Mutlucan Şahan –
 
Teşbihte hata olmayacağı inancından olsa gerek, netameli konularda metaforlara sıkça başvurulur. Korint Kralı’yken Zeus’un gazabına uğrayarak, tepeye ulaşır ulaşmaz yine aşağıya yuvarlanacak bir kayayı sonsuza kadar yamaç yukarı sürüklemeye mahkum edilmiş mitoloji kahramanı Sisifos da mücadelenin öznesi meselesinde kimi zaman devreye sokulan metaforlardan biridir. Hep başarısızlığa uğramış olmasına karşın binbir güçlükle ve bıkıp usanmadan kayayı iteleyen sabık kralın azmi, mücadele kararlılığının simgesi sayılır.

Oysa Sisifos kayayı asla tepeye ulaştıramayacağını bilmektedir. Bunu bildiği halde işine devam etmesi boyun eğmezliğinin bir göstergesi midir, yoksa sonuçsuz bir çaba haline gelmiş yaşamına anlam katmak uğruna kendi kaderine ve lanetine tevekkülle sarılmış olmasının mı? Buna herkes meşrebine göre cevap verebilir; Sisifos’un çabası anlamlı ve asil de bulunabilir, umutsuz ve saçma da. Kesin olan, çabasının kayayı tepeye ulaştırmak yahut kendisini bu cezadan kurtarmak amacı taşımadığıdır. Nitekim pek çok batı dilinde, Türkçedeki “havanda su dövmek” deyiminin karşılığı olarak Sisifos’a gönderme yapılır.

Rosa Luxemburg, Sosyal Reform mu, Devrim mi? başlıklı broşüründe, Bernstein tarafından reformun ve sosyalizme tedrici geçişin yolu olarak savunulan sendikal mücadeleyi “Sisifos çabası” olarak niteler. Sendikalar kuşkusuz gereklidir; fakat devrimci siyasal perspektiften yoksun biçimde başlı başına bir mücadele olarak sendikalizmin ufku tepeyi asla aşamayacak, sınırlı kazanımları da kayanın gerisin geriye yuvarlanmasıyla bir bir ortadan kalkacaktır. Bernstein aralarında kopmaz bir bağ olan iki şeyi, emekçilerin gündelik mücadeleleriyle nihai amaçlarını karşı karşıya getirmektedir. Rosa’ya göre “sosyal reform uğruna verilecek mücadele araç, sosyal devrim amaçtır”; Bernstein’a göre ise “sosyalizmin nihai amacı denilen şey bir hiçtir, hareket her şey.” Amacı önemsemeden, hatta amacı bile olmadan hep hareket eden ve kayayı hareket ettiren Sisifos gibi!

Marx ve Engels de Sisifos imgesine pek iyi gözle bakmaz. Hekim olarak bulunduğu Manchester’daki pamuk işçilerinin sefaletini kaleme alan Sir James Kay’in şu ifadeleri önce Engels tarafından İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu‘nda, sonra da onun aracılığıyla Marx tarafından Kapital‘de alıntılanır: “Tekrar ve tekrar, durmadan aynı mekanik işi yapmanın doğurduğu sonu gelmez acının kahır yüklü tekdüzeliği, Sisifos’un işine benzer; sırtlanılan iş yükü, bitip tükenmiş haldeki işçinin durmadan gerisin geriye üzerine yuvarlanan kayayı andırır.” Marx ve Engels bu pasaj yoluyla makineleşmiş zorunlu emeğin işçinin bedeni ve zihni üzerinde yarattığı yıkıcı, yabancılaştırıcı etkiyi ortaya koyarlar; çalışma aracı çalışan öznenin denetiminden çıkmış ve ona hakim olmuştur.

