Nurcan Turan –
 
Türkiye’deki hegemonik feminizmin iddiası, cinsiyetçiliğe ve ilgili sorunlara karşı mücadelenin tek öznesinin “kadınlar” olduğu, cinsiyetçiliğin zorunlu olarak sürdürücüsü ve ondan her daim yararlanan taraf olan erkeklerin mücadeleye katılamayacağı ve hatta katılmasının kadınların mücadelesine zarar vereceği yönünde. Diğer yandan, toplumsal eşitlik ve demokrasi mücadelesi veren erkeklerin büyük çoğunluğu da cinsiyet eşitsizliğini diğer eşitsizliklerin ve hiyerarşilerin kurucu unsurlarından birisi olarak görmek ve en azından retorik düzeyde bile cinsiyetçiğe karşı durmak şöyle dursun feminizmi ve feministleri lanetleyen muhafazakâr koroya, kimi zaman sinik bir alaycılıkla kimi zaman bilinçli bir eleştirellikle katılabiliyorlar. Erdoğan, “her kürtaj bir Uludere’dir” diye bağırırken bazı radikal muhalif yayın organlarında erkekler kürtajın tek başına kadınların verebileceği bir karar olmadığı, çocuk evliliklerinin kültürel bir durum olup anlayışla karşılanması gerektiği gibi “orijinal” iddialarla feministlerin son dönemde yürüttükleri kampanyaların beş para etmezliğini kanıtlamaya çalışabiliyor mesela.
 
Cinsiyetçilik ve eril iktidar üzerine konuşan az sayıda erkek ise ne yazık ki kendisi üzerine konuşmak yerine yalnızca kadınların ezilmesine karşı çıkarak, erkeklerin ve erkekliğin konuşulamaz konumundan pek öteye geçemiyor. Evde babalarının, askerde komutanlarının, işte patronlarının-amirlerinin kendilerine uyguladığı şiddeti; erkekliğin bir taraftan da evde, piyasada, orduda, erkek arkadaşlar arasında nasıl büyük bir şiddetle kurulduğunu ve uyumsuzların nasıl şiddetle cezalandırıldığını deşifre etmekten ziyade kadınları ve onların sorunlarını tanımlayan ve en iyi ihtimalle de günah çıkaran bir iktidar pozisyonundan konuşmayı tercih ediyorlar. Hal böyle olunca da farklı, uyumsuz ve daha eşitlikçi erkeklik deneyimlerinin görünür ve meşru kılınması pek mümkün olmuyor. İşsiz,  karısından para alan, karısı çalışırken ev işi yapan, bebek bakan, güvencesiz işlerde, askerde, evde diğer erkekler tarafından aşağılanan erkeklik henüz dile gelebilmiş değil. Erkeklik deneyimleri giderek daha fazla farklılaştığı halde, para, statü ve karılarının-çocuklarının üzerinde denetim sahibi erkek imgesinin yanına başka imgeler henüz eklenemedi.
 
Hegemonik erkekliğe uyum sağlayamayan ve erkeklik krizini hafifletebilecek ekonomik ve kültürel sermayeye sahip olmayan erkeklerin ellerinde kalan tek iktidar alanı olan karılarının-sevgililerinin kendilerini terk etmesiyle “rahatlıkla” cinayet işlemelerinin nedenini belki biraz da kabul edilebilir ve meşru erkeklik biçimlerinin aşırı sınırlanmış olmasında aramak gerekiyor. Erkeklikten düşürülme tehdidi, geleneksel patriyarkanın korumasını kaybetmiş erkekleri şiddetin ağır biçimlerine, erkekliğin asrı saadet günlerini vadeden siyasal İslamcı akımlara, militarizme, homofobiye, holiganlığa vs. sevkediyor. Devlet, ordu, piyasa gücünü elinde bulunduran, başarılı, sağlıklı, heteroseksüel az sayıda erkeğin belirlediği normları karşılaması mümkün olmayan ve kadınlar karşısındaki otoritesi göreli olarak zayıflamış erkekler patriyarkal ayrıcalıklarını korumanın yeni yollarını arıyor.

 
Erkeklik Su Geçirmez mi?
 
