Foti Benlisoy – Türkiye’de sosyalist hareketin temel meselesinin bir “deneyim eksikliği” olarak tanımlanabileceği Yeniyol sayfalarında sıkça vurgulan bir tespit. Buna göre sosyalist hareketin yeniden inşa sürecinde tayin edici eksiklik, yeni mücadele deneyimleri içinde siyasallaşan ve bu yeni deneyimler ışığında kendini teorik/pratik/örgütsel olarak yenilemeye soyunan yeni bir kuşağın eksikliğidir. Bir önceki cümlede üç-dört kez “yeni” kelimesinin kullanılmış olması zamanımıza has bir “yenilikçilik” fetişinin ürünü değil, yanlış anlaşılmasın. Amaçlanan her şeye sıfırdan başlamak değil elbette. Tarihi kendisiyle başlatan, hafızasız ve kendinden menkul “yeni sol” arayışlarının hali ortada zaten. Kastedilen, sosyalist hareketin yeniden inşasının, ancak yeni mücadele deneyimleri içerisinde sınanan ve bu mücadelelerin şekillendireceği yeni kuşaklar aracılığıyla mümkün olabileceği.

Son yirmi yıldır kitle mücadelelerinde ciddi bir yükselişin yaşanmamış olması, sosyalist hareketin yeniden yapılanmasını hayli sancılı bir süreç haline getiriyor. Sınıf hareketinin, toplumsal hareketlerin cılızlığı, sosyalist hareketin yeniden inşası sürecine ciddi sınırlar dayatıyor. Dönemsel ve kısmi kimi yükselişler olsa da bunlar ülkedeki toplumsal ve siyasal gündemi bir ölçüde de olsa belirleyebilecek olgunluğa erişemiyor, erişse dahi bir anda parlayıp sönüveriyor, kalıcı etkiler yaratamıyor. Kitlesel mücadele deneyimlerinden uzaklık ve eylem içinde yenilenme imkânlarının cılızlığı, sosyalist hareketin gelişimine sürekli olarak ket vuruyor.

 

Sorun “gerontokrasi” mi?
Bu zaafın önemli bir boyutu, başta da belirtildiği üzere, yeni bir kuşağın geçmiş mücadele ve direniş deneyimleri içerisinde siyasallaşmış eski kuşakların yerini alamamış olmasıdır. Bu durum çoğu zaman tersinden, yani sebep sonuç ilişkisinin tersyüz edildiği bir bağlamda gündeme geliyor. Gerek ÖDP içinde gerek dışında, “eski” sol kuşakların, “ağabeylerin” (“ablalara” böyle bir rol biçilmiyor elbette) belirleyici olduğu, doğrudan ya da dolaylı yollarla yeni kuşakların önünü kestiği sık sık dillendirilen bir tema. Son on, on beş yıl içerisinde yaşanmış bir dizi deneyimin de ortaya koyduğu üzere elbette haklılık payı olan bir sitayiş bu. Sol içerisinde “gerontokratik” bir yapının varlığı sır değil. Bazen abartılı yorumlara, sosyalist solun mevcut sorunlarının kaynağına ilişkin kolaycı çıkarımlara dahi yol açabiliyor bu durum. Öyle ki sosyalist hareketin temel derdinin “eskilerin” varlığı olduğu, “ihtiyarlar emekliye ayrılsa” her şeyin güllük gülistanlık olacağı dost meclislerinde sıkça karşılaştığımız bir sohbet konusu. Ancak meselenin sık sık atlanan başka bir boyutu daha var: Sorun,  yeni politikleşmiş bir kuşağın sosyalist hareket içerisinde temayüz edip belirleyici hale gelememesidir. Yani mesele esas itibariyle 1960’lar sonu ile 1970’ler mücadeleleri içerisinde siyasallaşmış kuşakların yerini yeni bir kuşağın tam manasıyla dolduramamış olmasıdır.
Gerontokrasi, örgütsel yapılar ve kültürel baskı mekanizmaları aracılığıyla kendini yeniden üretir elbette. “Ağabeyler” kendi avantajlı konumlarını muhafaza etmek noktasında küçümsenmemesi gereken bir direnç geliştirebilirler. “Ağabeylerin” çoğu kez yeni bir kuşağın ortaya çıkmasının önünü açmaktan ziyade engelleme yönünde tercih belirlediğini unutmamak gerek. Mesela, ÖDP’de alan faaliyetleri, özellikle de gençlik çalışması, başından itibaren, ilişkileri ve kültürü itibariyle yeni bir siyasal kadronun ortaya çıkmasını sağlayacak biçimde değil, tam da geçmiş aidiyet ve ilişkileri yeniden üretecek biçimde yürütüldüğü hemen herkesin malumu. Ancak yine de bizdeki sorun, gerontokrasinin gücünden ziyade, onu alaşağı etmeye soyunacak güçlerin zaafıdır. Yani mesele “ağabeylerin” gücünden çok erkek ve kadın küçük kardeşlerin güçsüzlüğüdür.

