Foti Benlisoy – ÖDP’den ayrılan ve ÖSH adını alan grubun kimi başka çevrelerle yeni bir sol parti kurmaya giriştiği bir sır değil. Bu yeni parti girişimiyle ilgili tartışılması gereken bir dizi sorun alanı mevcut elbette; ancak bu yazıda bunların birçoğunu ele almak mümkün değil. Okumakta olduğunuz yazının hedefi daha çok bu girişimin temel sayılabilecek meşruluk gerekçesiyle ilgili. Bu gerekçe, “CHP’nin giderek milliyetçi bir yönelime girmesiyle sosyal demokraside oluşan boşluğu doldurmak” uzun başlığı altında tasnif edilebilir. Evet, girişimin arkasında yatan düşünce, solda ciddi bir boşluğun şu ya da bu şekilde açığa çıktığı ve sosyalist olmayan çevrelerle (küskün sosyal demokratlar, Aleviler vd.) biraraya gelinerek bu boşluğun doldurulabileceği. Tıpkı, evet tıpkı Almanya’da olduğu gibi. Alman Die Linke örneği yeni parti girişimcilerince sık sık anılıyor, hatta bu partinin konu edildiği toplantılar gerçekleştiriliyor. Ancak gelin şimdi biraz başa dönelim ve siyasetteki şu “boşluk” neyin nesidir bir bakalım.

Aslında son yirmi yıl içerisinde sosyal demokrasinin “sosyal liberal” bir yörüngeye oturarak işçi sınıfıyla olan örgütsel ve politik bağlarının gevşemesi, çok sayıda ülkede radikal sol için yeni imkânlar yarattı. Söz konusu olan, bu partilerin neoliberal itikadın temel kabullerini benimsemeleri değil sadece, örgütsel olarak da emekçilerle ve onların örgütleriyle olan bağlarının gevşemesi ve alt sınıflarla organik ilişkileri olan bu partilerin teknokratik ve medyatik idare usullerini benimsemiş dev seçim mekanizmalarına dönüşmesi. Belki de en iyi bilinen örnek Blair’in “Yeni” İşçi Partisi’nin sendikalarla olan örgütsel bağlarını kesmesi ve sendikaların parti siyasetinin oluşturulmasındaki etkisini kaybetmesi. Bu dönüşümün bu kadar hızlı ve “yumuşak” gerçekleşmesinin önemli bir nedeni, bu partilerin II. Dünya Savaşı sonrasında yürütücüsü oldukları “yeni korporatist” ya da sosyal diyalogcu anlayışın sınıf mücadelesini depolitize ederek kitleselliğinden arındırması ve elitler arası teknik bir pazarlığa indirgemiş olmasıydı elbette. Sınıf siyasetinin elitler arası teknik bir müzakere sürecine indirgenmesi bu partilerin neoliberal devirdeki evrimini kolaylaştıran bir etkendi.

Günümüzde İtalya’dan başlayarak Fransa ve Yunanistan’a kadar sosyal demokrasinin hem politik hem de örgüt yapısı anlamında Amerikan tipi bir “Demokrat Parti”ye dönüşmesi süreci gündemde. Sosyal demokrasinin geçirmekte olduğu politik ve örgütsel değişim nedeniyle merkez sağla siyasi rekabeti, kimin neoliberal yapısal dönüşüm siyasetini, yani “reformları” daha etkin yürütebileceğine dair bir tartışmaya dönüşmüş durumda. Dahası, kimilerinin kolaycı ve iyimser beklentilerine karşın kriz, sosyal demokrasiyi titretip kendine döndüren bir etki yaratmıyor. Sosyal demokrasinin sosyal liberalizme doğru yaşanan evrimi krizle tersine dönmüyor. Kriz karşısında daha “halkçı”, daha “sosyal adaletçi” ve daha”kamucu” bir sosyal demokrasiye geri dönüş bekleyenler şimdiden hayal kırıklığına uğramış durumda. Tabii “sosyal adaletçi” ve “kamucu” olmaktan kârlar özelleşirken zararların kamulaştırılmasını anlamıyorsak. Toplumsal tabanlarının daralması karşısında şeklen de olsa bir “sola dönüş” ihtimali şu ya da bu ülkede söz konusu olabilir elbette; ancak genel eğilim, hele kriz koşullarında, hâkim sınıfların stratejik tercihleriyle daha da belirgin bir bütünleşme yönünde.