Özgecan cinayetinden sonra erkeklerin kadına yönelik şiddeti kınamaları, cinayet ve şiddet üzerine konuşmaları birçok feminist tarafından tepkiyle karşılandı. Bütün erkekler aynı minibüsün içindeydiler; konuşmadan önce kendi erkekliklerini sorgulamalı ve tecavüze-cinayete yapısal olarak nasıl ortak olduklarını görmeliydiler. Etik-politik bir tavır almadan önce çıkartmaları gereken tarihsel günahlar vardı.  Hem bütün erkekleri sarsılmaz bir iktidar pozisyonuna itip hem de onlardan sürekli olarak fayda sağladıkları erkekliklerini sorgulamalarını beklemenin nasıl bir paradoks olduğu konjonktürün sıcaklığı içinde tartışılamadı elbette. Bu tepki büyük ölçüde erkekliğin asla sızıntı yapmayan, çelişki taşımayan, tutarlı, istikrarlı, bütün erkeklerin az veya çok parçası olduğu bir iktidar biçimi olduğu varsayımına dayanıyor. Aynı şekilde, bütün kadınların da sınıftan, ırktan veya diğer farklardan azade evrensel bir işleyişe sahip olan patriyarkanın benzer kurbanları olduğu inancına.
 
Feminist hareketin 1960’ların sonunda başlayan ikinci dalgasında, sosyalist, savaş ve ırkçılık karşıtı hareketler içindeki kadınlar, öznesinin yalnızca kadınlar olduğu bağımsız bir kadın hareketi yaratmaya çalıştılar. Bu girişim, insanlığın kurtuluşunu vadeden hareketlerin kendi içindeki cinsiyetçiliği ve en temel hiyerarşileri dert etmemesine yönelik bir tepkiydi bir yandan da. Bu hareketlerin erkekleri tarafından şiddetli tepkilere, aşağılamalara maruz kaldılar ilk başta. Feministler, dönemin yapısalcı ve Marksist düşünsel ve politik iklimi çerçevesinde kadın-erkek eşitsizliğinin ne kadar köklü ve yapısal, ezilen bir grup olarak kadınların bağımsız örgütlenmelerinin ne kadar zorunlu olduğunu göstermek için kadınların tarihsel ve evrensel ezilmişliğine vurgu yaptılar. Erkek egemen ve feminizmi burjuva bir ideoloji olarak gören solla hesaplaşmak için kapitalizmden daha köklü bir baskı sisteminin varlığını göstermeye çalıştılar. Tarihten, coğrafyadan, sınıftan, ırktan, vb. bağımsız olarak ezilen evrensel kadınlar sınıfının karşısına erkekler de homojen bir bütün olarak konuldu ve bu her şey bu iki sınıf esasına göre analiz edilmeye başlandı. Ne var ki, beyaz, orta sınıf, eğitimli kadınların sözcülüğünü üstlendiği bu evrensel kadınlar kategorisi kısa zaman içinde siyah, yoksul, üçüncü dünyalı, lezbiyen kadınlar tarafından hem teori hem hareket içinde istikrarsızlaştırıldı. Farklılıklarla birlikte birlikteliğin yolları arandı. Bütün kadınlar adına konuşan beyaz, batılı, orta sınıf feminizmin dışlayıcılığı ve kadınlar arası farklar 1980’lerden sonraki tartışmaların temel konusu haline geldi.
 
Kadınlar arasındaki farklılıklar meselesi doğallığında erkekler arasındaki farklılıkların tartışılmasına da kapı araladı. Türkiye’de pek örneğini göremesek de dünyanın çeşitli yerlerinde cinsiyetçiliğe, egemen erkekliğe, şiddete ve erkeklik adına dayatılan normlara karşı mücadele eden, feminist ve LGBT hareketle dayanışma içinde olan erkek grupları ortaya çıktı. Türkiye’de ne yazık ki, Biz Erkek Değiliz Platformu gibi oldukça sınırlı etkinlik gösteren birkaç grup dışında cinsiyetçiliğe karşı mücadele veren erkek gruplarından bahsetmek mümkün değil. Kadınlarla erkeklerin cinsiyetçiliğe karşı ortak mücadelesine ilişkin tartışma ise kadınların düzenlediği eylemlere erkeklerin katılımı konusundan öte gidemiyor. Kadınlar, haklı olarak kendi sorunlarını tartıştıkları toplantılara, 8 Mart eylemlerine erkeklerin katılımını bağımsızlıklarına bir müdahale olarak görüyor. Diğer yandan, Türkiye’deki hegemonik feminizmin erkekleri toplumsal cinsiyet mücadelesinden tümden dışladığını, söz söylemeye yeltenenleri aynı erkeklik minibüsüne hapsettiğini, minibüsten inmeye çalışanlara her hangi bir alan açmadığını da teslim etmek gerekiyor.
 