Son on yıl içerisinde bir dizi siyasal ve sosyal mücadeleler yaşandıysa da bunlar yeni bir kuşağın siyasallaşmasına zemin oluşturacak yoğunluğa erişemedi. Sosyalist hareket kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi ve öğrenci hareketinden beslenmişse de buralardan çıkan “kadrolar” bütünlüklü bir yeniden yapılanmanın önünü açacak kesafete varamadı. Dahası, 1990’ların ortalarından itibaren bu iki alan da çoraklaştı. Böylece günümüzde kitle mücadelesi deneyimi olan yeni insanların temayüz edebileceği toplumsal alanların eksikliği bütün ağırlığıyla hissediliyor. Tekrar etmek gerekirse sorun, eski kuşakların “koltuklarına” yapışmış olmalarından ziyade ya da en az onun kadar, yeni bir militan kuşağın eksikliğidir. Yani belirli bir siyasal ve sosyal mücadele deneyimi biriktirmiş ve onun özgüveniyle hareket eden bir militan kuşak eksiktir; zira kabul etsek de etmesek de yeni sosyalist kuşaklar ancak sınırlı sosyal ve siyasal eylem deneyimine sahiptir. Bu sınırlılık da genç kuşakların siyasal alandaki etkinliğine ciddi sınırlar dayatmaktadır.

Dolayısıyla geçmiş mücadeleleri, bugünün somut sorunlarından yola çıkan yeni direniş deneyimleriyle birleştirecek zincirin halkaları kopmuştur. Bu kopukluğun tezahürleri, ya her şeye sil baştan başlamayı önüne koyan ve bu anlamda sosyalizmin en temel “ezberlerini” dahi akıldan çıkaran bir tür “yenilikçi amnezi” hali ya da geçmişi yad etmekten ve geçmiş aidiyetler etrafında gerçekleştirilen ayinlerden bir siyaset çıkarmayı heves edinen bir mazinin huzuruna sığınma halidir. Birbirinden çok farklı gibi görünen bu iki tutum da geçmiş deneyimleri bugünün mücadele deneyimleri içerisinde yeniden anlamlandıramamanın, zincirin halkalarından sözü geçen kopukluğun bir sonucu sayılmalıdır.

Siyasetin gerilemesi
Siyasallaşmış yeni bir militan kuşağın eksikliği, sosyalist harekete, onun örgütlü ifadesi sayılabilecek yapılara ya da toplumsal mücadele ve direnişlere katılan, bunlar içerisinde militanca yer tutan yeni insanlar yok demek değil elbette. Hatta son dönemde çeşitli direnişler içerisinde şu ya da bu şekilde yer alan ve sosyalist hareketin örgütlü yapılarına dahil olmayan insanların sayısında kısmi ve göreli bir artış olduğu dahi söylenebilir. Deus ex machina misali gökten düşecek böyle yeni bir kuşağın “eskileri” silip süpürmesini bekliyor kimileri. Ortada “yeterli” deneyim olmaksızın bir yeni kuşağın “pişmesini” beklemek ham hayal oysa. Dahası sosyalist hareketin örgütlü siyasal yapılarının geri çekilişi, çözülüşü kimilerince yeniden yapılanma için bir “fırsat” ya da bir sıhhat işareti olarak dahi görülebiliyor. Oysa sosyalist siyasal yapılardaki kan kaybı, yeni bir militan kuşağının serpilmesi açısından bir şans değil, mevcut sınırlılıkları katmerlendiren bir karakter arz ediyor.
Kestirmeden söylemek gerekirse sosyalist hareketin örgütlü yapılarındaki çözülme, sosyalist siyasetin, bütünsel kurtuluşçu/özgürleştirici siyasal perspektifinin geri çekilmesi anlamına geliyor. Örgütlü yapılardaki dağılma hali, (elbette yeni deneyimler ışığında sürekli yeniden tanımlanması gereken) programatik bütünlük arayışını zayıflatıyor. Sol siyaset giderek kampanyaların, STK’ların ya da en iyi ihtimalle birbirinden kopuk mücadele inisiyatiflerinin tanımladığı bir zeminde şekilleniyor. Mevcut örgüt ve partilerin eriyişinin esas müsebbibi, kendi yapısal zaafları, yani örgütsel katılıkları ve antidemokratik yapılanışları, teorik dogmatizmleri, aslında daha doğrusu sığlıkları, toplumsal hareketlerle “arızalı” ilişkilenme biçimleri vs. elbette. Ancak bu zaaflardan hareketle bu yapıların gerileyişini bir “fırsat” ya da bir yenilenme emaresi olarak değerlendirmek güç. “Partisiz” bir sosyalist hareketin çok daha açık, demokratik, çoğulcu, etkin ve çok daha az hiyerarşik ve bürokratik olacağına dair hayale kendilerini kaptırıp “dogmatik” ve “sekter” partili solcuların azalmakta oluşundan hayır bekleyenler olabilir elbette. Ancak böylesi bir yaklaşım, toplumsal hareketlerle siyasal örgütler, toplumsal olanla siyasal olan arasındaki ilişki meselesine dair hayli mekanik bir şemayı karmaşık gerçekliğe dayatmak olur. Daniel Bensaid’in vurguladığı üzere, “kitle örgütleri yahut NGO’lar iktidarın profesyonelleşme tehlikelerine, bürokratikleşmeye hatta yozlaşmaya partilerden daha az açık değildir. […] Toplumsal hareketlerin partilere tabi kılınması, toplumsal olanı durağanlaştırır. Tersinden bakıldığında, toplumsal olanın hizmetindeki siyaset de hemen lobileşmeye, korporatifleşmeye, genel bir iradeden yoksun tikel çıkarlar toplamına doğru yol alır.”1