Bu durum, yani tarihsel olarak “reformist” işçi partileri olarak tanımlanan bu partilerin yaşadığı dönüşüm, son yıllarda radikal solun önüne ciddi bir gündem olarak girdi. Bu partilerin geçirdiği dönüşüm, geriye dönüşlü de olsa, toplumsal tabanlarında önemli bir gerilemeye yol açıyor. Son Avrupa parlamentosu seçimleri, bu eğilimin kıta çapında tesciliydi adeta. Bilhassa Avrupa’da radikal solun önemli bir bölümü, merkez solda oluşan bu politik, örgütsel ve ideolojik boşluğun nasıl doldurulabileceğini tartıştı, tartışıyor. Avrupa’daki birçok radikal sol partinin geçtiğimiz yıllarda elde ettiği bir dizi seçim başarısında, kıtadaki kitle mücadelelerindeki nispi yükselişle birlikte bu durumun da önemli bir payı var. Bu konuyla ilgili belki de en ilginç örnek, Almanya’da yaşanan Die Linke deneyimi. Bu ülkede SPD’den sola doğru kopan, başta SPD’nin bir dönem genel başkanlarından Oscar Lafontaine olmak üzere, bir dizi sendikacı ve militanın katılımıyla oluşan WASG, eski Demokratik Alman KP’sinin devamı niteliğindeki PDS ile birleşerek ciddi bir politik odak oluşturdu. Böylece II. Dünya Savaşı’nın ardından ilk defa Almanya’da sosyal demokrasinin solunda temsil kabiliyeti yüksek bir sol politik odak ile karşı karşıyayız. Öyle ki, 2005 ve 2009 yılları arasında SPD neredeyse 4.5 milyon oy kaybederken Die Linke ciddi bir güç halini aldı. Almanya örneği, sosyal demokrat kanatta yaşanan yapısal dönüşümün sola doğru bir kopuş ya da kırılmayla da sonuçlanabileceğini ortaya koyan bir vaka.

Ancak kıtadaki bir dizi radikal sol partinin, sosyal demokrasinin yarattığı boşluğu, sosyal liberal hükümetlere katılıp “sosyal demokratlaşarak” doldurulacak bir “kurumsal” boşluk olarak görmesi yeni sorunlar ortaya çıkarabiliyor. Örneğin İtalya’da alternatif küreselleşme ve savaş karşı hareket içerisinde etkin rol almış Komünist Yeniden Oluşum Partisi (PRC) Prodi’nin merkez sol hükümetine katılmayı benimseyerek kısa sürede Afganistan’daki İtalyan birliklerinin ülkede kalış süresinin uzatılması ya da neoliberal işleyişi süreklileştiren bir dizi karara imza atmasıyla hayli olumsuz bir sicil edindi ve bilindiği gibi daha sonra da seçimlerde hezimete uğradı. İtalya’da yaşanan süreç, radikal solun yapacağı en büyük yanlışın iktidarın, hükümet etmenin ve kurumsal temsilin büyüsüne kapılarak sosyal liberal hükümetleri ve anlayışları desteklemek noktasına varmak olacağını bir kez daha ortaya koyuyor. Sol, neoliberalizmin her çeşidine karşı gerçek bir alternatif olabildiği ve emekçilere sistem dışı inandırıcı bir seçenek sunabildiği oranda bir kutup olarak belirebilir. Bunun aksi durumlar sosyal demokrasinin yaşadığı kimlik krizinin radikal sola da sirayet etmesinden başka bir sonuç doğurmuyor. İspanyol Birleşik Sol’u, Fransız Komünist Partisi ve İtalyan Komünist Yeniden Oluşum Partisi’nin yaşadıkları kriz bu gerçeğin açık bir göstergesi. Bu örneklere Brezilya İşçi Partisi’nin hükümette geçirdiği trajik dönüşümü eklemek bile gereksiz. Die Linke’nin geleceği ve kaderi de bu meselede, yani sosyal liberallerle hükümet etme meselesinde düğümleniyor.

