüle edilen reçetelerin tümüyle uygulanması baskısız ve sömürüsüz, uyumlu bir topluma yol açmalıdır. Buna karşılık, Hristiyanlık’ta benzer bir ideoloji yoktur: Hristiyan köktenciler İsa’nın öğretilerinin tümüyle uygulanmasının tüm dünyayı iyi ve güzel yapacağını düşünür, fakat bu ille de toplumun yapısını değiştirmek zorunda değildir.
 
Bunun sebebi Hristiyanlığın ve İslam’ın oluşumu arasındaki derin farklılıkta yatar. İlk başlarda, Hristiyanlar, etkileyici bir yönetime sahip geniş bir imparatorluğun, Roma İmparatorluğu’nun geri kalmış bir bölgesinde, karizmatik bir kişi etrafında toplanmış küçük bir “tarikat”, ideolojik bir topluluktan oluşuyordu. Bu küçük tarikat, başlangıçta, siyasal ve toplumsal bir program öne sürme iddiasında olamazdı. Ne İsa’nın, ne de iki veya üç yüzyıl boyunca Kilise’nin ilk rahiplerinin niyetiyi buydu.
 
İmparator Konstantin’in 325’de bu Kilise’nin (Latince ecclesia, yani “kurul”) bir devlet dini olması gerektiğini açıklamadan önce, iyi oturtulmuş, özerk bir ideolojik aygıt inşa etme vakitleri olmuştur. Öyle ki, Konstantin’den sonra bile, iki ayrı aygıt, Devlet aygıtı ve Kilise aygıtı geleneği var olmaya devam etmiştir. Bunlar sembiyoz halinde veya müttefik olabilirler, ve sık sık da olmuşlardır (kılıç ve serpmeç ittifakı, Sezarcı-Papacılık, vs.); fakat çatışma halinde de olabilirler (Papazlık ve İmparatorluk mücadelesi, XIV. Louis ve Philippe Auguste’ün dinden çıkarılması, vs.). Kilise-Devlet’e dair de Protestanlar’da bir kaç örnek mevcuttur (XVI. Yüzyılda Cenevre, XVII. Yüzyılda Massachusetts), ancak bunlar Hristiyanlık tarihinde birer istisnadırlar.
 
İslam, Roma uygarlığının alanının dışında bulunan devasa bir yarım adada doğmuştur. Burada tamamen özerk olan Arap kabileleri yaşamaktaydı ve yalnızca bazı ortak kurumlara sahiplerdi: dil, kimi kültler, bir takvim, fuarlar ve şiir turnuvaları. Medine döneminde (622’den ölümüne, 632’ye) Muhammet hem siyasi hem dini alanda en üst yönetici sayılıyordu. Tanrıyla ilişkili olan bir dini şef, fakat aynı zamanda, Roma yasalarına itaat etmeyen cemaatin de şefidir. İhtilafları çözüyor, kabilelerin katılımını sağlıyor, savunma ve gerektiğinde (o dönemin Arabistanı’ndaki bu devletsiz alemde hakim yaşam tarzı olan) saldırı ihtiyaçlarını karşılıyor. Böylece İslam’ın kökenlerinde, siyasal olan ile dini olanın tek bir aygıt içinde içiçe geçişini bulabiliriz –en azından teoride, çünkü geniş bir İslam imparatorluğu kurulduğunda, görevlerde bir uzmanlaşma kendini dayatır.
 
Dinin ve devletin ayrılması İslam’ın idealine aykırıdır, fakat pratiğine değil, çünkü her zaman uzmanlaşmış ulema kolları mevcut olmuştur: İslam’da hakimler, Batı’nın Roma hukukundaki hakimlerden farklı yetkilere sahiptir ve dini aygıta aittir. Hatta burada, Yahudilik ile çok yakın bir akrabalık görürüz. Tıpkı İslam’daki ulema gibi, burada da hahamlar kutsal bir din adamları sınıfı oluşturmazlar fakat birer alimdirler (sinagog, beit midrash eğitim yerleridir). Buna karşın bugün, Medine’ye has tek bir siyasal ve dini otorite ideali vardır. Gerçekten de İslam’daki gibi saf bir siyasal-ideolojik cemaate ender olarak raslanır –1917 sonrasının komünizmi hariç, o da İslam gibi ana akımdan kopmalar yaşamıştır ve siyasi otoriteler doktrini teorik sorunlar kadar ilksel ideolojiye ve düşünülmesi gerekenlere odaklamıştır. Bununla birlikte komünizmin geleceğe yöneldirilmiş bir tasarı olduğu noktada, İslami köktencilik gerçek, fakat on dört yüzyıl öncesine ait bir modele bağlanır. Muğlak bir idealdir. Müslüman köktencilere, “Kapitalizmi de sosyalizmi de aşan reçetelerinizin olduğunu söylüyorsunuz” dediğinizde, size son derece muğlak vaızlarla cevap verirler, bunlar Kuran’dan veya Hadislerden (genelde yanlış yorumlanmış) iki üç ayete dayanan hep aynı cevaplardır.
 
Oysa, Peygamber’in zamanında böyle bir sorun yoktu, çünkü kimse toplumsal yapıyı değiştirmeyi düşünmüyordu : her şey öyle olması gerekiyormuş gibi karşılanıyordu. Muhammet köleliğe karşı hiç bir şey söylememiştir (tıpkı İsa’nın ücretliliğe karşı bir söz söylemediği gibi). Şüphesiz, Kuran’da hiyerarşilere göre örgütlenmiş toplumsal bir cemaat fikri mevcuttur, fakat o dönem için bu tamamen normaldir. Muhammet toplumun içinde bulunur, halbuki İsa onun dışındadır. Konfüçyüsçülük gibi İslam da devletle ilgilenirken, İsa’nın ve Buda’nın öğretileri kişisel selamet arayışını eksen alan ahlaklardır.
 