Kitle hareketinin yükseldiği dönemlerde mevcut siyasal, sendikal vs. örgüt ve yapıların muhafazakârlıkları, katılıkları ya da konformizmleri nedeniyle kabaran dalga karşısında aciz kaldıkları dönemler vardır. Böylesi durumlarda daha dün devasa görünen örgütlülüklerin altı bir anda boşalır, yükselen kitle mücadelesi artık anlamsız, hatta zararlı hale gelen dünün örgütleri karşısında kendi siyasal-sosyal örgütlülüklerini oluşturmaya koyulur. Kendimizi aldatmayalım, böylesi bir tarihsel momentle karşı karşıya değiliz. Mevcut sol örgüt ve yapıların aczi, yükselen kitle mücadelelerini karşılayamıyor, yeni militan kuşakların ihtiyaçlarına karşılık vermiyor olmasından değil. Bilakis toplumsal mücadeleler konusunda hayli çorak bir on yılın ardından sosyalist etiketli örgütlü yapılar da neredeyse “likidasyon” ya da daha doğrusu “kendiliğinden likidasyon” denebilecek bir erime süreci içerisindeler. Dolayısıyla sanki toplumsal hareketler ciddi mücadele deneylerinden hareketle mevcut siyasal yapıları aşan bir dinamizm sergiliyormuş da örgütler-partiler buna yanıt veremiyormuş ya da bu hareketliliği cendereye alıyormuş gibi bir havaya kapılmanın alemi yok. Aslında tam da bu gerilemenin bir ifadesi olarak çok sayıda militanın, aktivistin, “kadro”nun örgütlü gündelik siyasal faaliyetin dışına çıktığı bir dönemdeyiz.

Toplumsal direniş ve mücadelelerin yükseliş değil durgunluk halinde olduğu bir dönemde böylesi bir “erime” halinin sonuçları da hayırlı değil elbette. Sosyalist örgütlü siyasetin itibarının toplumsal muhalefet içerisinde şu ya da bu şekilde yer alan insanlar nezdinde dahi yerle yeksan olduğu açık. Siyasal parti/örgüt fikri toplumsal mücadeleler içerisinde yer alanların, özellikle de gençlerin önemli bir bölümünün zihninde hayli yıpranmış bir kavram. Önümüzdeki dönemde bu fikrin pratik ve moral anlamda daha da erozyona uğrayacağını kestirmek güç değil. Yakın gelecekte, bir yandan kendisini yüksek siyasetin büyüsüne kaptırmış ve karizmatik şahsiyetler etrafında sosyalist toplumsal dönüşüm iddiasından feragat eden sol çevrelere rastlayacağız. Diğer yanda ise bu çözülme dalgasını sekterleşip içe kapanarak atlatmaya çalışan yapılara tanık olacağız. Bu iki eğilimin de sosyalist hareketin ve bilhassa da örgütlü sol siyasetin cazibesini artırma noktasında ciddi zaafları olacağı açık. Bu anlamda sosyalist hareketin krizinde dip noktasına gelindiği vehmine kapılmayalım.

Bütünsel siyasetin geri çekilmesi bahsine geri dönelim. Bu husus, yani “parti” meselesi elbette sadece Türkiye için geçerli olan bir tartışma değil değil. Hemen bütün dünyada, “partisiz” bir sol ya da sosyalizm hayali kuranlar, “modern prens”in tahtına, sosyal hareketlerden STK’lara, bir dizi talip çıkarıyorlar. Ancak toplumsal hareket ve mücadelelerin adeta uzatmalı bir fetret devrinden geçtiği Türkiye’de parti ve siyasal aygıtlar gerilerken onların taht ve tacına talip olan kimse de ortaya çıkmıyor. Neticede sosyalist etiketli siyasal aygıtların çözülmesi, konu odaklı, parçalı bir siyasal anlayışının gelişiminin önünü açıyor. Üstelik yukarıda da vurgulandığı üzere bu anlayış, STK’ların ve kampanyacılığın belirlediği bir zemin üzerinde serpiliyor. Yani siyasal ve toplumsal dönüşüme dair bütünsel tasarımların yerini tekil meselelere dair “projelere” bırakması, dönüştürme eyleminin reklamcılık ve imaj pazarlaması gibi alanlardan devşirilmiş alet edevatla yürütülen “kampanyalara” dönüşmesi, siyasal aktivizmin piyasa temelli bir profesyonellik anlayışıyla edilgen kılınması olarak tanımlanabilecek bir süreç söz konusu. Geçmiş mücadele birikimi ile bugünün deneyimleri arasında zincirin kopan halkalarını yeniden biraraya getirmesi gerekecek yeni kuşaklar işte böylesi bir zeminde hareket ediyor.

 

Siyasetin yeni zemini
Sosyalist eğilimli çok sayıda genç, eğitimli insanın “STK sektöründe” yer aldığı bir sır değil. Bu insanların büyük çoğunluğu, söz konusu sektörde ücretli olarak, eskilerin deyimiyle “temin-i maişet” gayesiyle çalışıyor. Çoğu için bir bankada ya da şirkette çalışmaktansa kendi dünya görüşlerine çok da uzak olmayacak bir STK’da çalışmanın çok daha anlamlı geldiğini tahmin etmek güç değil. STK’lar meselesi solda genelde “bağımsızlıkçı” bir çerçevede tartışılıyor. Yani esas olarak birçok STK’nın “yabancı” fonlara dayalı olarak çalışma yürütmesi bir sorun olarak ortaya konuyor. Bu “antiemperyalizm” tınılı söylem, muhafazakâr-milliyetçi sağın “içişlerimize müdahale” temelli ithamlarından kendini çok da ayırt edemeyen bir eleştiri biçimi. Fonlar ve mali bağımlılık meselesi elbette STK’ların çalışmalarının niteliği açısından önemli bir husus. Ancak bunun ötesinde STK faaliyetlerinin toplumsal muhalefetin gelişimi açısından daha genel sonuçlarının neler olduğunu, yani “siyasetin STK’laşması” olarak tarif edilen süreci tartışmak gerekiyor.

