Josette Trat –
 
Başlıca Bolşevik yöneticiler, Marx ve Engels’in özel mülkiyetin ve kadınların ezilişinin aktarım alanı olarak “burjuva” ailesi hakkındaki tezlerini okumuştu veya en azından bunlardan haberdardı. Dolayısıyla 1917 devriminin ardından Lenin, Troçki, Aleksandra Kollontay ve daha başka yöneticiler kadınları ev işlerinin ağır yükünden kurtarmak ve tam anlamıyla birer emekçi olmalarını sağlamak için kreş, yemekhane, çamaşırhane gibi kolektif yapıların geliştirilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Peki bu, cinsiyetler arası ilişkilerin, bilhassa da cinsel düzlemde, bütünlüklü bir altüst oluşuyla mı sonuçlanmalıydı? Bu konudaki görüşler, A. Kopp (1) tarafından dile getirilmiş bir ayrımı temel almak gerekirse, A. Kollontay tarafından temsil edilen bir “radikal” kanat ile “ılımlı” hatta gerici bir kanat arasında bölünmüştü.
 
 
Kayda Değer bir Hukuki Çalışma
 
Aleksandra Kollontay’a göre bir kadın ancak ekonomik açıdan bağımsız olduğu zaman özgür olabilirdi. Bu, hamile kadınların ve annelerin, özellikle de en yoksul olanların hamilelik ve doğum aşamasında, ardından da çocukların bakımında devletin koruması ve yardımına güvenebiliyor olmasını da içeriyordu. İlk Sovyet hükümetinde 1918’e kadar sosyal koruma bakanıyken, ardından da 1920-1922 yılları arasında Jenotdel’in başındayken tüm faaliyetlerine yön veren bu kaygıydı (2). Cinsiyetler arası eşitlik için Bolşevik hükümet tarafından birkaç ayda gerçekleştirilen hukuki çalışma kayda değer çaptadır. Dahası, kıtlık tehlikesini sınırlı tutmak ve besin maddelerinin dağıtım sistemini denetleyebilmek için “savaş komünizmi” döneminde geniş bir kolektif yemekhane şebekesi oluşturulmuştur. Kollontay için “mutfak ile evliliğin ayrılması” devlet ile kilisenin ayrılması kadar önemliydi. Fakat 1921’de, savaş komünizminin sona erişinde A. Kollontay yetersiz ekonomik kaynaklardan dolayı, yeni hayat biçimleri ve cinsiyetler arası yeni toplumsal ilişkiler lehine geleneksel ailenin geriletilmesi için vazgeçilmez olan bu yapılardan (kreş, çocuk evi, çamaşırhane, ortak ev vb) ancak nüfusun “dar bir kesimi”nin faydalanabildiğini kabul etmek zorunda kaldı.
 
Ayrıca çok sayıda erkeğin, Komünist Parti militanları dahil olmak üzere, eşlerinin toplumsal ve siyasal hayata girip evin işlerini ihmal etmelerine razı gelmediğini de kabullenmek durumunda kalacaktı. Öte yandan devrimin başlangıcından beri yabancı basının beslediği söylentiye dayanarak kadınlar hâlâ partinin çocuklarını onlardan almasından korkuyordu.
 
 
Cinsel Özgürlük Tartışılıyor
 
Bolşevik hükümet aynı zamanda eşcinselliği ve kürtajı suç olmaktan çıkarmıştı (1920) ki bunlar o dönem açısından son derece devrimci uygulamalardı. Bununla birlikte kürtaj hakkının Sovyet kadınlarına tanınması kadınların doğurganlıklarını denetleme özgürlüğü adına yapılmayıp, yasadışı kürtaj çerçevesindeki tehditlerden ve ülkenin içinde bulunduğu sefaletten kaynaklanıyordu. Kollontay’da da başka bir açıklama bulunmaz. Ona göre Sovyet Cumhuriyeti “geniş bir anneliği koruma ağı”na kavuştuğunda ve … “kadınlarda sağlıklı bir çocuğu dünyaya getirmenin onlar için bir toplumsal görev olduğu fikri iyice yerleştiğinde” kürtaj sayısı düşecektir (3).
 
Çocuk doğurmanın ve onu emzirmenin “özel bir tercih değil bir toplumsal görev” olduğu fikri üzerinde birçok kez duracaktır. A. Holt’un vurguladığı gibi hekimlerin çoğu kürtajın yasallaşmasını desteklese de bunu “istemeye istemeye” yapıyorlardı. Hatta kimileri annelikten kaçmaya gayret eden bu “onursuz” kadınları teşhir ediyordu. Holt’un hatırlattığı gibi bu yasanın hiçbir yerinde doğum kontrolünün iyiliklerinden söz edilmiyordu. Oysa A. Kollontay devrimden önce bu konuya ilgi göstermiş ve Sovyet hekimleri yeni doğum kontrol yöntemleri hakkında araştırmalara girişmişti fakat hükümetten herhangi bir destek görememişlerdi (4). Kuşkusuz bu tartışmaları dönemin bağlamına oturtmak gerekir: iç savaş, kıtlık ve milyonlarca ölü… Ne var ki, A. Holt’un da belirttiği gibi, koşullar her şeyi açıklamaz.
 
