Stefo Benlisoy – Seçimlerin toplumsal gerçekliğin çarpık da olsa bir ifadesi olduğundan hareketle 12 Haziran seçimlerinin Türkiye toplumunun yirmi yıllık mazisi olan ana eğilimlerini teyit ettiği söylenebilir. Sonuçlar toplumun hiç olmazsa seçimsel düzeyde daha da sağcılaştığını, milliyetçi ve muhafazakâr bir siyasi atmosferin hâkimiyetini bir kez daha tescil etmiş oldu. Üstelik sonuçlar 12 Eylül darbecilerinin ve Özal’ın yüzde on barajı marifetiyle Türkiye’ye iki buçuk partilik bir siyasal rejim biçme gayretlerinin hiç olmazsa şimdilik üç buçuk partiyle gerçekleştiğini de göstermiş oldu. 12 Haziran sonuçları baraj altında kalan “küçük” partilerin yaşam hakkının olmadığının kesin bir göstergesiydi adeta.

Daha 12 Eylül plebisiti öncesinde, milliyetçi-muhafazakâr sağın klasik kimi argümanlarını hoyratça seferber ederek kendisini Türk-Sünni “milletin” otantik temsilcisi ilan etmiş AKP’nin her iki seçmenden birisinin oyunu alması, şahsında temsil ettiği hegemonik blokun adeta yerinden edilemez olduğu kanaatini oluşturdu. AKP ve Erdoğan’ın seçim kampanyası boyunca kullandığı otoriter, milliyetçi dilin seçimlere özgü bir retorikten ibaret olduğunu, seçimler sonrası yapılacak bir balkon konuşmasıyla “küskünlüklerin” pekâlâ giderilebileceğini savunanların yanıldığı pek çabuk ortaya çıktı. Daha balkondan yeni inilmişken, seçim sonrası bir “balayı” dahi yaşanmadan, YSK tarafından altısı Blok’tan olmak üzere tutuklu vekillerin salıverilmemesi krizinde iktidar partisinin takındığı tutum, başta Kürt meselesi olmak üzere AKP’nin önümüzdeki dönemde temel demokrasi meselelerinde ayak sürüyeceğinin en önemli işareti olsa gerek. Aksine içine girdiğimiz dönem, AKP iktidarının toplumsal yaşamın tüm veçhelerine daha doğrudan müdahalelerde bulunacağı, politikalarının yarattığı toplumsal çatlaklarda boy vermeye çalışan toplumsal muhalefetin değişik kesimlerini daha da fazla dışlamaya, sindirmeye çalışacağı bir dönem olacak. Türkiye’nin son on yılını tedrici bir demokratikleşme, “normalleşme”, “olağanlaşma” süreci olarak okuyan çevrelerin AKP’ye yönelik hayırhah ve apolojetik tutumları eğer iktidarla organik bir ilişkileri yoksa hızla olanaksız hale gelecek. Öyle ya Erdoğan’a göre “sıfır kilometre” sivil ve demokratik anayasa muhalefetin yemin etmeyip çalışmalarına katılmadığı bir mecliste hazırlanabilir, meclis “ister gelsin, ister gelmesin” muhalefet olmadan da “bal gibi” çalışabilir. “İleri demokrasi”nin gelip dayandığı sınırlar bunlar.

Yukarıda betimlenen durumun en önemli göstergesi, seçim kampanyası sırasında Erdoğan’ın tedavüle soktuğu milliyetçi söylemdi kuşkusuz. Bu noktada MHP’nin, seçim sürecinde kaset skandalları başta gelmek üzere barajın altında kalması için maruz kaldığı onca tazyike, söyleminin neredeyse tümüyle AKP tarafından devralınmasına rağmen oy oranını koruyabilmesini dikkate almak gerekiyor. Söylemindeki milliyetçi dozu giderek arttıran bir AKP karşısında MHP açısından tek çıkar yol kendisini Türk milli kimliğinin son savunma hattı olarak kurgulayarak daha katı ve kimlik vurgusu iyice pekişmiş bir hatta yönelmek olacak. Seçim meydanlarının hâkim söyleminin milliyetçilik yarışı olduğu tespitini yaparsak, milliyetçiliğin egemen siyasetin ana damarı, Türkiye siyasal hayatının vasatı olmaya devam ettiğini vurgulamak gerek.