Sosyalist hareketin toplumsal ağırlığının iyice cılızlaştığı, örgütlü yapılarının ise hayli gerilediği koşullarda STK ya da “proje” temelli aktivizm memleketteki muhalif enerjinin önemli bir bölümünü emiyor. STK sektörünün son yıllarda ne kadar genişlediği, bu sektörün toplamda kaç kişiyi istihdam ettiğini tam olarak bilemesek de aşikâr. Çoğu geçmişte öğrenci hareketi içerisinde yer almış ya da muhalif/sol bir kültürel alanda yetişmiş eğitimli genç aktivistler, STK sektörü içerisinde “aktivizm profesyonelleri” haline geliyor.2 STK’ların konu ve “proje” odaklı faaliyeti daha önce sosyalist hareketin en etkin kesimi olmuş bu kesim aracılığıyla hareketin geneline de etki ediyor. Hatta STK’ların etkinliği, siyasetin kendisini, daha doğrusu kurumsal değil de daha “sosyal” siyaset etme biçimlerini “metamorfoza” uğratan bir etkiye sahip.3 Arudhati Roy’un deyimiyle, “siyasetin STK-laştırılması, direnişi, iyi huylu, mantıklı, maaşa bağlanmış, 9 ile 5 arası mesaisi olan bir iş haline getirmekle tehdit ediyor.”4

STK siyasetinin en önemli sorunu, toplumsal dönüşüme ilişkin bütünsel bir perspektif yerine kısmi ve parçalı bir anlayışı ortaya koyması. Sistem karşıtı kurtuluşçu bir perspektif yerine “sorun çözücü” ve “uygulanabilir” bir kısmiliği koyması. Öte yandan, tam da eleştirdiğimiz bu boyut, bu alanda çalışanların bir bölümü için bir süre sonra temel bir olumluluk haline de gelebiliyor. Yani STK içerisinde somut, elle tutulur, sonuç alıcı, insanların hayatlarını değiştiren şeyler yapılırken genel siyaset soyutluğu, dönüştürücü olmaktan uzaklığı vs. yönleriyle eleştiriliyor. Böylece STK siyaseti, genel geçer bir lafazanlık olarak algılanan örgütlü sosyalist siyaset etme biçimlerinin karşısına konabiliyor Bu tutumda sosyalist siyasetin çoğu zaman propagandif/deklaratif bir tarza sıkışmasının da payı olduğunu itiraf etmek gerek.

STK’ların çoğunluğu, kurtuluşçu herhangi bir imada bulunmaksızın ve “aşağıdakileri” toplumsal dönüşüm uğruna seferber etme gibi bir derdi olmaksızın, ezilenlerin kısmi sorunlarına “pratik” ve “hemen uygulanabilir” çözümler sunuyor. Bu faaliyetlerin bir kısmı “hayırlı” sonuçlar da üretebiliyor elbette; yani ezilenlerin gündelik hayatları için anlamlı olanaklar da yarabiliyor. Ancak ezilenlerin gündelik ve yakıcı sorunlarından hareketle sistemi zorlayıcı toplumsal hareketlerin oluşturulması çabasının yerini, ezilenlerin bir bölümünü kısmen “rahatlatacak” bir “hayır” faaliyeti alıyor. “Hayır” faaliyeti ise aşağıdakileri mücadele aracılığıyla güçlendiren ve böylece onları özneleştiren bir süreci değil, ezilenlerin hayatını bir süre için dahi olsa kolaylaştıran, onların kendilerini idame ettirmelerine yardımcı olan bir perspektife sahiptir. Sosyalist muhalefet, ezilenlerin hayatını daha yaşanılır kılmaya değil, onların kendi kendilerini yönetme ve kendi kaderlerine sahip çıkma güçlerini mücadele ve direniş içerisinde artırmayı amaçlar.
STK tarzı “sorun çözücü” faaliyet ile sosyalist muhalefet arasındaki temel ayrım, birinin bugüne dair pratik ve hemen uygulanabilir çözümler üretirken diğerinin bir gün elbet doğacak kızıl bir şafağa dair hayaller kurması değildir. Temel ayrım noktası, sosyalist hareketin pratik faaliyetini bütünsel kurtuluşçu bir temelde ve mücadele içerisinde, aşağıdakilerin siyasal özneler haline gelmesi hedefi doğrultusunda yürütmesidir. STK’ların işlevi ise aşağıdakilerin konumunu iyileştirici, onların hayatlarını daha “yaşanılır” kılmaya dönüktür. STK’lar aşağıdakilerin özne haline gelmesine yol açmaz, onları ister istemez bağımlı, tabi konumda bırakır ve toplumsal aktivizmin radikal içeriğini boşaltır. Mike Davis’in belirttiği gibi, “ortada bazı ünlü istisnalar olsa da (Dünya Sosyal Forumu’nun oluşumuna çok önemli katkıları olan STK’lar gibi) STK/’sivil toplum devrimi’nin en geniş etkisi, Dünya Bankası’nın bazı araştırmacılarının bile kabul ettiği gibi, kentlerdeki toplumsal hareketleri bürokratik hale getirmek ve radikallikten uzaklaştırmak olmuştur.”5

