Masis Kürkçügil

“80’li yıllardan itibaren dünyanın her tarafında yürürlükte olan neoliberal politikalar insanların alışageldiği toplumsal kazanımlarını tahrip etti. Bununla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda tabiatı da tahrip etti. İnsanlar arasındaki ilişkileri radikal bir şekilde değiştirdi. Güvenlikçi bir zihniyet giderek, polis devletine yönelen bir zihniyet hakim olmaya başladı. Bütün bunların 30 yıldır kuluçkalama dönemi oldu. Bunların farklı türden ürünleri ortaya çıktı. Her kuluçkadan yumurta çıkmıyordur. Ama eğer bir olay patlak veriyorsa bunun arkasında bir birikim vardır.”

Genel anlamda bu döneme has isyanlar meydana gelmeye başladı. Amerika’da Wall Street işgalleri, İngiltere’de yağma hareketine dönüşen, İspanya’da meydanlara sığmayan öfkeliler hareketi, Yunanistan’daki isyanlar, Arap ayaklanmaları… Bu çerçeveye baktığımızda Türkiye’de son yaşananları da göz önüne alırsak bu hareketlerin temel belli başlı ortak karakteristlik özellikleri olduğundan bahsedebilir miyiz?

Küreselleşme çağının temel özelliklerinden  biri her hangi bir mekanda  ve tarihte olan bir olgunun uluslar arası yankıları olmasıdır.

Eğer dünyanın başka yerlerinde başka sesler bu tür olaylara cevap vermiyorsa o taktirde yaşanan kendinden menkul bir olaydır. Bugün Taksim direnişi hem dünya basınında önemli bir yer tuttu hem de Brezilya’da bir tür ‘her yer İstanbul her yer direniş’ gibi yeni bir harekete bir yankı oldu. Ama bunun yanı sıra sadece Türkiyelilerin değil o yerde yaşayan insanlarında dünyanın birçok ülkesinde bir takım destek gösterileri yaptığını görüyoruz. Türkiye toplumsal muhalefet tarihinde  bu belki de yaşadığımız ilk ve dileriz ki tek olay olmaz ama tek olaydır.

O açıdan şimdiden tarihe geçmiştir denebilir. Genel olarak Marcos’un 1996 Temmuz’unda neoliberalizme karşı bir çağırısı ile küreselleşme karşıtı, neoliberalizme karşı mücadele ile 1999 Seatle olayı çok önemli bir çıkış oldu.

O gün bu gündür önemli şekilde oluşan toplumsal muhalefet hareketlerine rastlıyoruz. Bu hareketler kesikli, yani belli bir devamlılığı olmayan hareketlerdir. Bir kısmı ise siyasal atılımları da olan hareketlerdir. Bunları tabir-i caiz ise tasvir etmek ve buradan bir genellemeye gitmek mümkün olabilir ama şart değildir. Bunları bütün çeşitliliği içerisinde neoliberalizme karşı hareketler olarak değerlendirmek lazım.

Büyük oranda kendiliğinden hareketler olarak patlak veriyorlar.

Dolayısıyla herhangi bir siyasi örgüt ya da kurum tarafından organize edilmiyor. Ama bardağı taşıran bir damla vardır muhakkak. Bir yerde bir cinayet olabilir, bir yerde ‘bir ağaç kesme’ olabilir…

Ama özü itibariyle 80’li yıllardan itibaren dünyanın her tarafında yürürlükte olan neoliberal politikalar insanların alışageldiği toplumsal kazanımlarını tahrip etti. Bununla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda tabiatı da tahrip etti. İnsanlar arasındaki ilişkileri radikal bir şekilde değiştirdi. Güvenlikçi bir zihniyet giderek, polis devletine yönelen bir zihniyet hakim olmaya başladı. Bütün bunar 30 yıldır kuluçkalama dönemi oldu. Bunların farklı türden ürünleri ortaya çıktı. Her kuluçkadan yumurta çıkmıyordur. Ama eğer bir olay patlak veriyorsa bunun arkasında bir birikim vardır.

