Masis Kürkçügil –

 

İpler Erdoğan’ın elinde. Ne kurumsal muhalefet ne de sokak buna karşı koyma gücüne sahip. 7 Haziran’dan sonra 1 Kasım’da elde edilen sonuçlar bir başka Türkiye’nin mümkün olduğunu gösterdi Erdoğan’a. Şimdi 7 Haziran öncesinde dalga geçilen verin 400 milletvekili görün hanyayı konyayı çağrısı kabus gibi toplumun önünde duruyor. AKP’nin tek başına iktidar olmaması halinde, koalisyonların bile gerçekleşemeyeceğini seçmene kabul ettirdikten sonra şimdi sıra anayasal çoğunlukta. Daha doğrusu kendisini onaylatacağı referandum adı altındaki plebisitte. Çünkü esasında kimse önerinin ıcığını cıcığını anlayacak durumda olmadan doğrudan Erdoğan oylanacak. Amca ve yeğen Bonaparte’lar bu silahı kullanmayı çokça sevdiklerinden Bonapartizmin önemli araçlarından biri olarak bilinir. Her ne kadar kelime anlamı halkın karar vermesi olarak okunabilirse de halkın celladını onaylaması olarak da tercüme edilebilir. Plebisit yoluyla halk iradesiyle (“milli irade”) bütün temel hak ve özgürlüklerin köküne kibrik suyu ekilebilir. Bu memlekette bunun küçük de olsa bir örneği olarak, AKP’nin demokrasi havarisi (liberalleri bir yana koyalım) diye takdim ettiği Özal’ın 12 Eylül dolayısıyla siyasi yasaklı olan siyaset erbabının yeniden siyasete katılıp katılmaması “referandumu” basit bir örnek olarak gösterilebilir!
 
AKP’nin oy oranı artmaya devam ediyor ve bunun doğal bir sonucu olarak da MHP ve HDP’de gerilemeler var. Birinden biri veya ikisi de baraj altı kalabilir. Darbenin zamanlamasını belirleyecek olan da Erdoğan. Yükselen milliyetçi dalganın beslenmesi, bir başka şekilde rahatlıkla çözülebilecek çatışmaların (“çözüm süreci”ni çöpe atmayıp buzdolabına kaldırdıklarını Erdoğan söylediği gibi ben AKP ile bir daha müzakere etmem diyen bir Kürt siyasetçisi de yok!) bu kadar ağır cereyan etmesi yalnızca Kürt meselesiyle veya Rojava’daki gelişmelerle sınırlı değil. Evet bunlar çok önemli, ama maksat çok daha kapsamlı. Rejimin karakteri jeopolitik sürtüşmelerden nasiplenmekten daha önemli.
 
Bütün radikal söylemine rağmen Kürt ulusal hareketinin önerileri de bu gidişata takoz koyma kapasitesine sahip değil.
 
“Demokrasi”nin olmadığı bir yerde “haklar” da bir takım biçimsel normlara indirgenirse ilginç durumlarla karşı karşıya kalınabilir. Örneğin Erdoğan 30 Mart 2013’te kimine göre demokrasinin timsali olabilir. Öyle ya “Belediye başkanlarını seçiyoruz da, valileri niye halk seçmesin?” dediğinde “Demokratik özyönetim veya özerklik” babında önemli bir mesafe kat etmiş oluyordu. Remzi Kartal (Cumhuriyet 24 Ocak 2016) “Yani sizin atadığınız valiler, kaymakamlar değil bizim kendi irademizin yansıdığı özyönetimimizi getiriyoruz, denmiş oldu” dediğinde aslında çok fazla bir şey de söylenmemiş oluyor demokrasi adına.
 
Demirtaş da (Milliyet 9.02.2013) “Özerklik önerimiz var. Desantralizasyon dediğimiz olay. Türkiye’nin yeni bir sisteme girmesi lazım. Bütün kültürlerin Türkiye’nin birliği içinde korunması gerektiği ilkesi anayasanın ruhuna sinmelidir. Yakın olduğumuz AKP’dir. Bire bir örtüşmüyor ancak yakınlaştığımız parti AKP’dir” demişti. Bu yakınlaşmadan geriye bir şey kalmadığı kesin. Ancak gerçekten bir yakınlaşma var mıydı? Veya şekli unsurlar arasındaki benzerliklerden “demokrasi” üretilebilir miydi?
 