Son dönemde muhalif/sol çevrelerin lügatine iyiden iyiye yerleşen “kampanya” da bu yeni siyasal alanın olmazsa olmazlarından. İrili ufaklı hemen her çevre kâh genel ülke gündemine müdahale etme kâh kamuoyunu belirli bir sorun etrafında seferber etmek için kampanyalara başvuruyor. Bu elbette anlaşılır bir durum. Sorun, kampanyanın ezilenlerin gıyabında değil onlarla birlikte yürütülen sistemli, bütünlüklü toplumsal faaliyetin yerini alma tehlikesi. Yani kampanyanın ister istemez sınırlı, “propagandif” niteliği. Kampanyalarla sınırlı bir siyasal faaliyet neticede siyaseti bir olaylar/eylemler silsilesi haline getirir. Siyasetin ard arda gelen bir kampanyalar silsilesine indirgenmesinin belki de en sorunlu yanı, onun bir tür lobicilik faaliyetine evrilme olasılığının çok yüksek olmasıdır. Kampanyalar genellikle bir sorunu gündeme getirmek, o sorun etrafında en geniş birlikteliği yakalamak, ahali nezdinde o soruna dair bir duyarlılık geliştirmek ve dolayısıyla da yetkililere şu ya da bu yönde baskı oluşturmak için düzenlenirler. Salt kampanyalar “inşa etmeye” yönelmiş bir siyasal anlayışın varacağı nihai nokta, bağımsız bir siyasal öznenin inşası sorununu atlayarak mevcut siyasi liderliklere belli bir sorun etrafında basınç uygulamaya ya da onları kendi tarafına çekmeye çalışmakla sınırlı olacaktır. Böylelikle son kertede karşımızda iklim krizini engellemek için hükümet başkanlarını, yoksulluğu “tarih kılmak” için G8 liderlerini ikna etmeyi hedefleyen veyahut sermayenin krizine karşı “doğru” önlemleri almak isteyen ama bunu etrafındaki yerleşik lobilerin basıncı nedeniyle yapamayan Obama yönetimine bir kamuoyu desteği sağlamakla sınırlı bir siyasal anlayış ortaya çıkmakta.

 

Partisiz bir sol mu?
Muhalif enerjiyi emen ve siyasetin anlamını dönüştüren böylesi bir zeminde örgütlü sosyalist hareketin erimesi, dolayısıyla da iyisiyle kötüsüyle bütünlüklü bir alternatif siyasal iddianın eksikliği, muhalefeti en iyi ihtimalle bir temalar/konular toplamına indirger. Zira toplumsal mücadeleler ve sosyal hareketlerin dillendirdiği taleplerin aritmetik toplamı bir karşı hegemonik önerme şekillendirmez. Böylesi bir alternatif önermenin şekillenebilmesi için siyasal bir dolayıma ihtiyaç vardır. Bu tip bir siyasi dolayımı sağlayabilecek parti ya da siyasal aygıtın yokluğunda ne kadar radikal olsalar da her toplumsal mücadele lokalize olmak, kısmileşmek ve nihayetinde radikal içeriğini yitirerek yozlaşmak tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Sosyalist hareketin örgütlü kesimlerinde yaşanan dağılma halinin bir sonucu olarak örgütlü gündelik siyaset etme pratiklerinden kısmen ya da tamamen uzaklaşmış kesimde ciddi bir büyüme söz konusu. Önümüzdeki süreçte siyasal aygıt/parti deneyimi ve hafızası olmayan eylemci kesimlerle giderek daha fazla karşılaşmamız mukadder görünüyor. Bu kesim sol/sosyalist kültürel evren içerisinde yer alsa ve dönem dönem gelişen inisiyatiflerde, kampanyalarda saf tutsa, hatta bunların en aktif kesimini oluştursa da sürekli, örgütlü bir gündelik siyasal faaliyet içerisinde yer almıyor. Bunun sonucunda bu kesimin siyasal enerjisi kesintili ve süreksiz, siyasal angajmanı ise inişli çıkışlı bir seyir arzediyor.
Bu yazının muradı, “partili” siyasetin methiyesini düzmek, dahası siyasal bir aygıta tabi olmayan toplumsal mücadelenin afakiliğine dair kelam etmek değil elbette. Hele hele Türkiye’de sosyalist hareketin fetret devrinden çıkış imkânlarının ancak ezilenlerin gündelik direnişleri içerisinde yer almak, buralarda açığa çıkan mütevazı ama her türden anlamlı enerjiyi küçümsemeden daha geniş toplumsal mücadelelere sevk etmek yönünde sebatla çalışmaktan geçtiği bir devirde. Dolayısıyla kuru kuruya bir particiliğin/örgütçülüğün tabii ki manası yok. Mesele, somut talepler eksenli, ağ ya da inisiyatif tipi örgütlenmelerle partili-örgütlü siyaset etme biçimi arasında dinamik bir bağ kurmanın yollarını aramak olmalı. Dolayısıyla parti/siyasal örgüt fikrini savunmak tek başına yeterli, anlamlı bir çaba sayılamaz. Nasıl bir parti sorusuna tatminkâr yanıtlar verilemediği, bu yanıtları hayatta sınama çabasına girişilmediği müddetçe siyasal aygıt fikrinin itibar yitimine hayıflanmakla kalırız.