İslami köktencilik geçmişçi bir ideolojidir. Müslüman köktenci hareketler toplumsal yapıyı altüst etmeyi hedeflemiyorlar, yahut yalnızca ikincil bir amaç olarak bunu hedefliyorlar. Ne Suudi Arabistan’da ne de İran’da toplumun temellerini değiştirmişlerdir. “İslami devrimlerin” kurdukları “yeni” toplum, çarpıcı biçimde yıktıklarına benzemektedir. Beni azarlamışlardı, 1978’de, çok ılımlı bir biçimde, İran’daki din adamları sınıfının hiç de olumlu kestirimlerde bulunulmasını sağlamadığını söylediğimde. “En iyi olasılıkla Humeyni Dupanloup olur, en kötü ihtimalle de Torquemada” diyordum. Maalesef en kötüsü oldu.
 
Tarih tarafından kavranıldığımızda, kararlar almak zoruna kalırız. Böylece siyasi akımlar oluşur : sol, sağ, merkez. Avrupa’nın etkisiyle, Müslüman alemi Batı’dan –liberal parlamenter veya Marksizme meyilli sosyalist– bir çok reçete ödünç almıştır. Sonunda bunlardan biraz iğrenildi: parlamenterizm iktidara toprak sahiplerini getiriyordu, sosyalizm ise askeriyeden veya başka kesimlerden gelen yönetici tabakalarını. Sonunda “bize has” eski ideolojiye geri dönülmek istenmiştir: İslam. Fakat Avrupa’nın etkisi derin izler bırakmıştır, özellikle de yöneticilerin, genellikle oy aracılığıyla esinlerini yönetilenlerden alması fikrini. Bu Müslüman aleminde yeni bir fikirdir: böylece, Hümeyni’nin yaptığı ilk iş, seçimler düzenlemek ve yeni bir anayasa hazırlamak oldu.
 
Kadınlar konusunda, İslam’da eril üstünlük ve ayrımcılık konusunda geleneksel bir cephanelik buluruz. İslami köktenciliğin hemen her yerde çekiciliğe sahip oluşunun sebeplerinden biri, modernist ideolojiler yüzünden geleneksel ayrıcalıklarını yitirdiklerini gören erkeklerin, onlara önerildiği şekliyle bir Müslüman toplumda, eril üstünlük konusunda kutsal argümanlara dayanabileceklerini bilmeleridir. Bu, İslami köktenciliğin gördüğü rağbetin –çoğu kez karartılan fakat çok derin dayanakları olan ve kimi zaman da bilinçaltında bulunan- nedenlerinden biridir: modernleştirici deneyimler kadınlara daha fazla hak tanıma yönündeydi ve bu belirli bir sayıdaki erkeği çileden çıkarıyordu.
 
1965’te Cezayir’e gitmiştim: Ben Bella’nın kadınların eşitliğini yaymak için temkinli çabalarda bulunduğu bir dönemdi. Bugünün içi boş deneklerinden olmayan resmi bir kadın kuruluşu, başkentte bir kongre yapıyordu. Kongre çıkışında, Ben Bella Cezayir sokaklarında yürüyen kadın kortejinin başına geçti. Her iki taraftan da, kaldırımlardan iğrenmiş halde erkekler ıslık çalıyor, küfürler savuruyordu, vs. Eminim ki bu Boumediene’in darbesinde bir rol oynamıştır ve birçok kişinin ona sempatiyle bakmasında etkili olmuştur.
 
İslami köktencilik geçici, geçişsel bir harekettir, fakat daha otuz veya elli yıl sürebilir –bilemiyorum. İktidarda olmadığı yerlerde, insanları aşırılığa bağlanmaya iten tabandaki bu yoksunluk, bu tatminsizlik olduğu sürece bir ideal olarak kalmaya devam edecektir. Kendisinden iğrenmek için uzun bir din egemenliği deneyimi gerekir: Avrupa’da bir hayli sürdü! Dönem uzun süre Müslüman köktencilerin hakimiyeti altında kalacaktır.
 
Eğer İslami köktenci bir rejim çok görünür yenilgiler yaşarsa ve açık bir zorbalığa, alçakça bir hiyerarşileşmeye yol açarsa, ve milliyetçilik düzeyinde de başarısızlıkları olursa, bunlar bir çok insanı, bu kusurları teşhir eden bir alternatife yöneltebilir. Fakat inandırıcı, heyecanlandırıcı ve seferber edici bir alternatif gerekir, bu da kolay olmayacaktır.

 

*Paris-VIII Üniversitesi, Marc Bloch Merkezi (Berlin).

Yayınlanan eserleri: Kaynayan Orta Doğu, İthaki Yayınları; Barbarlıklar Çatışması, Everest Yayınları; İsrail’in Hizbullah’a Karşı Savaşı, Yazın Yayıncılık; Tehlikeli Güç – ABD’nin Dış Siyaseti ve Ortadoğu (Noam Chomsky ile birlikte), İthaki Yayınları; Halk İstiyor, Ayrıntı Yayınları

 

(1) İslami araştırmaların gelişimi konusundaki kendi görüşleri için Bkz. La fascination de l’Islam (1980, 1999) (Türkçesi: Batıyı Büyüleyen İslam, çev. Cemil Meriç, Pınar yayınları)

(2) Bu makale şu kitapta yeniden yayınlanmıştır: Peuple juif ou problème juif? (1981).

(3) Maxime Rodinson’un çağdaş İslami köktencilik konusundaki temel görüşleri şu kitaplarda bulunabilir: L’Islam: politique et croyance (1993), De Pythagore à Lénine : des activismes idéologiques’ün birinci bölümü (1993).