Kollontay’a göre aşka dair kavrayışlar ve bunları çerçeveleyen düzenlemeler sınıf mücadeleleri tarihini yansıtır. Bu nedenle, burjuva toplumunda olduğu kadar Sovyet Rusya’da da tüm toplumsal sınıfları etkileyen “cinsel kriz”in derinleşmesi üzerine kafa yormak ona acil bir gündem olarak görünüyordu. Aşk ilişkilerinde radikal bir değişim olmadığı takdirde radikal bir toplumsal değişim -özellikle de kadınların lehine- olmayacağından emindi. Greta Meisel-Hess’in Almanya’da 1910’lara doğru yayımlanan Cinsel Kriz kitabından esinlenerek, 1918’de insanların kendi “aşk potansiyellerini” geliştirmelerinin önemi üzerinde durur. “Büyük aşk” nadiren rastlanan bir durum olduğundan, köşeye çekilip onu beklemektense, tümüyle özgürce “aşk dostluğu”na dayalı çeşitli bir aradalık biçimlerini deneyimlemek gerekir.
 
Buna “oyun-aşk” adını verir. Bu, partnerler arasında tam bir eşitliği (örneğin kadınların ekonomik bağımlılığının olmayışı) ve diğerinin özerkliğine (özellikle erkek tarafından) saygı duymayı içerir (5). Bu “serbest birlik” biçimi çok sayıda eleştiriye maruz kalacaktır, tıpkı “su bardağı teorisi”ni Clara Zetkin ile 1920 tarihli bir mülakatında eleştiren Lenin’inki gibi (6). Kimileri Kollontay’ın kuramlarını “burjuva davranış biçimlerine bir geri dönüş” olarak teşhir ederken, daha başkaları evliliğe kadar cinsel ilişkiden kaçınmayı savunacaktır (7). Aleksandra Kollontay, perspektifini değiştirmeyecek fakat giderek söylemini kadınların çoğunlukla hayal kırıklığıyla sonuçlanan aşk deneyimlerini kolektif çıkarın hizmetindeki eyleme tabi kılmalarının önemi doğrultusuna bükecektir (8). Kollontay’ın diplomat olarak 1922’den itibaren siyaseten marjinalleştirileceğini unutmayalım.
 
Otuzlu yıllarla birlikte geleneksel aileye dönülerek tüm bu tartışmalara ve deneylere bir son verilecek ve kürtaj yasaklanacaktır.
 
Çev. U. A.
 
 

Kaynak: https://npa2009.org/idees/histoire/revolution-russe-liberation-des-femmes-et-vie-quotidienne.
 
Notlar:
 
[1] A. Kopp, 1976: Changer la vie, changer la ville, UGE, 1975 [Hayatı Değiştirmek, Şehri Değiştirmek].
 
[2] Jenotdel: 1919 ile 1930 yılları arasında, SSCB’nin doğu bölgeleri dahil olmak üzere bir kitle etkisine sahip komünist kadınlar örgütü.
 
[3] A. Kollontaï, 1921: «Révolution dans la vie quotidienne», Judith Stora Sandor, Marxisme et révolution sexuelle, Maspéro, s. 228 [Gündelik Hayatta Devrim].
 
[4] A. Holt, 1979: «Les bolcheviks et l’oppression des femmes», Annick Mahaim, Alix Holt, Jacqueline Heinen, Femmes et mouvement ouvrier, La Brèche [Türkçesi: Kadınlar ve İşçi Hareketi, Yazın Yayıncılık].
 
[5] A Kollontaï, 1918: «Lutte de classes et sexualité», J. Stora Sandor, a.g.e. [“Sınıf Mücadelesi ve Cinsellik”].
 
[6] Jean-Jacques Marie son kitabı Rus Devriminde Kadınlar’da Lenin’in bu sözlerinin gerçekliği tartışıyor.
 
Kollontay’a atfedilen “Su bardağı teorisi”ne göre cinsel isteklerin tatmini “bir bardak su içmek kadar basit”tir veya en azından komünist toplumda öyle olmalıdır. Lenin ise söz konusu mülakatta şöyle der: “Elbette ki susuzluk giderilmelidir. Fakat normal bir insan, normal koşullarda  su içmek için sokaktaki bir kirli su göletine yüzükoyun uzanır mı?” (Çevirenin notu).
 
[7] A. Kopp, a.g.e., s. 95-100.
 
[8] İlgili okurlar Kollontay’ın şu romanına bakabilirler: İşçi Arıların Aşkı (Pencere Yayınları). Ayrıca 1928’de basılmış olan “Üç Kuşakta Aşk” öyküsüne de bkz.  Aleksandra Kollontay, Sevgi Yolları, Almancadan çev. Gülay Türkyılmaz, Alan Yayıncılık, İstanbul 1987.