CHP seçimlerde devreye soktuğu yeni lider ve söyleme rağmen beklenen ölçüde oy artışı sağlayamamış olsa da Baykal’ın partiyi demirlediği yüzde yirmi oranından yukarıya taşıması, Kılıçdaroğlu ve ekibinin CHP’nin devletçi reflekslerini asgariye indirerek sosyal liberal bir sosyal demokrat partiye evrilmesi sürecini sürdürmesini sağlayacak gibi görünüyor. Bunu söylemek bu dönüşümün sancısız ve gel gitsiz olacağını düşünmek anlamına gelmiyor. Neticede CHP’nin yeni yönetimi seçim sürecinde vitrininde Haberal, Balbay ya da Aygün gibi isimlere yer vererek “devletçi” refleksleri gözetmeye devam ettiğini vurgulamaya gayret etti. Dahası, önümüzdeki dönemde Türkiye’de sosyal demokrasinin sosyolojik sınırlarının, yani “seçmen tabanının” sınırlı olduğu “tespitinden” hareketle merkez sağa açılma gayretini iyice pekiştireceğini söylemek de kehanet sayılmasa gerek. Bununla birlikte elbette temel sorun on yıllar süren Baykal döneminde partinin yukarıdan aşağıya geçirdiği köklü dönüşüm sonrasında tabanın büyük ölçüde devletçi/ulusalcı bir hattı benimsemiş olması. Tüm bu faktörlere rağmen Kılıçdaroğlu’nun, Sav ve Baykal ekiplerinin olağanüstü kurultay çağrılarına rağmen önümüzdeki dönemde partiye daha büyük ölçüde damgasını vurmasını beklemek doğru olacaktır.

Seçimlerde ezilenler ve doğanın haklarının savunulması namına en anlamlı seçeneği oluşturan Barış, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun parlamentoya 36 milletvekili sokma hakkını kazanarak bütün beklentilerin ötesinde bir başarı sergileyebilmiş olması, gelecek açısından hiç olmazsa bir direniş hattı oluşturabilmek açısından büyük bir anlam taşıyor. Özellikle bölgede seçim sürecinin AKP ve Erdoğan’a doğrudan bir karşıtlık üzerinden geçtiği ve ülkede AKP oylarında bir gerileme yaşanan yegâne alanın buraları olduğunu vurgulamak elzem. Belki de tam da bu nedenle Hatip Dicle başta olmak üzere altı Blok vekilinin meclis dışında bırakılması hususunda AKP hiç olmazsa bu satırlar yazıldığı ana dek son derece olumsuz bir tutum takınmakta. Seçimlerde Kürt ulusal hareketi bölgedeki Kürt siyasetinin değişik unsurlarıyla gerçekleştirdiği birlik aracılığıyla ulusal kimlik inşası sürecinde yeni merhaleler kat etti. Öte yandan hareketin sergilediği kitlesellik, “sivil direniş” eylemlerinde gösterdiği yaratıcılık azımsanamazsa da bu dinamiğin bölgeyle sınırlı olduğunu, “Batı”da toplumsal muhalefetin değişik unsurlarının, sosyalist hareketin etkisizleşmeye, cılızlaşmaya devam ettiği gerçeğini de gözlerden saklamamalı. Blokun aldığı sonuçların yarattığı tüm iyimserliğe rağmen sosyalist hareket ve toplumsal muhalefetin yer yer kazandığı kimi kısmi başarılar bir yana, sermayenin doğaya ve emeğe saldırıları karşısında bazı artçı direnişlerin ötesinde sürekli, bütünlüklü ve en önemlisi bir inşa perspektifine sahip bir siyasal/toplumsal faaliyetinden söz edebilmek mümkün değil.

“Ustalık” döneminde emek ve doğa

Seçime katılan müesses nizam partilerinin hepsi doğanın tahakküm altına alınıp sermayenin ihtiyaçları için sömürülmesine cevaz veren programlara sahip olsalar da AKP seçimde ekokıyıcılık anlamında aslan payını kaptı. “Çılgın projeler” başlığıyla art arda açıklanan ve hepsi birbirinden daha kıyıcı olan bu sözde projelerle AKP bir sonraki iktidar döneminin de doğa açısından ne büyük bir tehlike arz ettiğini gözler önüne serdi. AKP Türkiye merkez sağının tescilli kalkınmacılık, “büyük ve güçlü Türkiye” aşkını kendi tanımlamasıyla “ustalık” döneminde adeta bir “gigantomani”yle birleştirmeye yeminli. Fatih’le yarışan “kanal” projesi, İstanbul’un iki yakasına iki yeni şehir, dev otoyol ve köprüler kuşkusuz bir yanıyla “hizmete aç seçmeni” tavlamaya dönük vaatlerdi. Yine de AKP doğanın sermayeye nihai anlamda diz çöktürülmesi ve sermayenin sınırsız birikim ihtiyacına tabi tutulmasında sonuna kadar gitme niyeti genlerine işlemiş bir ideolojik/siyasal anlayışın bugün en önemli temsilcisi. Bu anlayışın “2023 Türkiye” hedefiyse bir beton cumhuriyetinden farksız. AKP sermayenin krizini aşmada kamusal kaynakların aktarıldığı böylesi devasa inşaat projeleri ve doğanın sermayenin ihtiyaçlarına daha fazla tabi kılınması ayrıcalıklı bir yer tutmakta. Bu anlamda 12 Haziran seçimlerinde emek ve ekoloji mücadelesi açısından en tehlikeli programlardan birinin temsilcisi idi.