Kendiliğinden olaylarda kimileri diyebilir ki olay ‘patladıktan sonra bunun sinyalleri vardır.’ Ama bu sinyaller genellikle aşırı iyimser değilseniz veya zafer sarhoşluğundan muzdarip değilseniz farkedilmez. Londra’daki gibi kenar mahalledeki yoksulların ayaklanması hem yoksulluğa hem eşitsizliğe hem de ırkçılığa karşı bir mücadele olarak başladı. Bazen daha şenlikli bir gösteri olarak Wall Street’de olduğu gibi yani %99 hareketi diye gelişir. Dolayısıyla bütün bu çeşitlilik içinde bir neoliberalizme karşı farklı siyasal derecelendirmelerle çeşitlilik arz eden hareketler söz konusu. Türkiye’de yaşanan olayı da bunlardan ayrı düşünmemek gerekir.

Bu hareket için bir halk ayaklanması tespiti yapılabilir mi?

Halk kavramının bütün muğlaklığı göz önüne alaraktan eğer bu kadar geniş kesimler, neredeyse Türkiye’de var olan illerin %80’inde küçük veya büyük gösteriler olabiliyorsa ama İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerde de ciddiye alınması gereken çatışmalarla birlikte bu hareket kendi sürekliliğini sağlıyorsa elbette buna bir küçük grup hareketi, bir marjinaller hareketi deme gafletine düşmemek lazım. Bu bir halk hareketidir. Ama halk kavramının muğlaklığını da göz ardı etmeden. Yani bazı neoliberalizme karşı hareketlerde örneğin antikapitalist muhteva çok açıktır. Veya neoliberalizme karşı olma. Keynesyen anlamda da olabilir. Yani devletin toplumun ortalama yaşam seviyesini yükseltmesi için, temel hizmetlerin iyileştirilmesi için müdahele etmesi. Küreselleşme karşıtı hareket içinde azımsanmayacak derecede Keynesyen zihniyete sahip olanlar da var. Mesela Wall Street’de de böyle bir yan vardı. Ama Bolivya’daki suyun özelleştirilmesine karşı mücadele edenler çok daha radikal taleplerle ortaya çıktılar. Çünkü orada yağmur sularının bile özelleştirilmesi söz konusuydu.

Onlar doğrudan iktidar ile bir çatışma içerisine girdiler. Çünkü su ile iktidar karşı karşıya gelmiş durumdaydı. Bizim örneğimizde ise bu neoliberal politikalara karşı oluş biraz örtük bir biçimde var.

Mesele iki ağaç meselesi değildir. Onu herkes kabul ediyor. Ama Başbakan’ın dediği gibi de iki ağaç değil de Erdoğan’ı düşürmek için de yapılmış bir uluslar arası komplonun da parçası değildir bu iş.

Genellikle ulusalcılar dile getiriyordu bu komplo teorilerini. Bugün ise AKP’liler…

Bu zihniyet dünyanın her yerinde vardır. Bir halk ayaklanması varsa iktidardakiler için mutlaka ‘bizim masum halkımız’ böyle şeyler yapmaz. ‘Bizim halkımız kuldur bizim dediğimizden  dışarı çıkmazlar’ anlamına gelir. Bu tek partili, eski, kendisine sosyalist diyen Doğu ülkelerinde de vardı. Doğu Berlin, Macaristan, Polonya vs.’de olmuş şeylerdir. Çin’de Tiananmen Meydanı’nda olmuş olan bir şeydir.

Bu sadece Erdoğan’a ait olan bir zihniyet değil kendisine solcu desin sağcı desin iktidarlar için herhangi bir sokak muhalefetine karşı yürüttükleri bir muhakemedir. Burada örtük olan husus şu aslında: iki ağaç değil. Burada bir betonlaşmaya karşı ve ticarileşmeye karşı, yani bir alışveriş binasına karşı bir direniş var. Yani orası bir yetimhane olsa, orası bir ihtiyarhane olsa tepki bu kadar olmaz gerçekten. Oraya bina yapılması yine doğru bir şey değildir; ama o sosyal bir proje olarak karşımıza çıkar, oysa bu ise tamamen tipik neoliberal bir zihniyetle zaten İstanbul’da var olan sınırlı bir yeşil alanın betonlaştırılması anlamına gelmektedir. Ve dediğimiz gibi burada da ticarileştirme esas olacak.

Eylem içinde bilinçlenme: “İnsanlar artık daha önce olduğu gibi değildir.”