Bu yaklaşımda, Türkiye’deki güçlü patriyarkal ilişkilerin getirdiği sertliğin yanı sıra kadınları ve erkekleri tutarlı ve sabit toplumsal cinsiyet kimliğine sahip özneler olarak gören; tarihsel, sınıfsal, siyasal, kişisel farklılıkları silen;  aşırı genellemeci ve yasa merkezci bir ataerki analizinin de etkisi var. Babanın mutlak yasasının erkekleri ve kadınları şaşmaz biçimde belirlediği, yasanın öngördüğünden başka toplumsal cinsiyet performanslarının olamayacağı inancı esasında karşı çıkılan yasayı tersinden güçlendiriyor. Bu toplumsal cinsiyet tanrısı, cinsiyet ilişkilerinin doğal ve değişemez olduğunu, erkekleri ve kadınları biyolojik, psişik ve kültürel olarak sabitlediğini iddia eden, umutsuzluk ve imkânsızlık aşılayan bir tanrı.  Erkekleri ve hapsedildiğimiz kadınlık durumunu değiştirmeye çalışıyoruz ama hiçbir şekilde değişebileceklerine inanmıyoruz. Oysa gerçek yaşamda, yasanın belirlediği toplumsal cinsiyet normlarına belirli düzeylerde uymak zorunda kalsalar da kadınlar ve erkekler bilinçli veya bilinçsiz sürekli olarak onları ihlal ediyor, yeni normlar ve ilişki biçimleri inşa ediyor.  LGBT’lerin varlığı ve mücadelesi bu ihlalin en radikal örneği olarak karşımızda duruyor.
 
Erkeklik denilen iktidar biçimini doğal ve biyolojik bir zorunluluk değil başka başka iktidar alanlarıyla iç içe kurulan, sınırları belirsiz, geçirgen, değişime açık bir inşa olarak ele aldığımızda erkekliğin kendi içindeki çatışmaları ve kırılmaları görmek daha mümkün hale geliyor. Erkekliğin çatışmalı ve değişken bir alan olduğunu söylemek, ekonomik ve siyasi yapılara, kültüre, dile ve psişelere işlemiş patriyarkal yapılarının olmadığını ve bütün tahakküm ilişkilerini doğallaştırmaya yarayan ikili cinsiyet yapısının kendisini tüm toplumsal alanlarda sürekli yeniden üretmediğini iddia etmek anlamına gelmiyor. Veya egemen erkeklik normlarına uymayan marjinal erkekliklerin kadınların emeğini ve bedenini denetim altında tutmaktan fayda sağlamadığı, çeşitli telafi yöntemleriyle egemen erkekliğe eklemlenmediği anlamına da gelmiyor. Yalnızca, karmaşık ve çatışmalı erkeklik alanı içinde bir imkân olarak olumlu erkekliklerin mümkün olduğunu, etik-politik bir kapasiteye sahip varlıklar olarak erkeklerin şiddet kullanmayı reddedebileceği ve hatta şiddete ve ayrımcılığa karşı politik bir mücadele yürütebilecekleri anlamına geliyor.
 
Erkeklerin geneli, son tahlilde kadınların itaat ettirilmesine hizmet eden eril şiddetin nimetlerinden dolaylı veya doğrudan faydalanıyor olsa da, bu her erkeğin şiddet uygulamayı desteklediğinin ve şiddet potansiyelini her an açığa çıkarabileceğinin bir kanıtı görülemez.   Bunun yanında, bazı kadınların da diğer kadınlara yönelik şiddeti meşru gördüklerini, şiddet uyguladıklarını ve şiddete ortak olarak erkek iktidarından pay aldıkları gerçeğini de akılda tutmak gerekiyor. Elbette kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin zorunlu olarak birincil öznesi kadınlar olacak ve öyle de olageldi. Ne var ki, bu çeşitli düzeylerde bazı erkeklerle birlikte mücadele edilemez demek değil. Birlikte mücadelede her düzeyde, her konuda erkeklerle yan yana gelmemiz, bağımsız örgütlerimizden vazgeçmemiz demek değil. Her gün üç kadının öldürüldüğü, şiddetin her biçiminin giderek tırmandığı bir durumda çok çeşitli alanlarda mümkün mertebe en geniş ittifakı kurmak, minibüsten inmek isteyen erkeklere alan açmak, şiddete karşı diğer erkeklere seslenmelerini desteklemek durumundayız. Birlikte mücadele ve çeşitli özneleri cinsiyetçiliğe karşı eklemleme hususunda LGBT hareketinden öğrenecek çok şeyimiz var.
 
(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2015 tarihli 13. sayısında yayınlanmıştır)