Marx Kapital’de Korint Kralı’nı bir kez daha, bu kez saf mübadele değeri olarak paranın servet biriktiricisi üzerindeki hakimiyetini açıklamak için anar. Kendi başına bir kullanım değeri olmadığı halde, kullanım değeri içeren diğer metaların mübadelesi için bir araç olan para, sermaye birikim süreci içinde amaç haline gelir. Gözünü para hırsı bürüyen sermayedarın, saf değişim değeri uğruna türlü kullanım değerlerinden, diğer bir deyişle para uğruna gerçek ihtiyaçlarından fedakarlık etmesi meta fetişizminin bir tür ideal-tipi sayılabilir. Marx, doymak bilmeyen bu hırstan kaynaklanan ve hep yinelenen biriktirme işini bir Sisifos çabası olarak görür. Tüm bu örneklerde ortak olan nokta, bu çabada araç ile amaç arasındaki ilişkinin dönüşmesi ve böylece faaliyetin fail üzerinde denetim kurmasıdır. Söz konusu olan özgürleşmeden ziyade şeyleşmedir.

Mücadelenin öznesine ilişkin bir diğer metafor ise Marx’ın Shakespeare ve Hegel’den devralıp muhabbetini gizlemediği köstebektir. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i‘nde ve bundan dört yıl sonra1856’da People’s Paper gazetesinin yıldönümünde yaptığı konuşmada, 1848 Devrimi’nin ardından gelen gericilik döneminde gözlerden uzak, durmaksızın günışığına doğru yol alan dostumuzu selamlar. Azim ve kararlılıkta mitolojik kahramanı aratmaz köstebek; ama karanlık dehlizlerde, çamur içinde, ondan çok daha mütevazı ve bir o kadar gerçektir. Ne asil ne görkemlidir, belki sevimli bulunabilir ama güzel de sayılmaz. Yüce ahlaki değerler adına değil, somut ihtiyaçları için çırpınır ve nihayet, amacı yaşamına anlam katmak değil, onu değiştirmektir.

Sabık kralın azminin kaynağı sabırken köstebeğinki sebattır; şartlar uygun olduğunda tekrar günyüzüne çıkmak için bilinç ve iradeyle kazar yeraltındaki karmaşık ve düzensiz görünen ancak birbiriyle bağlantı içinde yapılandırılmış tünellerini. Sisifos’un çabası “havanda su dövmek” ise köstebeğinki “iğneyle kuyu kazmak”tır; ne kadar yavaş ilerlerse ilerlesin, kaç kez geri dönüp yeni bir yol denemek zorunda kalırsa kalsın, önüne çıkan engellerle güzergahı ne kadar değişirse değişsin varmak istediği amacı bir an olsun aklından çıkarmaz. Gözlerden uzak, varlığı unutulmuşken, o sessizce hazırlıklarını sürdürmekte ve iktidarın altını oymaktadır; onun yeraltından başını her çıkarışı muktedirlerin zemininde açılan bir gediktir.

Daniel Bensaid Köstebek ve Lokomotif‘te tarihle hadise arasındaki gerilimin stratejik öznesi olarak betimler dostumuzu: “Köstebek, tünellerle kraterler, dipten kazımalarla yeryüzüne çıkışlar, yeraltının karanlığıyla güneş ışığı, siyasetle tarih arasında gidip gelir. Deliğini kazar. Eşeler ve aşındırır. Gelmekte olan krizi hazırlar. Köstebek dünyevi bir mesihtir.” Tarihsel deneyimin ve mücadelenin sürekliliğinin taşıyıcısı olan ama bunun ötesinde tarihin kendisine sunduğuyla yetinmeyen, güç biriktirip uygun zamanı ve düşmanının zayıf anını kollayan devrimci özne, Marx’ın yaşlı köstebeğinden başkası değildir.