Dolayısıyla her kendiliğinden harekette olduğu gibi çeşitli saiklerle, dürtülerle katılırsınız eyleme, ama örtük olarak siz farkında olsanız da olmasanız da karşı çıktığın o husus değildir; onunla birlikte başka şeyler de karşınıza gelir. Zaten eylem içinde bilinçlenme, yani  bir anlamda durumun farkına varma meselesi de budur. Oraya gidersiniz daha önce herhangi bir güvenlik meselesi yokken polis şiddetiyle karşılaşırsınız o taktirde rejimin karakteri üzerine düşünmeye başlarsınız. Bir polis rejiminin ne anlama geldiğini düşünmeye başlarsınız. Vatandaşlık meselesini düşünmeye başlarsınız. Tabii oradan çorap söküğü gibi aklımıza gelebilecek her türlü sorunun çözümüne ulaşacaksınız anlamına gelmez. Bu başka türlü deneyimler gerektirir. Ama bir yerden artık birey olmak durumundasınızdır. Her ne kadar sosyalistlerin birey sözcüğünü beğenmediğini, sağcıların muhafazakarların aksine bireye meftun olduklarını söyleseler de bu doğru değildir aslında. Aksine bireyselleşme süreci insanların kendi iradelerini ortaya çıkarmalarında çok önemli bir husustur. Ve bu eylemde de gözüktüğü kadarıyla insanlar artık daha önce olduğu gibi değildir.

Yani bir tek mesele için orada bulunan insan bile en azından birkaç mesele hakkında sorular sormaya başlamıştır. Buradan başka sorunlara yönelebilir ama o sorunlar etrafında da böylesi birliktelikler kurarak ortak mücadelelere atılması gerekir.

Bu kuşak apolitik denilen, bilgisayar kuşağı denilen insanlardan oluşuyor. Aslında bu kuşak küreselleşmenin yarattığı bir kuşak. Klasik bir laf vardır, ‘kapitalizm kendi mezar kazıcılarını yaratır.’ Küreselleşme ile bu kuşak arasında böyle bir bağdaştırma kurabilir miyiz?

Bunlar mezar kazıcı değil. İkincisi bir başka örnek vermek gerekirse 1968’de Fransa’da önemli bir öğrenci olayı olmuştur. Fransa’nın yeniden kurucusu olarak adlandırılabilecek General De Gaulle Almanya’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Ama hemen akabinde yapılan seçimleri sol kazanmamıştır, sağ kazanmıştır. Tabii ki 68 bir hükümet değişikliğine yol açmamış olsa da sadece Fransa’da değil genel olarak çok daha geniş bir çerçevede insanlığın bir takım alışkanlıklarını değiştirdi, yeni perspektifler üretti. Ama öyle bir mezar kazıcılık sözü olması için çok daha derin toplumsal kaynakların olması gerekir. Oysa burada önümüze çıkan bileşim yapılan araştırmalara göre sandığımızın aksine gençlerden ziyade ortalama yaşı 28 olan bir kesimi gösteriyor. Gençler muhakkak vardır her zaman da olacaktır ama önümüze çıkan tablo hareketin içindekilerin çalışan insanlar, eğitimli insanlar; bir tür entelektüellerin de proleterleşmesi sürecine bağlı olaraktan bir iktisadi zaruret altında emeklerini satmak durumunda olan insanlardır. Ve bunlar da belli bir ücret karşılığında bunu yapıyorlar. O anlamda birer emekçi olarak görünmeleri gerekir. Ama mezar kazıcı olmaları için sınıfsal dayanaklarının çok daha belirgin, kökleşmiş olması ve mekânsal olarak da bunun belirginleşmesi gerekir.

Kadınlar ve direniş

Ama bir başka hususa dikkat etmek lazım. Bu hareketi burada daha önceki ve dünyadaki örneklerinden de  farklılaştıracak olan kadınların katılımı olduğudur. Ve bunun devam ettiğidir. Önce genç kadınlar vardı fotoğraflarda. Polisle çatışmalarda, gaz yerken en önde kadınlar vardı. Sonra anneler yürüyüşe katıldılar. Ve bu oran şu anda %50’yi biraz da olsa geçmiş durumda. Bu sanıyorum çok yeni ve önemli bir husus. Eğer ilerisi için anlamlı sonuçlar çıkaracaksak burada gözüken temel hususlardan biri budur.

Çünkü bildiğimiz muhalefet hareketinin dışında neoliberalizme karşı mücadelede yeni deneyimler ve kendi aralarında geliştirdikleri doğrudan demokrasi deneyimleriyle birlikte ekolojist hareket ve feminist hareket  öne çıkmaktadır.