AKP başkanlık meselesinde kesin bir söylem yerine farklı ihtimalleri göz önüne alarak mesafe kazanmaya çalışırken DTK başkanı Hatip Dicle açıkça Amerikan tipi başkanlığı savundu. “‘Bizim savunduğumuz Amerika’daki gibi bir başkanlık sistemidir. Bunun ademi merkeziyetçi yanları olacak, yasama ve yürütme arasında denge olacak, bizim tasarımız budur’ deseler; Türkiye’de bunun çok destekçisi olacağına inanıyorum.”(Cumhuriyet, 16 Ocak 2016)
 
Öcalan da 23 Şubat 2013’teki görüşmede şöyle demiş: “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Yalnız burada Başkanlık ABD’deki gibi olmalı. Devlet Meclisi gibi bir Senato. İkincisi, bir de Halklar Meclisi. Bunun adı Demokratik Meclis de olabilir. Bu da ABD’deki Temsilciler Meclisi gibi olabilir, Rusya’daki Alt Duma gibi olabilir. İngiltere’deki Avam Kamarası’nın Türkiye versiyonu gibi. Esas olarak HDK’yi parlamentoya uyarlamak gibi düşünebiliriz.” (28 Ocak 2016, T24)
 
Demokrasinin derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması için ABD rejiminin örnek alınması aslında yalnızca Erdoğan’ın değil ademi merkeziyetçi talepleri olduğunu belirtenlerin de kafalarının pek net olmadığını göstermekte. Kah Avrupa yerel yönetim şartnamesine konulan şerhin kaldırılmasının yeteceğine, kah Almanya’daki eyalet sistemine, kah İspanya’ya göndermelerle kendinden başkasını ikna etmek mümkün olmaz. (Gülten Kışanak da biraz eski bir mülakatta “Almanya’da eyaletler var zaten. Kantonlar var birçok ülkede” diyordu -Toplum ve Kuram, Güz 2010, s.170)

 
Köhne düşüncelerle Yeni Türkiye mümkün mü?
 
Mutlak iktidarın şekil şemail unsurlarını da tamamlamak için Erdoğan bir ön hazırlıktan sonra ya bu meclisten çıkacak bir referandumla veya bir erken seçimle anayasa değiştirme çoğunluğunu elde ederek (mümkündür ki MHP veya HDP’nin veya ikisinin de baraj altında kalabileceği bir seçimle) kafasındaki (malum ortada bir metin yok) başkanlık sistemine doğru sistematik olarak güç toparlamaya başlamış durumda. Böylesi bir durumda bile son olarak barış isteyen akademisyenler örneğinde olduğu gibi kendinden olmayanı hain, mahlukat olarak görüp bir eli rabia diğeri kurt müseccel mafia bozuntularının reytingini yükselttiğine göre “Anayasa” tartışmalarının çerçevesi çoktan çizilmiş demektir.
 
Hazırlayıcılarının artık şaşkın şaşkın ne diye kendilerine böyle bir taslak hazırlatıldığını sordukları 2007’deki Ergun Özbudun başkanlığındaki bir heyetin Anayasa taslağı unutuldu gitti. 2011’de Mecliste Anayasa komisyonuna bir dizi maddede anlaşılmış olduğu halde araya sokuşturulan başkanlık meselesi bütün çalışmaları felç etmişti.
 
“Seçilmiş diktatörlükten” başka bir şey olmayan Meksika tipi biraz fazla gayri milli görüldüğü için içeriği hakkında herhangi bir şey söylemeden bu kez de “bu mesele yerlidir. Bugüne kadar kurulan anayasaların hepsi ithaldir. İthal ürünlerle yönetildik, ithal mantıklar bize hâkim oldu. Şimdi biz yerliye ve milliye dönmeliyiz” (Sabah 29 Ocak 2016) gibisine anayasa hukuku tarihine geçecek bir safsatayı öne sürmüştür. Hepsi ithalse senin döneceğin yerli bir şey yok demektir! İnsanlık tarihine canı sıkılınca veya keyfine göre katkı yapmak milli hasletlerimizden biridir. Şimdi sıra Erdoğan’da.
 