Seçimden AKP’nin böylesi yığınsal bir onayla çıkması önümüzdeki dönem mücadelelerinin seyri açısından ciddi güçlükler barındırıyor. Seçim sürecinde Japonya’da Fukushima’da meydana gelen facianın ardından dünyanın pek çok ülkesi kamuoyu baskısıyla nükleer projelerinden gönülsüz de olsa vazgeçtiğini ya da aşamalı olarak bunlara son vereceğini açıklarken Erdoğan’ın hiçbir biçimde planlanan nükleer projelerinden geri adım atmaması, buna rağmen nükleer santral yapılması öngörülen yerleşim yerlerinde AKP’nin oylarında herhangi anlamlı bir azalma meydana gelmemesi, bu projelere ilişkin bölge halkının zımni onayı olarak değerlendirilecektir hiç kuşkusuz. Ya da Karadeniz’de HES yapılması öngörülen ya da halihazırda inşa edilen bölgelerde değil AKP’nin oy yitirmesi, bölge genelinde ciddi oy kazancı sağlaması, HES karşıtı muhalefeti önümüzdeki dönemde ciddi biçimde zorlamaya aday. Seçim sonuçları doğanın AKP iktidarı tarafından yağmalanmasına karşı mevcut direnişlerin seçimsel bazda oldukça lokal ve sınırlı etkilere sahip bulunduğunu bir kez daha gösterdi. İktidara tepkiler HES, termik, nükleer santral ya da siyanür madenciliği gibi yıkım projelerinin etkilerinin doğrudan yaşandığı noktalarla sınırlı kaldı ve yıkıcı etkilerin şimdiden hissedildiği ya da hissedileceği daha geniş bölgelere sirayet etmedi.

Hiç kuşkusuz toplumsal mücadelelerle bu mücadelelerin siyasi biçimlere tahvili arasında otomatik bir geçiş bulunmamakta. Toplumsal olanla siyasal olan arasında böylesi doğrudan bir ilişki kurmak oldukça güç ve sadece ekolojist mücadelenin değil, Türkiye’de toplumsal muhalefetin değişik alanlarının en temel sorunlarından birini oluşturuyor. Ama kestirmeden söyleyecek olursak doğanın savunulması ve ekoloji mücadeleleri bugün giderek toplumsal muhalefetin asli alanlarından biri haline gelmiş bulunmakta. Mücadelelerin yaygınlığı, aldığı biçimlerin çeşitliliği, kitleselliği ve direniş kapasitesi ile AKP iktidarının yarattığı hegemonyanın potansiyel çatlaklarından birisini oluşturmakta. Hiç kuşkusuz içine girdiğimiz yeni dönemde AKP iktidarı bir taraftan seçimlerde almış olduğu “onayı” doğayı sermaye birikim sürecinin daha asli bir bileşeni haline getirmek için kullanacak, öte yandan bu alanda giderek daha büyük bir dirençle karşılaşacaktır.