Fazla uzatmadan Türkiye’ye dönecek olursak, “bizdeki sosyal demokrasinin krizi” ise birkaç bakımdan bambaşka bir mahiyete sahip. Her şeyden önce Türkiye’deki “merkez sol” oluşum CHP’nin işçi sınıfıyla örgütsel, ideolojik, politik ve tarihi bağları olan bir parti olduğu söylenemez. Yani Türkiye’de örneğin ne SPD gibi “klasik” bir reformist işçi partisine ne de örneğin alt sınıflarla (baba Papandreu’nun deyimiyle “imtiyazlı olmayanlarla”) organik ilişkilere sahip sol popülist PASOK gibi bir örneğe sahibiz. Örgütsel hayatının ancak çok küçük bir aralığında popülist bir sol yönelime giren CHP’nin alt sınıflarla örgütsel ve siyasal bağlara sahip olduğunu söylemek oldukça güç. Önemli olan CHP’nin sosyal demokrasinin “evrensel” ilkelerinden ne kadar uzak olduğu ya da Sosyalist Enternasyonal’e yakışıp yakışmadığı değil. Burada kriter, bu partinin emekçilerle olan ilişkileri ve bağının düzeyidir. Zaten CHP’nin oy oranının üst gelir gruplarına tırmandıkça arttığını ortaya koyan araştırmalar da bu bağın mevcut olmayışına delalet ediyor. Programında mevcut kimi “sosyal” atıflara rağmen parti esas olarak bir “yaşam tarzı” savunusunu siyasal perspektifinin merkezine yerleştirmiş durumda. “Devleti kuran parti” konumundaki CHP, “cumhuriyetçi muhafazakâr” çizgisiyle siyasal hayatımızda “sol” bir siyasal boşluğa işaret etmiyor. Mehmet Moğultay ya da Gürbüz Çapan’ı bir Oscar Lafontaine sanmadığımıza göre zaten ortada CHP’den “sola” doğru bir kopuş da söz konusu değil. Mustafa Sarıgül’ü anmaya dahi gerek yok herhalde. Dolayısıyla Baykal yönetimindeki CHP’nin milliyetçi ve muhafazakâr siyasal konumlanışının “samimi” sosyal demokratlar bakımından bir yeniden pozisyon alışı zorunlu kılacağından bahsetmek hayli güç.
CHP’nin milliyetçiliğinden rahatsız olan varsa bu daha çok, daha önceleri partinin “ilerici/modernist” kimliğinin yörüngesinde olan aydın, okuryazar/mektepli orta sınıf kesimi; bu kesimin küresel kapitalizm çağına milliyetçi bir otarşik zihniyete ihtiyaç duymayacak biçimde ve rahatlıkla eklemlenebilecek bölümü olacaktır. Yani bahsi geçen toplumsal katmanın görece küçük bir bölümü. Neticede ortada olan “boşluk” ya da daha açık bir ifadeyle siyasal temsil sorunu esas olarak bu kesimlerle ilgilidir. Dolayısıyla da bu temsil krizinin kendisini ifade edeceği eksen, sosyal meseleden ziyade büyük oranda milliyetçilik karşıtlığı ve haklar ve özgürlükler merkezli bir “sivilleşme” çizgisi olacaktır. Yani ortada hegemonik bir işçi hareketinden de bahsedilemeyeceğine göre, merkezine “Baykal hizbinin” yarattığı temsil boşluğunu doldurmaya dönük bir hamleyi alan bir projeksiyon, böylesi bir siyasal çerçeve dahilinde kendisini ifade etmek durumunda kalacaktır.
Açık olmakta yarar var: Bizde söz konusu olan, sosyal demokrasinin krizinden emekçi ve ezilenler için bir savunma mevzii inşa etmek için faydalanmaktan ziyade, daha önce “siyasal simyacılık” olarak tarif ettiğimiz, yani olmayan güçleri birleştirmiş gibi yaparak sol bir “alternatif” yaratma hevesi, namevcut güçleri varmış gibi göstererek kendi etraflarında birleştirme tasavvurudur. Yoksa adları var kendileri yok SHP ya da 10 Aralık gibi “güçlerle” sol alternatif yaratmanın makul bir yanı olabilir mi? Yeni parti girişimcilerinin unuttuğu, gerçek bir siyasal seçeneğin simyacılık oyunlarının değil, ancak gerçek mücadelelerin üzerine yükselebileceği. Zaten Almanya’da solun başarıları taktiksel ve stratejik beceriden çok solun uzun yıllardır neoliberalizme karşı yürüttüğü mücadelelerin inandırıcı seçeneklerle birleştirildiğinde olumlu sonuç verebileceğinin göstergesidir. Sahici sosyal güçlere yaslanmadığı için yeni girişimin elinden şaraba su katmaktan ve daha baştan “yön gösterici” ve “yapıcı” bir muhalefet olacağını deklare etmekten başka bir şey gelmiyor. Zaten mesele yeni partinin etiketinin “sol” mu “sosyalist” mi olacağı değil, ezilenlerin kısmi kazanım ve yakıcı taleplerinin savunulmasına, aşağıdakilerin siyasal ve sosyal gücünün artmasına mı hizmet edeceği, yoksa daha ilk rauntta kurumsal siyasetin makul ve “yapıcı” kanallarına mı teslim olacağıdır. Belli ki müstakbel parti kitleselleşmenin sırrını ikinci seçenekte görüyor.