Sendikalar eskiden de vardı zaten. Dünyanın bazı yerlerinde yoğun katılımları oldu. Veya öğrenci hareketi. Bu da geleneksel bir şeydi. Ama şimdi bu iki husus öne çıkıyor. Bunun altını çizmekte yarar var.

“Toplumda  var olan otoriterleşmeyi de en fazla bu kuşak hissetti”

Apolitik meselesi biraz daha faklıdır. Bizde genellikle apolitikliği aptallıkla özdeşleştirirler. Oysa apolitik olmak mevcut kurumsal siyasete bulaşmamak anlamına da  gelebilir. Veya bir siyasi angajmanının olmaması da olabilir. Ama yine de değerleriniz vardır. Adalet konusunda, eşitlik konusunda, özgürlük konusunda fikirleriniz vardır. Ve zaten yapılan bütün araştırmalar  ve oradaki gündelik işleyiş şunu gösterdi: Taksim direnişine katılanlar arasında özgürlük talebi çok yüksek ve bu insanlar dayanışma pratiğini daha önce görülmedik bir şekilde becermiş durumdalar. Yani bunun özel eğitimini, bir kurs falan da görmediklerine göre demek ki bu bir ihtiyacın ürünü. Bastırılmaya karşı özgürlük talebi; ama bunun yanında demek ki bir dayanışma ihtiyacı da vardır. Bu da öne çıktı. Bunlar tabii ki daha önce bu kadar yoğunlukta görmediğimiz hususlardı. O bakımdan önemli. İlginç olan, hükümet açısında da ilginç olması gereken ise bu kuşağın AKP döneminde yetişmiş olmasıdır.

Burada da bizim toplumumuzda izlenmeyen bir başka kültür de açığa çıktı. Mizah! Mizah tabii ki her radikal eylemde çok ciddi bir unsurdur. Çünkü muhalefetin sığınağı ve en büyük silahı aslında mizahtır. Dünyayı değiştiren bütün büyük olaylarda sanat da çok büyük etkileşime girdi ama mizahın rolü bambaşkadır. O büyük bir moral verir. Muhatabınızı açığa düşürürsünüz. Yani sayfalarca yazacağınız metinlerden, kanlı canlı bildirilerden çok daha önemlidir bazen bir karikatür, bazen de bir slogan.  Mizah ile derdinizi çok iyi bir şekilde anlatırsınız ve üstelik de düşmanınızı bile etkileyebilirsiniz. AKP iktidarı altında yetişen kuşak bütün bu nimetlerden yararlandı ve belki de bu kuşak AKP’nin de demokrasi ile ekonomik büyüme veya mili gelir artışı arasında kurduğu doğrudan olan ilişkiyi açığa çıkardı. Diğer kuşaklara baktığımızda bu kuşak, bu kadar kısa sürede yüksek teknoloji kullanan tek kuşak. Kendi odasına kapandı, sokakta yürürken bile tweet attı vs. Ama demek ki toplumda  var olan otoriterleşmeyi de en fazla bu kuşak hissetti ki bu büyük bir tepki gösterdi. Bu bir paradoks. Çözülmesi gereken bir paradoks. Üzerine tartışmak gerekecek ama şu anda söyleyecek bir hikaye: AKP’nin ilk kez karizmasının böyle çizilmesi veya ilk kez yenilgiye uğraması bu kuşak sayesinde olduysa bunu sosyalistlerin de ayrıca düşünmesinde yarar var. Çünkü sosyalistler de bunu beklemiyorlardı. Görmediler. Ama bir taraftan da onların huyu ile suyu ile kültürüyle aralarında bir mesafe var ciddi şekilde. Biz genellikle daha kitabi bir muhalefet yapmaya çalışıyorduk. Bunun içinde bu kesimin hemen hemen yeri yoktu. Oysa özgürlük talebi, çok farklı kesimlerden insanları harekete geçirebilir, yan yana getirebilir… Tabii burada bir düzenleme yaparken halk kavramının da muğlaklığına değinmek gerekir. Buraya farklı saiklerle girmiş olan kesimler var. Bizim burada anlatmaya çalıştığımızı, anlamak isteyen kesim tabii ki belli bir bayrak altında bu mücadeleye katılmamış olan, ilk kez sokağa çıkıp kendini ifade etmeye ihtiyacı olan insanlar. Yoksa buraya MHP’liler, sosyalistler, ulusalcılar katıldıysa bunları az buçuk tanımlayabiliriz. Ne istediklerini ne için katıldıklarını! Ama bu kitlenin büyük kısmını oluşturmuyor. Ve yeni unsuru da oluşturmuyor. Hesabı bozan ise bu yeni unsur. Öteki unsurlar zaten bu yeni unsur olmasaydı yan yana gelemezdi. Gazetede çıkan fotoğrafa bakarak (BDP bayraklı bir genç erkek, Mustafa Kemalli bir Türk bayraklı genç kadının elinden tutup giderken yüzü baldırıya dönük yaşlı bir insvanın bozkurtu işaret yaptığı fotoğraf) bir anlam çıkarılmasın. Onlar yan yana değil, onları yan yana getiren onların da tanımadığı bu yeni kuşak.