“Nasıl bir parti” tartışmasına kapsamlı bir yanıt vermek bu yazının harcı değil elbette. Burada yapılabilecek yegâne şey, biraz genel sayılabilecek bir hatırlatmada bulunmak: Gramsci, partiyi (elbette “düzen” partilerini değil, “devrim” partisini) “modern prens” olarak tanımlıyordu. Devrim partisi Gramsci’ye göre “modern” bir prenstir; çünkü artık söz konusu olan eskinin tek adamı, bireysel lideri değil, kolektif, kitlesel bir siyasal öznedir. Devrim partisi zamanımıza özgü de olsa hâlâ bir “prens”tir, çünkü o bir kahramandır. Tıpkı eskinin prensi gibi insanlardan fedakârlık, sevgi ve bağlılık ister. Muhtaçların, sesi kısılmışların, haksızlığa uğramışların, kenara atılmışların safında kavga verir ve böylece insanların renksiz ve sıradan hayatına “asalet” ve anlam katar. Nasıl bir parti, nasıl bir siyasal aygıt sorusuna yanıt aramaya dönük her çabanın, partinin “modern” boyutuyla onun “kahramanlık” yönünü birarada ele alması, ayağını bu iki alana birden koyması gerekir. Modern bir siyasal aygıt olmanın beraberinde getirdiği form ya da işlev özellikleri ile toplumsal kurtuluş uğruna verilen mücadelenin aşağıdakilerin hayatını anlamlı kılan, yani onları tarihsel bir fail haline getiren yönü birlikte hesaba katılmalı. Yani “devrim partisinin” tanımlayıcı özelliği, onun düzen partileri gibi modern iktisadi işletme rasyonellerini esas alan bürokratik, işlevsel rasyonalite temelli teknik bir aygıt olması değil, tam tersine aşağıdakilerin hayatına “asalet” katan kolektif bir siyasal fail olmasıdır.

Somut duruma geri dönersek; sosyalist hareketin son on beş küsür yıllık “birleşik parti” deneyiminin ve özellikle de ÖDP’nin, arkasında örgütsel anlayış ve parti formu anlamında olumlu bir miras bırakamamış olması, başka bir deyişle modernlikte de kahramanlıkta da sınıfta kalmış olması, ciddi bir sorun. Oysa ÖDP, çoğulculuk anlayışı, parti içi demokrasi vurgusu ve sosyal hareketler üzerinde bir parti tahakkümünden uzak durma iddiasıyla geleceğe çok anlamlı bir miras bırakabilirdi. Ayrılanların da kalanların da bu tarz bir mirasa sahip çıkmak noktasında ısrarcı olmamaları, hatta giderek başlangıçtaki iddialarından geriye düşmeleri, parti fikrinin yıpranmasına ciddi malzeme sağladı. Karar alma süreçlerinin aşağıdan yukarıya demokratik bir biçimde işlemesi, bilgi paylaşımında şeffaflık, rotasyon, kota, çoğulculuk gibi meselelerde başta yapılan bütün vurgulara rağmen eylemin muhtevasının bu ilkelerden giderek uzaklaşması, “parti” fikrinde onulmaz yaralara sebep olmuştur. Üyelerini siyasetin demokratik ve kolektif bir biçimde üretildiği mekanizmalara dahil etmektense onları “seyirci” ya da ancak “taraftar” konumunda bırakan bir partinin kişisel düzeyde çoğu zaman hüsran ve hayal kırıklığına neden olması kaçınılmaz. Birleşik parti deneyiminin bakiyesi böyleyken nasıl bir parti, nasıl bir örgütsel form tartışması daha da acil hale geliyor.
Sosyalist hareketin yeniden inşası, yeniden kuruluşu uzun zamana yayılması muhtemel kırılgan bir süreç olarak gelişecek gibi görünüyor. Toplumsal mücadeleler içerisinde anlamlı bir yer edinmeksizin bu süreci hızlandırmaya, “kestirmeden” giderek yolu kısaltmaya dönük her girişim atıl kalmaya mahkûm. Dolayısıyla, Yeniyol sayfalarında sıkça vurgulandığı üzere,  sosyalist solu toplumsal direniş ve mücadeleler içerisinde yeniden kurma çabası, sabır, inat ve sebatla biriktirmeye, iğneyle kuyu kazmaya dayanmak durumunda. Sosyalist hareketin yenilenmesi toplumsal mücadeleler içerisinde yer almaktan geçtiği bir an için unutulmamalı, doğru. Ancak siyasal olanı toplumsal olana teslim eden bir tür “dernekçilik” anlayışından, yani kitlesel antikapitalist bir siyasal öznenin inşası meselesinin üzerinden tamamen atlamaktan da ısrarla kaçınmak gerekiyor. Aksi yönde tutum takınmak, örneğin emek hareketinde ya da başka bir mücadelede mangalda kül bırakmazken dönüp seçimlerde CHP’ye oy vermeye götürür. Bu tür “devrimcilik” örneklerine Türkiye sosyalist hareketinde sıkça rastlandığı biliniyor.
Sosyalist hareketin toplumsal karşılığını es geçen bir “yüksek siyaset” takıntısının da siyasal olanı dışlayan toplumsal mücadele ısrarının da “Aşil topuğu”, yani zaafı aynı. İki tutum da sosyalist hareketin “ideolojik ve örgütsel bağımsızlığı”, bağımsız bir sınıf alternatifi yaratma iddiasını kolaylıkla es geçebiliyor. Yani sosyalist hareketin yeniden yapılanma sürecinde kıskançlıkla gözetilmesi gereken şey, sermayenin farklı akımlarından ve devletten bağımsız bir politik odağın inşası meselesidir. Belirleyici kriter, sosyalist hareketin ideolojik, örgütsel ve politik olarak tam ve koşulsuz bağımsızlığının muhafazası meselesidir. Yüksek siyaset sahnesinde yer almak için siyasal planda düzen güçlerinden birine yamanmak da siyasal bir alternatif inşasını uzak bir geleceğe tehir etmek de düzen güçlerinden bağımsız, antikapitalist kitlesel bir siyasal öznenin inşasını önemsemez; ÖDP’nin tarihi ortada.

