Sanem Öztürk –

 
Arkadaşlarının bir hafta aradıktan sonra Ugandalı tekstil işçisi Jesca Nankabirwa’nın cansız bedenini Yenibosna’da bir hastanenin morgunda bulmalarının üzerinden neredeyse beş ay geçti. Jesca tecavüze uğramış ve katledilmişti. Cenaze masraflarını Afrikalı göçmen kadınlar aralarında para toplayarak denkleştirdiler; Jesca, geride bıraktığı ailesine destek olabilmek umuduyla geldiği ve ü otuz paraya çalıştığı Türkiye’den ülkesine bir tabutun içinde döndü.
 
Kamerunlu mülteci Amina Cadou… Çok değil, bir ay önce İzmir geri gönderme merkezinde hayatını kaybetti. Amina diğer mültecilerden tecrit edilmişti, yeni doğmuş bebeğiyle birlikte bodrum katında tutuluyordu, çünkü Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 15. maddesine göre “toplum sağlığını ve düzenini tehdit” ediyordu; zira Amina HIV virüsü taşıyordu. Amina durumu ağırlaştığı halde tıbbi müdahaleye izin verilmediği için öldü. Yerli-yabancı herkesin maruz kalabileceği bir virüs taşımasına rağmen, Türkiye’nin sağlık sisteminde ona ve onunla aynı koşulları paylaşan kadınlara bir yer bulunamadığı için öldü.
 
Jesca hayattayken nasıl tacizlere maruz kalıyordu, bunu artık kendisine soramayız. Amina herhangi bir makama başvuruda bulunmaya yeltendi mi, onu da bilemiyoruz. Cesedi Seyhan baraj gölünde bulunan Suriyeli mülteci Fahima Kauto, boş bir arazide başından vurulmuş halde bulunan on sekiz yaşındaki Luma Ahmed, halen kayıp olan yüzlerce göçmen kadın… Bilmiyoruz. Ama şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye’de pek çok göçmen kadın, yabancılar şubesinin önünden bile geçmektense, “buralı” kadınlar için bile ifşa edilmesi çok zor olan şiddeti, tacizi, tecavüzü sessizce kabullenmek zorunda kalıyor; emeğinin ve bedeninin sömürülmesini sineye çekiyor.

 
Zarf değişti ama ya mazruf?
 
Kısaca “göç yasası” olarak adlandırdığımız, geçtiğimiz yılın Nisan ayında yürürlüğe giren 6468 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, birkaç şeyi birden gözler önüne serdi. En başta, bilmediğimizden değil ya, yasa değiştirmekle işlerin birden yoluna girivermeyeceğini bir kez daha hatırlamış olduk.
 
Dahası, değişen yasa mülteciler ve kâğıtsızlar konusunda Türkiye’de daha önce mevcut olmayan bir çerçeve sunuyormuş gibi görünse de, yasanın kâğıt üzerinde bir makyajdan öteye geçmediği her geçen gün daha da belirgin hale gelmekte. Mülteciler, göçmenler, kâğıtsızlar, vatansızlar söz konusu olduğunda fiili uygulamalarda değişen hemen hemen hiçbir şeyin olmaması da cabası. En önemlisi de, göçmen gruplarının en kırılgan kesimini oluşturan kadınlara, çocuklara ve LGBTİ bireylere yönelik destek mekanizmalarını bir an önce, acilen, derhal, ivedilikle – ne kadar vurgulasak az – oluşturmadan ve göçmenler için hâlihazırda kat be kat ağır olan sömürüyü pekiştiren yasaları ve fiili uygulamaları ortadan kaldırmadan bu konuda gelişme kaydetmeyi beklemenin en iyi ihtimalle saflık olduğunu görmek elzem.
 
Atılacak ilk adım, her göçün zorunlu göç olduğunu kabul etmek olabilir pekâlâ. Bir yanda rejimin, bir yanda IŞİD’in barbarlığından kaçan Suriyeliler, tekstil atölyelerinde ayda 400 dolar kazanabilmek için ustabaşının tacizine katlanan Afrikalı kadınlar, seks işçiliği yapan ya da buna zorlanan kadınlar, cebi dolgun patronların sigortasız çalıştırdığı Filipinli temizlikçiler, çocuk ve yaşlı bakımında çalışan Ermeni kadınlar, evinden sipariş yetiştirmeye çalışan, bakkala gitmek için bile evden çıkamayan Afgan kadınlar… Bütün göçler zorunludur ve hey yerde var olan sömürü, göçmenler söz konusu olduğunda, hele hele kadınlar söz konusu olduğunda katmerlenir. Göçmen kadının emeği de, bedeni de daha baştan ipotek altına alınır. İstismar henüz sınır kapısında başlar.

 
Göçmen kadınların tanıklıkları
 
Tüm şiddet aygıtlarıyla birlikte devlet, nefret söylemi genetiğine işlemiş ana akım medya ve ucuz emek fırsatını kaçırmak istemeyen sermaye sımsıkı kenetlenir; mekanizma tıkır tıkır işlemeye hazırdır. On dakikanızı almayacak bir internet taramasıyla bile kanınızı donduracak haberlere ulaşabilir, haber dilinde nefret söylemi nasıl olur bizzat görebilirsiniz. En önemlisi de artık tahammülü kalmamış, bir şekilde cesaretini toplayıp soluğu bir kadın örgütünde almış, sınır dışı edilmeden, işten atılmadan, şiddete maruz kalmadan nasıl bir adım atması gerektiğini öğrenmeye çalışan göçmen kadınların tanıklıklarıdır.