Peki bu yeni kuşağa bakarak sosyalist hareketin kendisini sorgulaması gerekmiyor mu? Belli ki yeni kuşakla bu kitabi muhalefet dili ve kültürle herhangi bir doğru düzgün ilişki kurulamayacak.

Zaten olayın cereyan ediş tarzında, başlangıçta AKM cephesinde, Atatürk anıtının üzerinde ve merdivenlerde gözüken bol bayraklı hikayenin Gezi içinde organik bir bağlantısı yoktu. Ve Freudyen bir şey kullanırsak baba figürüne, yani Erdoğan’a isyan eden bu kitleye ‘baba yanlış ama burada dayı var’ diyerek ahkam kesenler, eylem yapan insanlara dışarıdan bilinç götürmeyi böyle zannedenler  durumun vahametinin farkında değillerdir demek ki.

Zaten şu anda bahsettiğimiz solun seçime katılanı da katılmayanı da katılamayanı da hepsini toplasak bu gerçekten bir rol çalmaya varmıştır. Bu özeleştiriyi genel olarak yapmak lazım. Kitle oradayken onunla diyalog kurmak ondan öğrenmek lazım. Tabii ona meselenin bununla sınırlı olmadığını, meselenin çok daha köklü bir mesele olduğunu anlatmanın yolunu bulmak lazım ama önce onunla birlikte olmak, onunla birlikte mücadele etmek, onu dinlemek, ondan dinlediğini kendi daha önceki deneyimleriyle harmanlayarak yeni bir şey söylemek gerekir. Bu yeni olay karşısında paslanmış bazı şeyleri, fikirleri kullanmak bir sonuç vermeyecektir.

Ama şöyle bir durum ile de karşı karşıya olduğumuzu da kabul edelim. Dünyanın çeşitli yerlerinde bu tür öfke patlamalarının bazıları siyaseti etkiledi; ancak bazıları en azından geçtiğimiz dönem için geriye bir şey bırakmadı.

Madrid’de çok büyük gösteriler oldu. Ardından seçimleri merkez sağ kazandı. Londra’da büyük bir yoksulluk ayaklanması bir siyahinin öldürülmesiyle, polis şiddetiyle başladı, ama bu sosyalist hareketin yeniden canlanmasına bir katkı sağlamadı. Dolayısıyla böyle bir öfke patlamasının ardından böyle büyük bir kitle var sol da çok akıllı olursa eğer birden bire biri bine katar gibi bir beklenti de bir anlamda biraz beleşçiliktir. Yeni mücadeleler gerekli. Yeni mücadeleler açısından önemli bir mevzi kazanılmıştır. Son 30 yılda Türkiye’de en belirgin olan şey şudur: mücadele ederseniz sesinizi duyurursunuz. Şenlikli bir durum olabilir, bir festival havası olabilir, çünkü malum Lenin de ‘devrim’ der ‘ezilenlerin festivalidir’ kendinizi gerçekleştirirsiniz, iyi hissedersiniz. Ama bunu başka deneyimler başka sorunlarla doğrudan doğruya ilişkilendirmek gerekir. Buraya katılan 100 binlerce insan var. Bu eylemden sonra bu insanlar sendikalara üye olacaklar mı, mevcut sendikaları beğenmiyorlarsa, gerçekten anti-demokratik buluyorlarsa daha demokratikleştirmek için uğraşacaklar, veya kendileri bir sendika kurmaya yönelecekler mi? Veyahut da mahallelerindeki başka sorunlar için inisiyatif alabilecekler mi? Yani orada gösterdikleri doğrudan demokrasi örneklerini, birlikte tartışma, yaşama gibi örnekleri yaygınlaştırabilecekler mi? Başka düzeylere taşıyabilecekler mi? Bunun güvencesi yok tabii. Bu bir zafer sarhoşluğu da getirebilir, böyle bir şey yaşanacak da  olabilir. Ömür boyu bir askerlik hatırası olarak da anlatılabilir, bire bin katarak da olabilir. Onu göreceğiz.