Bu noktada küçük bir parantez açalım. Parti girişimini yürütenler daha ilk baştan “kitlesel”  bir partiyi hedeflediklerini ortaya koydular ve bunu yaparken de muğlak ve tarih dışı bir “kitle-kadro partisi” ayrımını esas aldılar. Ortada güya “kitle partisi” ile “kadro partisi” arasında bir gerilim varmış gibi yapılarak açıkçası “teorik kılıflar” icat etmeye girişiliyor. Sanki Türkiye’de mevcut sol/sosyalist partilerin her biri, Çernişevski’nin Nasıl Yapılmalı’sından çıkmış ve bütünüyle devrime adanmış ve hayatlarını katı bir disipline göre düzenleyen devrimci “kadrolar”dan oluşuyormuş da halkımız bu nedenle bu partilere teveccüh etmiyormuş gibi bir hava yaratmanın manası ne? Hayır, yerli Rahmetov’lar kitleleri partilerden uzaklaştırmıyor. Türkiye solunda örgütsel sorunlar yok değil elbette, tam aksine (örgüt içi demokrasi, bürokratizm, çoğulculuk eksikliği, kadınlara dönük örtülü dışlama ve ayrımcılık vs.). Ancak bu sorunların “kadro partileri” dolayısıyla mevcut olduğunu iddia etmek gerçekten geniş bir hayal gücünü gerektiriyor.

Diğer yandan, “kitle partisi”nden murad edilen karizmatik/medyatik önderin en kritik kararları üç beş yakınına danışarak alacağı ve partili üyelerin, yani kadroların siyasal ve örgütsel bir bulanıklığa, amorfluğa mahkûm edileceği bir biçimse bu açıkça söylensin elbette. Ya da “kitle partisi” derken kastedilen üyelerin büyük bir bölümünün partinin gündelik faaliyetini en iyi ihtimalle televizyondan izlemekle yetindikleri bir form mudur? Parti kurma çalışmalarının her çevre ve bireyin eşit bir biçimde angaje olacağı aşağıdan bir tartışma ve inşa sürecine değil de “akil” bireylerden kurulu bir temas grubu eliyle gerçekleşen kapalı temaslar neticesinde ilerliyor oluşu karşı karşıya olduğumuz tarz-ı siyaset hakkında yeterince ipucu veriyor zaten.
“Boşluk” meselesine geri dönelim. Alman Die Linke örneğinden farkımız, karşımızda “gündelik mücadele” ve “reformlar” alanını sosyal liberalizme meylederek terk eden bir sosyal demokrasi olmaması. Bizdeki sosyal demokrasinin zaten böyle bir geleneği ya da birikimi temsil ettiğini, bu anlamda da onun sağa dümen kırmasının partiden kopmalara yol açacağını düşünmek gerçekçi olmayacaktır. Bu anlamda önümüzde böylesi bir “yeni” siyasi oluşumun dolduracağı ciddi bir “boşluk” ya da “temsil krizi” de yok aslında. Sanki ahali ayaklandı ayaklanacak da kendisine “yapıcı” bir önderlik arıyormuş gibi yapmanın anlamı da yok. Kriz karşısında tepkilerin bu kadar cılız olduğu, emek hareketinin durumunun malum olduğu, toplumsal muhalefetin anlamlı istisnalar haricinde ciddi manada gerilediği bir memlekette solda “boşluk” olacak, hem de “kitlesel” bir boşluk. İnandırıcı geliyor mu? Zaten aşağıdakiler lehine bir “boşluk”, bir gedik ancak siyaseten, kitlesel mücadelelerle yaratılabilir. Aksi takdirde elde avuçta “boşluk” adına ancak ana akım medya kalem ve klavye erbabının “statükocu” olmayan, “değişimi” anlamış “yenilikçi” ve “çağdaş” bir sola duyduğu özlem kalır. Böylesi bir özlem de ezilenlerin, emekçilerin kendi kendilerini yönetme deneyimlerini ve kendi kaderlerine sahip çıkma güçlerini pekiştirmeye hizmet edecek bir siyasal aygıta değil, olsa olsa temas grubunun çağrı metnindeki ifadeyle, “yapıcı ve yön gösterici muhalefeti benimseyen”  ve “iyi yönetilen, istikrarlı, güvenli ve demokratik bir Türkiye”yi hedefleyen bir partiye çağrı olur. Söz konusu metindeki bu ve benzeri satırların bir kalem sürçmesinden ibaret olduğuna inanmak maalesef saflık olacak.