 

Geçiş mantığı ve antikapitalist kopuş
Aslında yukarıda anılan “dernekçilik” yönündeki eleştiri, ÖDP’den son konferans sürecinde ayrılan kesim tarafından dillendiriliyor. Ayrılanlar kalanları sıklıkla “siyaseti” göz ardı etmekle eleştiriyor; ÖDP’nin Halkevleri misali “siyasetsizliği siyaset olarak benimseyen” bir çizgiye girerek sosyal yardımlaşma derneğine dönüştüğü söyleniyor.6 Partide Ergenekon ya da askeri vesayet gibi “gündemdeki” temaların ya da “rejim içi çatlaklar” temelli bir siyasal planlayışın değil de yoksulluk ve dayanışma örgütlülükleri gibi vurguların öne çıkması bu eleştirilerin zeminini oluşturuyor gibi. Zaten bu eleştirileri dile getiren kesimin temel zaafı, müesses nizam dahilindeki kavgaların sosyalist siyasetin ana zemini olarak tarif ediyor olması. Yani burada “siyaset” derken kastedilen, üstelik Türkiye’de ekonominin rekor oranda küçüldüğü, işsizliğin hele de kentlerde ve genç nüfus içerisinde devasa boyutlara yükseldiği bir dönemde, ana akım medya ve gazete manşetleri kerteriz noktası alınarak oluşturulan “siyaset”tir. Oysa en azından bu yazıda kastedilen “siyaset”, sosyalist toplumsal dönüşüm perspektifi ile ezilenlerin gündelik/yakıcı sorunları ve acil talepleri temelli bir seferberlik arasında köprüler oluşturma meselesidir.
Burada konu edilen “siyasetin bir tür yardımlaşma/dernek faaliyetine indirgenmesi” eleştirisine, eleştiriyi gündeme getirenden bağımsız olarak, yine de dikkat etmek gerek. Eleştiri haklı olduğu için değil ama Türkiye sosyalist hareketinin daha genel bir zaafına işaret ettiği için. Yukarıda da ifade edildiği üzere “dernekçilik”, yani sosyalist siyasetin bir tür yardımlaşma/dayanışma faaliyetine indirgenme tehlikesine karşı uyanık olmak gerek. Ezilenlerin somut ve acil taleplerine kulak veren, neoliberalizmin bireyci-tüketici etiğine karşı paylaşımcı-dayanışmacı bir kültürü öne süren ve bu çabalarla “aşağıdakilerin” özgüvenini ve kolektif eyleme kapasitesini artıran her çabaya, amiyane tabirle, “şapka çıkarmak” gerekir. Mesele bu türden her faaliyetin aynı zamanda sosyalist toplumsal dönüşüm hedefinin bir ayağı olarak düşünülmesi ve bu anlamda antikapitalist bir programatik bütünle ilişkilendirilmesi. Bu anlamda direniş ve dayanışma hareketleri içerisinde yer almakta, bunları kışkırtmakta elbette bir an bile tereddüt edilmezken, bütün bu çabalar kitlesel antikapitalist bir siyasal öznenin inşası süreciyle bakışımlı olarak yürütülmeli. Tek başına bir dayanışma hareketi, pekâlâ tersinden bir STK tipi faaliyete dönüşebilir. Her zaman kurumaya, köktenci içeriğini yitirmeye yatkın böylesi bir faaliyeti STK zihniyetine teslim olmaksızın anlamlı bir biçimde sürdürebilmenin yegâne yolu, söz konusu faaliyeti antikapitalist bir programatik anlayışla bütünleştirmekten geçiyor.

Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir zaafı, sosyalist toplumsal dönüşüm hedefi ile aktüel siyasal/toplumsal pratik arasında bir “geçiş” mantığına sahip olmaması, ya da bu iki alan arasında köprüler oluşturmakta zayıf kalmasıdır. Dolayısıyla ya “siyaset” vurgusuyla “reel politik” bir tutum takınılmakta ve egemenler arası mücadeleler mutlaklaştırılıp bunlara yaslanılmakta ya da siyasi içeriğinden (yani kapitalizmden kopuş perspektifinden) arındırılmış bir toplumsal mücadele ve aktivizm anlayışıyla “dernekçilik” olarak tanımlanabilecek bir anlayış hâkim olmaktadır. Siyasal aygıtın, “organik” bir partinin gerekliliği tam da bu meselede aciliyet kazanıyor oysa. Toplumsal mücadeleler ile kapitalizmden kopuşu hedefleyen kurtuluşçu iddia arasında bağlantılar kurabilmek ancak siyasal dolayım ile mümkündür. Toplumsal hareketler ile komünizmin kurtuluşçu iddiası arasında köprüler kuracak “organikleşmiş” bir partiye ihtiyacın anlamı budur. Dolayısıyla siyasetin kurumsal/parlamenter bir dar alana sıkıştırılmasına da, siyasetin STK’laşmasına da, siyasal olanı atlayıp toplumsal mücadeleleri tek belirleyici kılınmasına da karşı çıkmak gerekiyor. Bunun için de toplumsal direniş ve hareketler ile siyasal aygıt (parti) arasında dinamik bir ilişkiyi tarif etmek, bugünün gündelik mücadeleleriyle sosyalist toplumsal dönüşüm hedefi arasında somut bağlar kuran antikapitalist bir zihniyetle eylemek elzem. “Yüksek siyaseti” merkeze alan anlayışın eleştirisi, sesi kesilenlerin seslerini merkezi siyasal alana taşıyacak mekanizmalara ihtiyaç duyulmadığı anlamına gelmiyor.

Sosyalist hareketin antikapitalist perspektifinin zayıf oluşu, bir “kopuş” mantığını öne çıkarmaması (sosyalizm lafının sadece gelecek güzel günlere dair bir tasavvur düzeyinde kalması) ve bu anlamda gündelik siyasal/toplumsal müdahale ile sosyalist toplumsal dönüşüm hedefi arasında bağ kuramaması onun apolitikleşmesine yol açıyor. Siyaset vurgusuyla reelpolitiğe yaslanıldığında da toplumsal mücadele vurgusuyla siyasal proje atlanıldığında da geçerli bir apolitizm bu. Çünkü sosyalistler için siyaset, Alan Badiou’nun deyimiyle, “hâkim düzen tarafından bastırılmış olan yeni bir ihtimali açığa çıkarmaya dönük, belli ilkeler etrafındaki kolektif eylemdir”.7 Bu anlamda sosyalist siyasetin, ikisi de nihayetinde müesses nizamın güçlerine yaslanan “dernekçilik” ile de “reelpolitikçilik” ile de bağı yoktur. Sosyalist hareketin hedefi, AKP’ye karşı bir sol siyasal-kurumsal alternatif yaratmak da değil, AKP’nin sosyal yardımlaşma ağına alternatif bir sosyal yardımlaşma-dayanışma ağı kurmak da değil.8 Mesele kapitalist nizamın bastırdığı başka bir “ihtimalin” bizzat ezilenlerin eylemleri içerisinde filizlenmesinin önünü açmaktan ibaret.

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol Sayı: 34

 

1 Daniel Bensaid, Köstebek ve Lokomotif Tarih, Devrim ve Strateji Üzerine Denemeler, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 124-5, 185.

2 TGV gibi kimi STK’larda yürütülen sendikalaşma çabalarının önemini burada hatırlatmak mutlaka gerekli. Bizzat STK’lar içerisindeki emek-sermaye mücadelesini öne çıkaran böylesi çalışmalar, “devlet-sivil toplum” gibi sathi zıtlıklara verilebilecek en iyi pratik cevaplardan sayılmalı.

3 “Orta sınıflar deryasından artık sadece aktive olduklarında solun kadrolarını, olmadıklarında birincil etki alanını oluşturması beklenen avukatlar, doktorlar, öğretmenler çıkmamaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi memlekette de bu katmanlardan gelenlerin önemli bir kısmi üçüncü sektöre –yani STK sektörüne- yönelmektedir örneğin. Ve fark şudur ki bu sektöre yönelenlerin mesleki olarak ortaya koydukları pratiğin bizzat kendisi, solun da iddia geliştirdiği ‘sosyal mesele siyasetini’ yeniden biçimlendirmektedir. Gerek ortaya çıkardığı araçlarla gerekse de uğraştığı meselenin özneleri ile kurduğu ilişki biçimi ile bu alanı dönüştürmektedir.” Ahmet Bekmen, “Ayrılık Aşka Dâhil…”, Birikim, sayı: 240-nisan 2009, sayfa: 48-53.

4 Arundhati Roy, Sokaktaki İnsanın ‘İmparatorluk’ Rehberi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005, s. 161-2.

5 Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, çev. Gürol Koca, Metis Yayınları, İstanbul, 2007, s. 101.

6 Örneğin bkz. Gökhan Kaya, “ÖDP Halkevi’ne Dönüşürken”, www.turnusol.biz

7 Alan Badiou, “The Communist Hypothesis”, New Left Review, sayı 49, Ocak-Şubat 2008.

8 “İster ‘vicdan hareketi örgütlemek’ isterse de dayanışma adı altındaki  yardım faaliyetleriyle ‘vicdanını yoksulların emrine vermek’ biçiminde tezahür etsin, kapitalizme karşı devrimci bir alternatife değil; biri hükümet düzeyinde diğeri ise sosyal düzeyde, AKP’ye onun tarzı ile yanıt vermeye çalışmaya işaret eder ki, bu durumda, ne Özgürlükçü Sol Hareket neden ayrıldığını, ne de Özgürlük ve Dayanışma Hareketi gerçekte ne yapmak istediğini bize açıklayabilmiş olur.” Selim Evren, “ÖDP’de Dönüşümün İlk Evresi: Hareket zamanı”, bianet.