Ama bu sorunları iyi irdelemek ve toplumsal muhalefetin gelişmesi, yeni mevziler elde etmesi açısından anlamlıdır. Demek ki kaynak kurumamıştır. Bir kaynak var ama birden bire kendiliğinden fışkırdı, onun sürekliliğini sağlamanız için başka araçlar başka deneyimler başka mücadeleler gerekecektir. Bunu göğüslemek için maalesef sosyalist hareket çok zayıf kalıyor. Yani davetiye çıkartmak için bir ilişki kurmak için bu kadar bölük pörçük bir manzara, oraya ilk defa gitmiş olan orada 15 gün geçirmiş insan için çok parlak bir durum değil.

Sosyalist hareketin inandırıcı bir merkez oluşturma sorunu dün de vardı bugün çok daha fazla var. Açık söylemek gerekirse ÖDP’nin kuruluş yılları olsaydı, inanıyorum ki, hareket açısından bu avantajlı olabilirdi yani hiç değilse kendi önünü tıkamayacak, önüne bir yığın etiket çıkarmayacak bir sosyalist parti ile daha muhabbetli ilişki kurabilirdi. ÖDP de kendi çoğulculuğunu bu harekete yansıtarak karşılıklı bir etkileşim içinde bir işlev görürdü. Kendisi de sonrası için bu insanları doğrudan doğruya kazanmamış olsa bile bir ilişki ağı kurabilirdi. Ve onları başka türlü faaliyetlerde birer muhatap olarak kabul etme durumunda kalırdı.

Bu sadece bizde olan bir şey değil. Dünya’nın pek çok ülkesinde sol, sosyalist hareket zayıf olduğu için bu öfke patlamaları kendilerine siyasi bir kanal bulamadıkları için veya kendi sosyal kanallarında sürekli kalamadıkları için bir deneyim olarak kalıyorlar. Küçümsememek gerekir. Hiç yoktan iyidir anlamında değil ama en sağlam halka bile başka halkalarla birlikte olmazsa bir zincir oluşturmaz ve bir süre sonra belleklerden silinir. Çünkü deneyimi canlı kılan bu halkalar zinciridir. Birbirine bağlanırsa 5. halka 1. halkadan nasiplenir. 5. halkada 1. halka  kendi varlığını sürdürür.

Sorun budur. Bunun çözümü için asgari olarak  bir inandırıcı birleşik bir hareketin oluşturulması gerekir. Önümüzdeki bir kaç yıl biraz çalkantılı olacak. Sosyalist hareket gerçekten kendi mekanında iman tazeleyerek yaşamaktan çıkıp da eğer iyi kötü siyasete müdahale etmek istiyorsa bu dönemi değerlendirmek durumundadır. Çünkü ondan sonra tekrardan daha sönük bir dönem gelebilir. Yani önümüzdeki iki yıl yerel seçimler var, genel seçimler var başkanlık meselesi var. Referandum hikayeleri olabilir. Ve siyasallaşma ister istemez biraz canlanacak. Buraya bölük pörçük girmek yerine biraz daha derli toplu girmek sonrası için önemli avantajlar sağlayabilir. Ve bu deneyimin de bir bakıma kazanımlarını biraz canlı tutabilir.

AKP iktidarının faşist bir iktidar olduğu yönünde yorumlar var. Diğer taraftan neoliberal politikaların polis devleti formlarına bürünerek uygulanışı da söz konusu Dünya’da. Erdoğan bir diktatör müdür? Türkiye rejimini klasik bir burjuva demokrasisi olarak mı yoksa faşist bir rejim olarak mı yorumlamamız lazım?

Siyasette tasnif etmek çok önemli bir şeydir. Kabaca siyah veya beyaz yok. Gri alanlar çok. Siyasette rejimler  yelpazesi de sandığımızdan çok daha zengindir. Faşizm ise aslında bir örgütlü küçük burjuva kitle hareketine dayanır. İşçi sınıfını ezer.  Şu anda Türkiye’de bir parlamenter rejim var. Neoliberal parlamenter sistem temsil kabiliyetini yitirmektedir, bu doğrudur. Ama bunun faşizmle özdeşleştirirsek sonra başımıza gelecek belaları anlamakta iyice zorluk çekeriz. Ondan sonra sürekli olarak biraz daha koyulaşan faşizm diye diye elli sene devam etmek durumunda kalırız.