Michael Hardt ve Antonio Negri ise köstebek metaforuna yüklenen bu stratejik niteliği gayet güzel bir şekilde kavramalarına karşın ona dostça yaklaşmazlar. Bu dostane olmayan tutumun nedeni tam da devrimci strateji ve onun öznesi fikri karşısında aldıkları konumdur. İmparatorluk‘ta işçi sınıfının bileşiminin ve mücadele biçimlerinin kökten değiştiğinden yola çıkarak pek de üzgün olmayan bir tonla şöyle yazarlar: “Korkarım Marx’ın yaşlı köstebeği artık öldü. Aslında öyle geliyor ki, günümüzün İmparatorluğa geçiş döneminde köstebeğin kazdığı tünellerin yerini yılanın sonsuz kıvrılışları almıştır. ”

Onlara göre artık güç biriktirmek için çekilebilecek bir “yeraltı” kalmamıştır, bütün mücadeleler düşmanın sahasında, yüzeyde, emperyal topraklarda kayıp gitmektedir. Köstebeğin tünelleri gibi yatay olarak birbiriyle bağlantılı olmayan mücadeleler hep birlikte değil, yerelde ve tek başlarına etkin olabilirler ancak. Zaten İmparatorluğun yüzeyinde hareket ettikleri için ona doğrudan ulaşabilen tekil mücadelelerin birbiriyle koordine olmadan sadece kendi güçlerine dayanarak sürdürülmesi bunların zayıflığını değil, gücünü göstermektedir. İmparatorluğun ne bir merkezi ne de zayıf noktası olduğu için devrimci strateji ya da taktikler de gerekli değildir.

Troçki, 1928 yılında Komintern’in VI. Kongresi’nin taslak programı üzerine eleştirisinde – tam da İmparatorluk yazarlarının köstebek metaforuna karşı çıkmak üzere tasvir ettiği şekilde – “tek bir gündelik göreve ya da sınıf mücadelesinin tek bir dalına hizmet eden önlemler” olan taktiğin aksine stratejinin “bir araya gelişleri, uyumları ve ürünleriyle proletaryanın iktidarı almasına yol göstermek zorunda olan birleşik bir eylemler sistemini kapsadığını” yazar. Fazla açıklamaya gerek bırakmayacak biçimde bu tarif, uzun vadeli bir amaç, geniş kapsamlı bir mücadele ve bunlar için gerekli araçları tasarlayıp eklemlendirme kabiliyetine işaret eder; dolayısıyla sürekliliğin ve bütünlüğün altını çizer. Oysa günümüzde sosyalist hareketin bu kabiliyeti büyük ölçüde körelmiş durumda.

Köken itibariyle birliklerin savaş alanında bütünlüklü bir biçimde sevk ve idare edilmesi anlamına gelen strateji kavramına 1980’lerden itibaren işletme literatüründe belirgin bir ilgi artışı oldu ve tıpkı 20. yüzyıl başından itibaren 1970’lere dek sosyalist cenahın yaptığı gibi, “iş çevreleri” Clausewitz, Sun Tzu gibi askeri stratejistleri okuyup oradan bir terminoloji devşirdiler. Buna karşılık sosyalistler arasında ise strateji meselesi hızla popülerliğini kaybetti; yerini kimi zaman mikropolitiğin kısır döngüsüne, kimi zaman makropolitiğin cerbezesine, kimi zaman da reel politiğin yanılsamalarına bıraktı. Kuşkusuz bu nöbet değişimi toplumsal ve siyasal mücadelenin neoliberal saldırı karşısındaki geri çekilişiyle yakından bağlantılı. Bensaid’in deyimiyle “beklenti ufkunun daralması”, sosyalist hareket açısından bir tür “stratejik akıl tutulması”nı beraberinde getirdi. Oysa belki stratejik akla belki en çok bugün ihtiyacımız var; zira efsanevi satranç ustası Savielly Tartakower’in dediği gibi “taktik, yapacak bir şey olduğunda ne yapacağını bilmektir; strateji, yapacak bir şey olmadığında ne yapacağını bilmektir.”

