Atilla Dirim tarafından marksist.org’da yayımlanan ve Anadolu Parsının soyunun Kemalistler tarafından kırıldığını anlatan yazıya gelen eleştiriler üzerine Dirim aynı sitede argümanlarını ayrıntılandırdığı yeni bir yazı kaleme almış. İlk bakışta insana olur mu canım dedirten ve tebessüme neden olan  yazılarında Dirim, “Kemalist barbarlığın soykırımcı yüzü” gibi iddialı ifadelerle özel olarak Anadolu parsının, genelde ise Anadolu’daki yaban hayatının mahvından “Kemalist soykırımcı geleneği” sorumlu tutmakta. Dirim, ilk yazısının sosyal medyada istihzayla karşılanmasına içerlenmiş olacak ki argümanlarını daha da detaylandırmak ihtiyacını hissetmiş.  Üstelik yazısına gelen eleştirilerin bir kısmını da “karanlık çevrelerin” devrimci marksistleri itibarsızlaştırma girişimi olarak değerlendirmekte tereddüt etmemiş.

Aslında Dirim’in her iki yazısını da hayli aşırıya kaçmış bir yorum diyerek görmezden gelmek, hatta yaban hayatın acımasızca yokedilmesi karşısında duyulan bu haklı öfkeyi anlayışla karşılamak mümkün. Ama Dirim’in yazılarını arızi bir fikrin tepkisel ifadesinden çok, Türkiye’nin son yüz yıllık tarihine ilişkin sosyalist solun azımsanmaması gereken bir bölümünde giderek yaygınlaşmış ve aslen Türk muhafazakâr tarih algısından devşirilmiş bir siyasi tarih anlayışını yeniden ürettiği için eleştirmek elzem. Bu algıya göre Türkiye toplumunun (ve Dirim’in yazısıyla birlikte tüm canlı yaşamının) başına gelen her türlü melanetin müsebbibi İttihatçı-Kemalist gelenektir. Dolayısıyla Türkiye toplumunun yakın tarihini belirleyen ana etmen seküler, radikal modernleşmeci, milliyetçi (daha muhafazakâr varyantlarında gayri milli, mason, dönme vs. unsurları da eklenerek) bir seçkin azınlığın toplumun mukadderatına egemen olmasıdır. Üstelik bu algıda Kemalizme ya da İttihatçı geleneğe neredeyse tarih ötesi bir süreklilik atfedilerek Türkiye’deki egemen siyasi aktörlerin kapitalist modernleşme sürecinin gerekleri doğrultusunda yaşadığı kırılmalar, dönüşümler, eksen değiştirmeler, süreklilikler es geçilmektedir. Türkiye yakın tarihini bu izlekten okuyunca bu tarihin temel sorunsalı da aslen bu Kemalist, tepeden modernleşmeci elitle toplumun geneli (yine Dirim’e bakacak olursak canlı yaşamın tümü) arasındaki çelişkidir. Devleti ve siyasal alanı sınıflararası ilişki ve mücadelelerden soyutlayarak tarihi elitler ile “sınıfsız imtiyazsız bir kütle” olarak düşünülen halk (muhafazakâr jargonda millet) arasındaki kopuşa indirgeyen bu perspektif, aslında kadim milliyetçi muhafazakâr temaların ve meşruiyet söylemlerinin farklı bir jargonla tekrarlanmasından ibarettir.

Aslında doğanın sermaye birikiminin gerekleri ve siyasal ikbal için yağmalanması, doğanın sınırsız ve maliyetsiz bir “kaynak” olarak görülmesi  kapitalist modernleşme sürecinde Türkiye siyasetinin vasatı, yani ortak paydası olmuştur. Hatta detaya girersek ekonomik “büyüme” takıntılı DP/Menderes’ten, barajlar kralı, güçlü ve müreffeh Türkiye’nin mimarı Demirel’in AP’sine, ağır sanayi hamlesi muhibbi Erbakan’a, icraatın içinden Özal’ına ve “çılgın” projelerin ustası Erdoğan’a dek Türkiye’de topyekûn sağ/muhafazakâr gelenek kalkınmacılık ve doğanın sermaye birikiminin gerekleri uğruna tahribi meselesini siyasi programının merkezine almıştır.Bu ekoyıkıcı anlayışın şahikasını ise emek ve enerji yoğun bir sermaye birikim stratejisini büyük bir iştiyakle uygulayan AKP oluşturmaktadır.

AKP yukarıda vurgulananTürkiye merkez sağının tescilli kalkınmacılık, “büyük ve güçlü Türkiye” aşkını kendi tanımlamasıyla “ustalık” döneminde adeta bir “gigantomani”yle birleştirmeye yeminli. AKP doğanın sermayeye nihai anlamda diz çöktürülmesi ve sermayenin sınırsız birikim ihtiyacına tabi tutulmasında sonuna kadar gitme niyeti genlerine işlemiş bir ideolojik/siyasal anlayışın bugün en önemli temsilcisi. Bu anlayışın “2023 Türkiye” hedefiyse bir beton cumhuriyetinden farksız. AKP bugün sermayenin krizini aşmada kamusal kaynakların aktarıldığı devasa inşaat projeleri ve doğanın sermayenin ihtiyaçlarına daha fazla tabi kılınması ayrıcalıklı bir yer tutmakta. HES, termik ve nükleer santraller, siyanür madenciliği, GDO’lu ürünler, ormanlık alanların türlü kılıflar altında sermayeye peşkeş çekilmesi, kentsel alanların yağmalanması gibi sayısız alanda doğanın metalaşmasını nihayete erdirmekte kararlı. Bu sürece direnen, doğa ve yaşamlarının sermayenin dizginsiz kâr hırsına boyun eğdirilmesine karşı çıkanlarsa devlet aygıtının tüm vasıtalarıyla sindirilmekte, kriminalize edilmekte. İklim krizinin ulaştığı vahim boyut malumken Enerji Bakanı’nın yeni bir kömür bazlı termik santral yapımı antlaşması töreninde “mini bir buzul çağına girildiği”nden dem vurabilen, kömürü neredeyse “yeşil” bir enerji kaynağı olarak lanse edebildiği bir ülkede yaşanan doğa katliamını egemenlerin bir kanadına izafe etme çabasına farsın ötesinde bir ciddiyetle karşı çıkmak elzem.

Kemalist modernleşmeci elit hiç kuşkusuz doğayı boyun eğdirilmesi gereken sınırsız bir kaynak deposu olarak algılamış ve onu sermayenin ve bürokratik merkeziyetçiliğin boyunduruğu altına almaya çalışmıştır. Fakat Kemalizmin doğaya ilişkin bu temel yaklaşımını Türkiye’deki egemen siyasi aktörlerin tümünün benimsediğini ve Türkiyenin yaşadığı kapitalist modernleşme süreci içerisinde doğanın tahakküm altına alınması emelinin kopmaz bir süreklilik teşkil ettiği açıktır. Kemalizme kapitalist sermaye birikimi süreçlerinin mütemmim cüzü olan ekoyıkıcılık açısından bir orijinallik, bir istisnailik atfeden hiçbir öğe yoktur. Bu anlamıyla doğayı tahrip etmeyi neredeyse salt Kemalizmle özdeşleştirmek, en hafif tabirle, üzüm yemekle değil ancak bağcıyı dövmek gibi bir niyetle açıklanabilir.