Türkiye’de bu konuda çok garip bir kültürümüz var. 12 Mart’tan önce de faşizm tabiri kullanılıyordu. Sonra 12 Mart oldu bir yarı askeri müdahale ile 12 mart rejimi geldi o da faşist oldu. Sonra oradan çıktık MHP faşistti zaten. MC hükümetleri kuruldu. Ona da faşist dedik. Gün geldi Ecevit’e de faşist diyen oldu. Sonra tekrardan sıkı yönetim geldi, askeri diktatörlük geldi ona da faşist dedik. Ona da faşist dedik buna da faşist dedik. Biz eşyayı adıyla anamadığımız için her şeye faşist diyoruz. Öyle olunca da gerçeklikle aramızda çok büyük bir mesafe oluşuyor.

Şimdi otoriterleşmenin kaynakları farklı. Yani sınıf mücadelesinin kendisi bir faşizmi gerektirecek kadar canlı değil Türkiye’de. Öyle bir sol hareket yok. Dünyanın hiçbir ülkesinde sıfır virgülle ifade edilen bir sosyalist hareket için faşizm gelmez. Dünya’nın hiçbir yerinde işçi sınıfı talepleri için ciddi bir mücadele vermediği zaman faşizm gelmez. O farklı bir düzey çünkü. Yani sistemi kendisi o şekilde tehlikede görmesi gerekir ki buna sokakta bir cevap hazırlasın.

Bu otoriter bir rejimdir. Giderek de otoriterleşen bir rejimdir. Daha da otoriterleşecektir. Çünkü bu eğilim Türkiye ile sınırlı değil. Bütün dünyada neoliberal politikalar sadece ekonomi politikaları değildir. Aklımıza gelebilecek her düzeyde insanı, bireyi, yeniden düzenleyen politikalardır. Ve bu politikalar ancak otoriterleşen bir rejim ile mümkündür. Yani insanların kazanımlarını gasp etmeyi insanların rızasını alarak ancak bir miktar yaparsınız. Ama gerisi için otoriteryanizme ihtiyacınız var. Bu önümüzdeki dönem güç ilişkilerinde çok büyük kırılmalar olmazsa gidişatta önemli bir değişiklik olmayacaktır. Yani bu mesele Tayyip Erdoğan’la da sınırlı değildir. Tayyip Erdoğan’ın yerine başka birisi olsa da geçerlidir. Bugün Tayyip Erdoğan’ın rejiminden sıkıntılı olanlar unutmasınlar ki Turgut Özal da veya Thacher da, Sarkozy de, Berlusconi de başbakan oldukları zaman parlamento ile çalışmadılar, hükümetle de tam olarak çalışmadılar; bir tür başkan ve adamları olarak çalıştılar. Son sözü başkan söyleyecektir, diğerleri de başkanın ‘hık’ deyicileri olacaktır.

Bu sistemin gereği bir şey. Biri kötü olduğu için değil bu hikaye.

Ve bu aşağıdan büyük bir tepki çıkmadığı sürece devam edecek. Ama bu olay ile birlikte Tayyip Erdoğan açısından geleceğine ilişkin ciddi soru işaretleri oluştu. Bunlar bertaraf olur mu? Siyasi mücadelelere bağlı. Bu ilk yenilgisiydi ve bunu iyi atlatamadı. Bundan kastım hazmedememesi. Bundan dolayı da daha da otoriterleşme yönünde adımlar atmak durumundadır.

Birinci turda 51% alamama ihtimali var. Böyle bir şey hem karizmayı çizdirir hem de  manevra alanını da kaybettirir. Bu iç politikadan ziyade dış politikada da önemli bir yeri var.