Referandum kimine çok demokratik bir yol gibi gözükse de otoriter rejimlerin meşruiyet kaynağı olarak ikide bir “halk oylamasına” (plebisite) başvurmak adettendir. Erdoğan referanduma gitme kararı aldığında kimse rejimin girdisi çıktısı üzerine karar vermeyecek doğrudan Erdoğan’ı oylayacaktır. Bu durumda sonucu tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktur.
 
Anayasa veya Başkanlık meselesi referanduma inene kadar geçen zamanda olacakları göz ardı ederek, tartışmanın kendisinden medet ummak kadar gayri siyasi bir davranış olamaz. Sanki bir bilgi yarışması varmışçasına bir takım projeler tokuşturulmuyor, bütün gücü giderek tekelinde toplayan bir merkez kendi iradesini gerçekleştirmek için “milli irade”yi kullanıyor.
 
Taha Parla’nın “Siyaset Teorisi ve Felsefesinde Monokratik Yönetimler, Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri” makalesi (19 Aralık 2015-birdirbir.org) bu tür konularda kalem oynatmaya, söz söylemeye meraklı olanlar için televizyon tartışmalarında denge ve denetim şahikası diye gösterilen ABD başkanlık sistemini anlamak için elzem. Hatta okumayan konuşmasın! Bu uzun makalenin 6. bölümü tam da “Parlamenter Sistem ve Amerikan Başkanlık Sistemi”ni ele alıyor. Dürüst liberal diye tanımladığı birinden yaptığı alıntı kulağa küpe olabilir: “Birçok Amerikalı anayasanın demokratik dünyanın geri kalanı için model olduğuna inanır. Oysa demokratik kurumların uzun zamandır yaşadığı ve çöküntüye uğramadığı ülkelerin bir tanesi bile Amerikan anayasa sistemini benimsememiştir… tek istisnası olmadan hepsi reddetmiştir.” ABD başkanlık sistemi için kullanılan tabirler özetle krallıkla diktatörlük arasında bir yerde diyelim. Ya Demokrasi? Taha Parla finali şöyle yapmış: “Yürütme erkinin üstünlüğü başlı başına bir sorundur; yürütmenin tek şefinin üstünlüğü katmerli sorundur. Kısacası, beterin beteridir. Parlamenter sistemin ‘yasamanın üstünlüğü’ ilkesi, başkan/şef sistemlerinin ‘yürütmenin üstünlüğü’ yaklaşımından üstündür. Siyaset ve hukuk felsefesinin normu budur. Maksat demokrasi ise. Meclis üyeleri kadar tüm yurttaşların da özsaygısı ve vakarı bunu gerektirmektedir. Güdümlü meclis ve güdümlü halk mı, onurlu ve saygın bir meclis ve halk mı?”
 
Başkanlık sistemiyle bir tür özerkliğin güvenceye alınacağı veya mümkün olacağı üzerine mesnetsiz iddialarda bulunanlar eğer ille de bir benzetme yapacaklarsa “ulusal güvenlik” adına insan haklarının sınırlandığı ve muhalefetin bir bütün halinde sindirildiği McCarthycilik hatırlanabilir. Tabii beterin beteri var ve de dahası da olabilir diyerek!
 
“Müzakere” elbette güç ilişkilerine göre sonuç verebilir. Onun için de hem Erdoğan hem Kürt ulusal hareketi yeni hamleler yaptılar. Bu güç ilişkilerinden azade genel olarak insan hak ve özgürlüklerini temel alacak veya yurttaşlığa toplumsal bir içerik katacak bir anayasa veya sistem tartışması abestir.
 
Sosyalist sol temel meselenin kimin ahaliyi nasıl yöneteceği olduğu bu tartışmaya bodoslamadan karşı çıkarak, merkezi iktidarın alabildiğine zayıfladığı, ancak yerellik güzellemesine de kapılmadan, insanların temel meselelerde söz ve karar sahibi olması gereken, ezcümle yukardakilerin ne halt edeceğine dair bir yarışa girmek yerine aşağıdakilerin kendi çıkarlarını ve haklarını nasıl koruyabileceklerine dair bir kampanya yürütmelidir. Bunun için muhtaç olduğu kudret “sosyalist demokrasi” konusunda yapacağı açılımlardadır.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2016 tarihli 17. sayısında yayınlanmıştır)