Bu noktada seçim başarısına rağmen AKP’nin toplumsal muhalefetin değişik biçimlerine yönelik daha sert bir tavra yönelmesi anlamsız bulunabilir. Oysa AKP iktidarının toplumsal muhalefete yönelik daha şedit bir yaklaşım göstereceği tüm “normalleşme”, “vesayet rejiminin geriletilmesi” ve “ileri demokrasi” nidalarına rağmen daha 12 Eylül plebisitinden önce belli olmuştu. Geçen bütün süre içerisinde toplumsal muhalefetin değişik kesimlerinin kriminalize edilmesinde ve “meşru” siyaset zemininin dışına çıkarılmaya çalışılmasında yeni merhaleler kat edildi. Erdoğan ve kurmaylarının 12 Eylül öncesinde giderek daha sık biçimde milliyetçi-muhafazakâr-mukaddesatçı lügatin terminolojisine başvurması ve Sünni Türk kimliği ve değerlerinin otantik temsilcisi olma vurgusunun yapılması seçimlere damgasını vurdu. Suyun ticarileşmesine karşı direnen Hopa halkına vahşice saldırılması sonrasında Metin Lokumcu’nun hayatını kaybetmesi ve sonrasında Hopa’da adeta 12 Eylül döneminin nokta operasyonlarını aratmayacak şekilde polisiye operasyonlarla ilçenin terörize edilmesi toplumsal muhalefetin kriminalize edilmesinde yeni bir aşamayı temsil ettiği rahatlıkla savunulabilir. Erdoğan’ın Lokumcu’nun vefatı ardından kullandığı dil, sadece Hopa’da değil Ankara’da da vahşi gözaltı kampanyalarının açılması yeni dönemde muhalefeti daha sert bir muameleye tabi tutulacağının göstergesi. Büyük Anadolu Yürüyüşü’nün Ankara girişinde durdurulması gibi sayısız örnekse ekoloji ve doğanın hakları mücadelesine iktidarın giderek daha tahammülsüz olacağının kanıtı. Geleneksel “vesayet” kurumlarını neredeyse tamamen kendisine tabi kılmış olan AKP’nin, toplumsal muhalefeti sindirme ve etkisiz kılmada bu araçlardan artık çok daha rahat faydalanmakta olduğunu da gözden ırak tutmamak gerekiyor.

Seçim sonuçlarının önümüzdeki dönemin mücadelelerini nasıl etkileyebileceğini tartışırken ekolojist hareketin temel bir zaafını da bilhassa göz önünde bulundurmak gerekiyor. Türkiye’de ekolojist hareketin önemli bir arazı, kapitalizmden kopuşu öngören ekososyalist bir toplumsal dönüşüm hedefiyle aktüel siyasal/toplumsal pratik arasında bir “geçiş” mantığına sahip olmaması, ya da bu iki alan arasında köprüler oluşturmakta zayıf kalması, eskilerin deyimiyle azami program ile asgari program arasına aşılmaz duvarlar inşa etmesidir. Dolayısıyla ya “siyaset” vurgusuyla “reel politik” bir tutum takınılmakta ve egemenler arası mücadele ve çelişkiler mutlaklaştırılıp bunlara yaslanılmakta ya da siyasi içeriğinden (yani sermayenin tahakkümünden kopuş perspektifinden) arındırılmış bir toplumsal mücadele ve aktivizm anlayışıyla “dernekçilik” olarak tanımlanabilecek bir anlayış hâkim olmaktadır. Siyasal bir dolayımın gerekliliği tam da bu hususta aciliyet kazanıyor. Toplumsal mücadelelerle kapitalizmden kopuşu hedefleyen kurtuluşçu iddia arasında bağlantılar
kurabilmek ancak siyasal dolayım ile mümkündür. Toplumsal hareketlerle ekokomünizmin kurtuluşçu iddiası arasında köprüler kuracak “organikleşmiş” bir dolayıma ihtiyacın anlamı budur. Ekolojist hareketin antikapitalist perspektifinin zayıf oluşu, bir “kopuş” mantığını öne çıkarmaması ve bu anlamda gündelik siyasal/toplumsal müdahale ile radikal bir toplumsal dönüşüm hedefi arasında bağ kuramaması çoğu zaman onun esasında apolitik bir pragmatizme, STK’cılığa teslim olmasına, söyleminin eko reformist ve yeşil kapitalist demagoji tarafından belirlenmesine yol açıyor. Elbette bunu söylemek doğa ve emeğin haklarını savunma adına toplumsal muhalefet alanında yürütülen anlamlı çaba ve faaliyetlerin olmadığı anlamına gelmemeli. Esas sorun bu tür faaliyetlerin çoğu zaman bir siyasal/toplumsal dönüşüm ufkunun parçası haline gelmelerini sağlayacak bütünlüklü bir kurucu perspektiften azade yürütülmeleri.

Yine hareketlerin çoğunlukla yerel niteliklerinin öne çıkması, yer yer kültür ve kimlik temelli bir söylemin harekete egemen olması bütünlüklü bir ekoloji mücadelesinin oluşturulması önünde önemli bir engel olmaya devam etmekte. HES ve Termik santral karşıtı mücadelelerin ortak bir politik hat ekseninde biraraya gelme kapasitelerinin artması noktasında kimi önemli adımlar atılmış olsa da bu husustaki noksanlık hareketin süreklileşmesini ve Türkiye’de sermayenin doğaya açmış olduğu acımasız savaşın önüne geçebilecek ve bunu küresel mücadele ve direnişlerle irtibatını kurabilecek bütünlüklü bir siyasal hat inşa edebilmenin önünde en önemli engellerden birini oluşturmaya devam ediyor.