 
Örnek mi?
 
Birkaç haftada bir göçmen işçi grubunu değiştiren ve işten attığı işçilere haftalığını ödemeyen atölyeler, çalıştığı evin sahibinin, ustabaşının, mahallenin bakkalının, işyeri servisi şoförünün tacizine ve hatta tecavüzüne uğrayan kadınlar, polisin sürekli yol ortasında durdurup pasaport, ikamet ve çalışma izni sorduğu, çeşitli bahanelerle alıkoyduğu, seks karşılığı salıverdiği kadınlar, hem göçmen, hem seks işçisi oldukları için tecavüze uğradıklarında şikâyet edemeyen kadınlar, şiddete uğradıklarında doktor ihbar eder korkusuyla hastanelere gidemeyen kadınlar, mahallenin delikanlılarından oluşan “timlerin” sürekli tacizi ve tehdidi altında yaşayan kadınlar, herhangi birinin “fuhuş yapıyor” ihbarıyla sınır dışı edilen kadınlar, birbirinden keyfi nedenlerle çalışma veya ikamet izinleri yenilenmeyen kadınlar…
 
Bir yanda “seni sınır dışı ettiririm, işten atarım, rezil ederim” tehditleri, bir yanda “git bakalım, kime şikâyet edecekmişsin görelim” rahatlığı…
 
Tabii bir de “Türk kadınları Suriyeli gelinlerden rahatsız” haberleri, bir yerli işçiyi işten çıkarıp üç göçmen işçi alan işyeri sahibini görmeyen ama göçmen işçileri hedef göstermekten çekinmeyen, göçmen kadınları yalnız kaybolduklarında, cinayete kurban gittiklerinde, mültecileri balık istifi doluştukları teknelerde can verdiklerinde gören, taciz ve tecavüzün pornografisinde bir dünya markası olan Türk medyası… Göçmen kadınlar her daim gayri-makbul…

 
Daha fazla vakit kaybetmeden…
 
Daha önce şiddet odaklı danışma merkezi deneyimi olmayan kadın örgütlerinin bile artık danışma merkezi faaliyetleri yürüttüğü, en azından tekil vakalar üzerinden gerekli yönlendirmeleri yaptığı ve resmi kurumları sorumluluk almaya zorladığı hepimizin malumu olsa da, büyük resme baktığımızda bu çabaların ne kadar yetersiz olduğunu görmek zor değil. Artık daha fazla vakit kaybetmeden Türkiye’nin yalnızca bir geçiş ülkesi değil, kitlesel göç alan bir ülke olduğunu, hâlihazırda Türkiye’de yaşayan mültecilerin, bilhassa Suriyelilerin, büyük bölümünün – Suriye’deki kriz bugün çözülse bile – Türkiye’de kalacağını, gündelik çözüm(!)lerle bir yere varılamayacağını, devletin göçmenlere yönelik algısının bütünüyle değişmesi, sistemli bir çözüm üretilmesi gerektiğini kabullenmemiz gerekiyor. Dolayısıyla;
 
–Türkiye’de yaşayan göçmen, kâğıtsız, vatansız, mülteci, sığınmacı tüm kadınların şiddete maruz kaldıklarında, hakları gasp edildiğinde, tacize veya tecavüze uğradıklarında tanıdıkları ya da ulaşabildikleri bağlantılar üzerinden, günü kurtaracak iptidai çözümlere değil, sosyal destek ve koruma mekanizmalarına, sığınaklara, en önemlisi eşitsizlikleri yaratan ve yeniden üreten yasaların ve uygulamaların ortadan kaldırılmasına ihtiyaçları var.
 
–Gündelik hayatlarının her alanında kriminalize edilen, başvurdukları – başvurabidikleri – resmi kurumların her kademesinde aşağılanan, insanlık dışı muameleye maruz kalan göçmen kadınların, çekinmeden başvurabilecekleri, çok dilli hukuki destek ve sağlık hizmetlerine ihtiyaçları var.
 
–En önemlisi, göçmenlerin çalışma ve oturma izinlerinin kolaylaştırılmasına, sömürü mekanizmaları karşısında güçlendirilmeye ihtiyaçları var.
 
Biz kadınlar uzun zamandır öfkeliyiz… Hele bu sıra çok daha da öfkeliyiz. Cinayet davası, tecavüz davası ve cenaze takip etmekten başımızı kaldıramaz haldeyiz ve öfkeliyiz. “Tahrik indirimi” dendiği zaman tüylerimiz diken diken oluyor. “Rızası vardı” lafını duyduğumuzda duvarları yumruklamak istiyoruz. Dört bir yanımızda cinskırım yaşanıyor ve dünya durmuyor. Emeğimiz değersiz; güvencesiziz; bedenimiz savaş alanı; hayatın her alanında bize dayatılan şiddet ve sömürü katmerli. Kadın dayanışması; en büyük, belki de tek silahımız.
 
Örgütlendikçe güçlendiğimizi biliyoruz; bir araya gelerek korku duvarını nasıl aştığımızı defalarca gördük. Bildiğimiz bir şey daha var; savaştan, erkek şiddetinden, yoksulluktan kaçarak, en az birkaç yıl güvencesiz, kötü koşullarda, üç kuruşa çalışmak için dilini, yolunu bilmediği bir ülkeye sığınan yüzbinlerce kadının mücadelesine omuz vermeden, göçmen ya da değil, hep birlikte özgür olmadan hiç birimiz özgür değiliz.

 
(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2015 tarihli 13. sayısında yayınlanmıştır)