Bugüne kadar kendisinin bölgesel bir siyasi lider, hatta bir dünya lideri olarak tahkim etmek isteyen ve bu konuda çeşitli açılımlar da yapan ama ilk kez genel olarak dünya politika arenasında kendi işini bile düzgün beceremeyen bir lider pozisyonunda  oldu. Başkasını eleştirmek kolaydır. Kendisi sorunlarla baş başa kalan bir başbakan değildi. Geldiklerinden itibaren Kemal Derviş’in politikalarını yürüttüler. Ve 2002-2007 arasında bir büyüme oldu tüm dünyada olduğu gibi. Biz de nasiplendik. 2008 krizden çok fazla etkilenmeden geçildi. Ve bütün bu zarlar hep iyi geldi. Ama zarın gelmesi sizin oyunu iyi bildiğiniz anlamına gelmez. Bu sefer böyle bir meseleyi bile eskilerin tabiriyle suhuletle halledemeyen bir siyasi lider pozisyonuna düştünüz. Bir kalemde çözülebilecek bir mesele yangın yerine döndürülerek çözülmeye çalışıldı. Bu da kendisi için bir handikap olacaktır. Ama AKP’nin Erdoğan’dan başka bir şansı da  yoktur. Nasıl Deniz Baykal uzun süre Parti’yi bir şirket gibi yönettiyse Tayyip de öyle yapıyor. AKP’yi kendi içinde bir muhalefet çıkarıp da Erdoğan’ı değiştirmesi diye bir şey yok. Günde bilmem kaç saat ekranlarda konuşarak AKP’nin hemen hemen her şeyi durumunda Erdoğan.

Bu onun sorunu. Temel sorun ise buna bakarak Türkiye’de demokratik kitle örgütlerinin ve sosyalist hareketin kendisine bir çeki düzen vermesi ve uzun vadeli bir inşa perspektifine sahip olmasıdır.

Yaygın bir fikir var halk arasında. Doğudaki isyan bitti batıda başka bir şey başladı. Çok doğru olur mu böyle bir indirgeme?

Bu analiz çok tehlikeli bir analiz. Zaten Başbakan da bunu yapıyor. Bu da komplo teorisidir. Bu olayın dinamiklerini hesap edemezsiniz. Yüzbinlerce insanın farklı dürtülerle, saiklerle yarattığı bir olaydan bahsediyoruz. Bunu ortaya çıkaran hususlar farklı şeyler. Bunların doğrudan doğruya bir bağlantısı yok. Aksine o kadar ilginç bir olay ki başlangıçta BDP bayağı tutuk davrandı ve bazı ulusalcıların katılımlarından sözederek yarı eleştirel bir tutum takındı. Ama kendi tabanından da katılımlar oldu. Apo bayraklarıyla millet orada halay da çekti. Fakat o bahsettikleri kesimler de oradaydı. Bu hareket böyle beş benzemesi yanyana getiren bir hareket.

Bu da bir mücadele alanı. Siz orada olacaksınız kendi sorunlarınızı anlatacaksınız. O insanlar olabildiğine demokratik bir ortamda paylaşımda bulunacaksınız. Başka insanlarla konuşacaksınız. Bazı söylentilere göre birçok insan ‘biz bu Kürt meselesi hakkında yanlış düşünüyormuşuz’ demek durumunda kalmış.

Hareketin terbiyesine de saygı duymak lazım. Ama tabii ki ona katılarak.

Biri bitti biri başladı söz konusu değil.

Bir espri yapmak gerekirse, diyebilirsiniz ki barış olunca rejim otoriter yüzünü nereye göstereceğini düşündü ve 1 Mayıs’ta başlayarak Taksim’i merkez edindi. Bu daha şairane bir şey olur herhalde.

Çünkü 1 Mayıs’ta barış vardı yine. Geçen sene izin verildiğinde her hangi bir olay olmayan 1 Mayıs meydanı bu sene yasakladı. Ne diye, kalabalıklar ezilir büzülür diye. Sonra 15 gün boyunca çok büyük kitleler geldi oraya. Çatışmalar oldu. Bu çatışmalarda bile oradan buradan düşüp de yaralanan kimse olmadı. Demek ki bu koskoca bir yalanmış. Ama başka bir şey daha var. 1 Mayıs’ta Taksim’i insanlar zorlayamadılar. Bugün bu kitle Taksim’i 1 Mayıs’a hediye etti. Bir tür rövanş alınmış oldu. Bu konuda Erdoğan’ın da gerçeği göremedi: orayı bir gösteri merkezi yapmaktan çıkarıp, bir AVM yaparak, kent yoksullarına, ahaliye, halka kapatıp temizlemek istediğini nereyse açıkça söylemişti. Yani onun için de mesele bir iki ağaç meselesi değildi.

15 Haziran’da Hasan Yıkıcı tarafından gerçekleştirilen bu mülakat 7 Temmuz tarihli Afrika Gazetesi’nde yayınlanmıştır.