Bir “kopuş” perspektifinin güncelliği

Türkiye’nin tam göbeğinde bulunduğu Akdeniz çukuru bir yanıyla piyasacı-otoriter Arap rejimlerine karşı demokratik ve toplumsal halk ayaklanmalarıyla sarsılırken diğer yandan Avrupa’da sermayenin krizi karşısında sermayenin karşı reform saldırısına karşı başta Yunanistan ve İspanya’da olmak üzere solun ve toplumsal muhalefetin mevcut kurumsal çerçevesini aşan yeni bir direniş ve radikalizasyon dalgası boy veriyor. Türkiye tüm bu gelişmelerin tam ortasında, ilelebet bu dinamiklerin yarattığı yeni durumdan azade kalamaz. Bugün için adeta yara almaz, sarsılmaz görünen AKP’nin muhafazakâr, otoriter, neoliberal hegemonyası bu devasa mücadelelerin ve yeniden dizilişlerden mutlaka etkilenecek, bizzat temsil ettiği dizginsiz sermaye birikim rejiminin yarattığı çatlaklardan yeni direniş odakları belirecektir.

21. yüzyılın ikinci on yılının hemen başında yeryüzü şiddetli mücadelelerle sarsılmakta. Sermayenin doğa ve emeğe yönelik nihai saldırısının şiddet ve kapsamı arttıkça direnişler uç vermeye, gelişmeye başlıyor. Türkiye bir dönem bölgesinde istisna olarak, özellikle Avrupalı komşularına nazaran bir “normalleşme”, “olağanlaşma” arayışında, geçiş sürecinde bulunan bir ülke olduğu dillendirilmekteydi. İçerisinde bulunduğumuz dönemde bu kez tersinden “istisnai” bir konum edinmiş durumda. AKP’nin şahsında sermayenin hegemonyasının alabildiğine rıza bulduğu, doğa ve emeğin sömürüsünün dizginsiz bir şekilde derinleştirildiği ve ufukta bu sömürünün hiç olmazsa belli kısıtlar içerisine sokulmasını sağlayacak bir gücün bile görünmediği, otoriter, piyasacı, kısıtlı demokrasisiyle Türkiye küresel egemen sınıflar için “yönetilebilirliği” ile göz dolduran bir ülke. Yine de yukarıda vurgulandığı gibi bu durumun ila nihai süreceğini varsaymak mümkün değil. Ekolojik krizin iklim krizi suretinde hızla derinleştiği, kapitalizmin insanlığı ve medeniyetini bir çürümeye sürüklediği çağımızda yeni dönemi “normalleşme”, “olağanlaşma” beklentileriyle karşılamak beyhude.

Faşizmin Almanya’daki yükselişi karşısında Troçki, devrimci bir siyasetin en önemli hammaddesinin zaman olduğunu vurgulamıştı. Bugün içerisine hızla sürüklendiğimiz medeniyet krizinde bu tespit ziyadesiyle geçerli. İçinde bulunduğumuz kriz koşullarında her türlü evrimci/ilerlemeci siyasal anlayışa karşı sermayenin ekolojik açıdan sürdürülemez üretim ve tüketim dünyasından ve onun doğayı ve insanlığı sürüklediği uçurumdan radikal-devrimci bir “kopuş” perspektifi geliştirilmesi elzem. Mevcut düzenin sınırlarını veri kabul eden, ehlileşmiş, kurumsallaşmış, bürokratikleşmiş, beklenti ufku daralmış bir ekoloji/çevre mücadelesi ile yaşamı tehdit eder hale gelen ekolojik krize karşı koymak mümkün değil. Dolayısıyla ekososyalist olarak tanımlanabilecek bir siyasal projeksiyonun inşası ve bunun doğa ve emeğe yönelik sermayenin saldırısının değişik veçhelerine ilişkin toplumsal direnişlerle bütünleştirilmesi ve somutlaştırılması, ete kemiğe büründürülmesi meselesi önümüzde en zor koşullar altında dahi yeniden bir ihtimal, bir ihtiyaç ve bir zorunluluk olarak beliriyor.

(Bu yazı Kolektif Ekososyalist Dergi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.)