Elbette ordu dağılmış, ortada sevk ve idare edecek birlik kalmamışken stratejinin biraz lüks olduğu yönündeki itirazlar bir düzeyde anlaşılır olabilir, fakat tartışma yeni değil. Modern Prens‘in sayfalarından Gramsci’ye kulak verecek olursak, herhalde tam da böyle bir itiraza verdiği şu yanıtı duyabiliriz: “Ordusuz komutanlardan söz edenler var, fakat aslında ordu kurmak komutanları yetiştirmekten daha kolaydır. Dahası komutanlarını kaybeden bir ordu dağılır, ama kendi aralarında anlaşmış ve ortak amaçları olan birleşik bir komutan grubunun varlığı, kısa zamanda yoktan bir ordu yaratır.” Şüphesiz bu derlenme faaliyeti sadece ordu toplamayı değil, mevcut mevzilerin kaybedilmiş ya da güçsüz olduğu durumlarda yeni mevziler bulmayı da içerir. Lenin’in “parti örgütümüzün eyleminin başlıca içeriği, bu eylemin yoğunlaşma noktası, en güçlü patlama döneminde olduğu gibi en durgun dönemde de mümkün ve mutlaka gerekli çalışma olmalıdır, yani Rusya’nın bir ucundan bir ucuna birbiriyle bağlantılı, yaşamın bütün yönlerini aydınlatan, ve yığınların olabildiğince geniş katları arasında yürütülen siyasal ajitasyon çalışması” derken kastettiği sadece toplumsal mücadelenin yükseldiği ve kitle fareketinin hızlandığı dönemleri kapsamayan bu işlevdir.

Merkezinde insanlığın topyekun özgürleşmesi amacını bulunduran devrimci strateji kavramı, devrimin güncelliğiyle yakın ilişki içerisindendir; fakat buradan sadece devrimin görünür bir ihtimal olduğu durumlar anlaşılmamalı. Aksine, stratejik yönelim, en şiddetli gericilik dönemlerinde bile pusulayı şaşırmamak, özgürleşmeyi tarihsel ufkun içinde tutmak ve bir bakıma iradi bir çabayla devrimin güncelliğini muhafaza etmek anlamına gelir. Tarih öngörülemez biçimde hızlandığında ansızın beliren ve inisiyatif almayı gerektiren stratejik anları kaçırmamak ancak sürekli bir teyakkuzun, sebatkarane bir hazırlığın sonucu olabilir. Bu görev basitçe toplumsal mücadele alanına havale edilemez. Aralarındaki kopmaz bağa, ikisi arasında sürekli bir tercümenin gerekliliğine rağmen; özgünlükleri ve özerklikleri korunması gereken, iradi olanı ve kendiliğinden olanı kendi bileşimlerinde farklı oranlarda barındıran bu iki alan, ne birbirinin uzantısı ne de aynadaki yansımasıdır.

Siyaset, hareketlerden bir hareket veya en iyi ihtimalle hareketlerin hareketi değil; hareketlerin etrafında eklemleneceği bir eksendir. Yapılandırılmış olanla doğaçlamayı, öznel olanla nesneli, iradi olanla kendiliğindeni ve nihayet ezilenlerin gündelik meseleleriyle özgürleşme fikrini kenetleyebilecek yegane şey bir strateji sanatı olarak siyasettir. Mücadelenin sadece mevcut değil, muhtemel özneleriyle bu çerçevede organik bir ilişki geliştirmek, toplumsal ve siyasal arasında bir tercümeye girişmenin, daha bilindik bir deyimle toplumsalı siyasallaştırıp siyaseti toplumsallaştırmanın tek gerçek yoludur. Böylesi bir siyaset arzular ve olanaklardan değil, gereklilikler ve olasılıklardan yola çıkar. Tıpkı köstebeğin usanmadan yaptığı gibi, tıpkı bugün bizim yapmamız gerektiği gibi.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2013 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır)