
Pierre Frank
Sürekli devrim teorisi devrimci Marksizmin en büyük kazanımını oluşturduğu için de doğuşu oldukça uzun ve sancılı olmuştur. Burada bu süreci hatırlatmakta yarar olduğu kanısındayız. Marx’ın anladığı şekliyle sürekli devrim, yani “her türlü sınıf hakimiyeti ile uzlaşmayı reddeden bir devrim…”(1), önce feodal toplumdaki pre-kapitalist veya pro-kapitalist güçlerin ilk mücadeleleri ile uç vermeye başladı. Örneğin Almanya’daki reform döneminde, Thomas Münzer yönetiminde Luther’e karşı girişilen köylü savaşlarında.(2) Bu uç vermeler 17. yüzyıldaki İngiliz devriminin Levellers’ları ve Diggers’ları ile daha belirgin hale gelmeye başladı.(3) Ancak meselenin iyice açıklık kazanması, 18.yüzyıldaki Büyük Fransız Devrimi’ne rastlar. Sosyal eşitsizliğin her türlüsü tamamen yok edilinceye kadar devrimi süreklileştirmek ve bu amaçla devrimci diktatörlüğü oluşturmak fikrini ilk ortaya atan Marat oldu. Bu süreç içersinde oluşan bazı akımlar, devrimi en radikal Jakoben fraksiyonların hedeflerinin dahi ötesine taşımayı amaçlıyorlardı.(4) Babeuf ve Eşitler, bu hedefleri yeniden ele alarak daha açık bir kimlik kazandırdılar.(5) Daha sonraları yasa dışı yollardan yayılan, özellikle de illegal koşullarda Buanarotti tarafından savunulan bu görüşler, l848’de yeniden güç kazandı. Marx da bunları tarihi değerlendirmelerine, sosyalizme doğru ilerleyen insanlığın yoluna kattı.
Marx ve 1848 Devrimleri
l848 Devrimleri sırasında, sürekli devrim konumlarını ilk savunan Blanqui oldu. Buanarotti tarafından yetiştirilen Blanqui, l830 Devrimi sırasında, her cinsten burjuvanın devrimi nasıl kendi çıkarları lehine yonttuklarını kendi deneyimleriyle yaşamış, bu yüzden de Fransa’da geçici hükümet kurulur kurulmaz sürekli devrimden yana tavır almıştır. Blanqui’nin düşüncelerinde bugün muğlak olarak değerlendirebileceğimiz bir sürü nokta mevcuttur; ancak bu yazının amacı bunların incelenmesi değildir. Önemli olan, Blanqui’nin küçük burjuva önderlikten kaynaklanabilecek tehlikelerin çok açık bir biçimde bilincinde olması ve devrimi sosyalizmin nihai zaferine dek sürdürmekte kararlı olmasıdır. Marx elbette Fransız Devrimi’nin tarihinden bihaber değildi; nitekim Paris’te geçirdiği l843-44 yıllarında bu konuda incelemelerde bulunmuştu.(6) Ancak devrimin gelişimi hakkında önceleri Blanqui’ninkinden olduça farklı görüşlere sahip olduğu da bir gerçek. Ne var ki, olayların akışı Marx’ı düşüncelerini netleştirmeye ve stratejik ve taktik konumlarını düzeltmeye sevk etti.
Her ne kadar l848’de hiçbir temasları olmadıysa da, Marx Blanqui’nin devrim sırasındaki tutumunu takdir ediyor ve l850’de yazdığı Fransa’da Sınıf Mücadelesi adlı eserinde, “sürekli devrim” deyimini kullanarak Blanqui’ye atıfta bulunuyor:
“…proletarya giderek devrimci sosyalizmin etrafında, burjuvazinin kendiliğinden Blanqui’nin adını verdiği komünizmde birleşiyor. Bu sosyalizmin içeriği, devrimin sürekliliğinin ilanı; genel anlamıyla sınıflar arasındaki farlılıkların giderilebilmesi için zorunlu bir geçiş olarak proletarya diktatörlüğü; bu farklılıkların dayanağı olan tüm üretim ilişkilerinin yok edilmesi; bu üretim ilişkilerine denk düşen tüm sosyal ilişkilerden kaynaklanan tüm fikirlerin altüst edilmesidir.”
Marx bir süre sonra, Neue Reinische Zeitung’da komünizmin yukardaki tanımını yeniden ele aldı ve hatta l850’de Marksistlerle Blanquistler ortaklaşa bir örgüt kurdular: Devrimci Komünistler Evrensel Derneği. Kısa ömürlü olan bu örgütün tüzüğünün birinci maddesi şöyledir:
“Örgütün hedefi tüm ayrıcalıklı sınıfları alaşağı etmek; insanoğlunun son birleşim şekli olan komünizm gerçekleşinceye kadar, devrimin sürekliliğini koruyarak bu ayrıcalıklı sınıfları proletarya diktatörlüğünün boyunduruğu altında tutmak.”(7)
Mart l850’de, Almanya’da Komünist Ligası yeniden oluşurken, Marx ve Engels bu kez daha açık bir anlam kazandırdıkları “sürekli devrim” deyimini Komünist Ligasına Hitap’ta bir kez daha kullandılar. Komünist Manifesto’da söylediklerini, yani Avrupa’nın tümünde burjuva devriminin doğrudan doğruya gündemde olduğunu, ancak bunun kısa süreli bir aşama olacağını, yerini sınıfsız bir topluma varacak olan proleter devrimine bırakacağını yineledikten sonra, sürekli devrim kavramını ekleyerek, burjuva devrimi sürecindeki sınıflar arası ilişkiler konusunda çok önemli bir tavır aldılar. Marx ve Engels’e göre, burjuvalara ve küçük burjuvalara karşı, özellikle de 19.yüzyılın ortalarındaki bu devrimlerde genellikle öncü rolü oynayan en ilericileri de dahil olmak üzere küçük burjuva demokratlarına karşı, emekçilerin, bu devrimlerde bile, kendi bağımsız örgütlerinde birleşip kendi bağımsız politikalarını saptamaları ve o dönemde “demokrasi” genel başığı altında toplanan bu unsurları düşman bellemeleri gerekir. l3 temmuz l85l tarihinde Engels’e yazdığı bir mektupta Marx şöyle diyor: “Bu Hitap özünde, demokrasiye karşı bir savaş planından başka bir şey değildi.” Hitap sadece feodal toplumun artıklarına karşı ortak mücadeleyi öngörmekle kalmıyor, bunlara karşı savaşan sınıfların ifadesi olan siyasi oluşumlar arasındaki ilişkileri de ele alıyor.
Bu fikir belli belirsiz bir şekilde de olsa Manifesto’da yer almıyordu. Hitap bir açıdan da, öyle olduğu açıkça belirtilmiş olmasa dahi, Marx ve Engels’in, Almanya’daki devrim sırasında izledikleri taktiğin bir özeleştirisi sayılabilir. Devrim sırasında Almanya’ya döndüklerinde Marx ve Engels’i Köln demokratik örgütüne katılmaya sürükleyen olası nedenleri burada tartışacak değiliz. Ancak kesin olan şey, l850’de, devrimin yeniden atılım yapacağına inandıkları ve bu nedenle de Komünist Ligası’nı yeniden örgütledikleri sırada Marx ve Engels’in, örgütün, partilerinin üyelerini, daha önceki taktiklerini tekrarlamamak konusunda uyardıklarıdır.
l850’den sonra Marx sürekli devrim konusunu bir daha işlemedi.(8) Ancak yine de, l6 nisan l856’da Engels’e yazdığı bir mektupta şunları söylediğini belirtmekte yarar var: “Almanya’da herşey, proleter devriminin, köylü savaşının bir tür kopyası ile desteklenmesine bağlı. Bu başarılabilirse işler yoluna girer.”
Burada artık söz konusu olan, proletaryanın burjuva devrimi sırasında burjuvaziyle ilişkileri değil, proleter devrimi sırasında proletaryayla köylülük arasındaki ilişkilerdir. Marx daha sonra bu açıklamasını geliştirmiş değil. Troçki, l905 devrimi sırasında sürekli devrim kavramını yeniden ele alacaktır. Bunun koşullarını incelemeden önce, Marx’ın Rusya’daki olası bir devrimin sorunları hakkında l880 yıllarında geliştirdiği bazı düşünceleri inceleyeceğiz.
Marx ve 1880’lerde Rus Devrimi Sorunu
Marx’ın ömrünün sonlarına doğru çarlık Rusyasındaki olasılıklara ilişkin olarak geliştirdiği düşünceler “sürekli devrim” ile doğrudan değil, ancak dolaylı yoldan ilintilidir. Daha doğrusu, Troçki’nin ilerde “eşitsiz ve bileşik gelişim” diye nitelendireceği kavramlara ilişkindir. Marx ve Engels çarlık Rusyasının ekonomik ve sosyal sorunları ile çok yakından ilgiliydiler ve hatta bu konu üzerine birçok yazı yazdılar. Sovyetler Birliği’nde (Rusça) yayınlanan, Rus devrimcileri ile yazışmaları, yaklaşık 300 sayfalık bir cilt oluşturuyor. Marx’ın bu sorunlara ilgisi o kadar büyüktü ki, 50 yaşında Rusça öğrenmeye başladı. Düşünceleri, döneminin birçok Rus devrimcisini teşvik etmiş ve Kapital’in Almanca dışında bir dildeki ilk çevirisi bu Rus devrimcileri tarafından gerçekleştirilmiş ve yayınlanmıştır. Popülistlerden oluşan bu grup, Marx’tan, Birinci Enternasyonal nezdinde temsilciliklerini üstlenmesini talep etmiştir. l879’da aralarında bir bölünme olmuş ve başını Plekhanov’un çektiği bir grup ayrılmıştır. Plekhanov 3-4 yıl sonra Marksist olduğunu ilan etmiş ve Rusya’nın kapitalist gelişme aşamasından geçmesinin kaçınılmazlığını savunmuştur. Buna karşın, popülist düşünce, Rusya’nın böyle bir aşamadan geçmeden de sosyalizme varabileceğini savunuyordu. Marx bu tartışmada popülistlerden yana tavır almıştır. Plekhanov tarafından yayınlanan Komünist Manifesto’nun Rusça baskısına l882’de yazdığı önsözde Marx şöyle der:
“Ancak Rusya’da karşımıza çıkan olgu, hızla yeşeren kapitalist dolandırıcılığın ve yeni uç vermeye başlayan toprakta özel mülkiyetin yanı sıra, toprağın büyük bir bölümünün köylülüğün ortak mülkiyetinde oluşudur. O halde soruyu şöyle sormak gerekir: Eski çağlardaki toprağın ortak mülkiyetinin bir şekli olan Rus obchina’sı önemli ölçüde kemirilmiş olmasına rağmen, doğrudan doğruya, komünist ortak mülkiyetin en üst aşamasına geçebilir mi? Yoksa tam tersine, önce batıdakinin benzeri bir parçalanma sürecinden geçmek zorunda mı? Bu soruya bugün için verebileceğimiz tek cevap şudur: Eğer Rus devrimi, batıdaki bir proleter devrimin habercisi olur ve böylece ikisi birbirini tamamlayabilirse, o zaman Rusya’da toprağın ortak mülkiyeti komünist bir gelişmenin kalkış noktası olabilir.” (21 Ocak 1882)
Aynı dönemlerde -bu kez Fransızca yazan- Marx, Rus dergisi Otetchestwennie Zapiski’ye (Vatan Yıllıkları) Ekim 1877’de yazdığı bir mektupla, Mart l881’de Vera Zasuliç’e yazdığı diğer bir mektup ve bu mektubun taslağında, konu üzerinde daha ayrıntılı olarak duracaktır. Engels’in, Zasuliç’e, Rus dergisine yollanan mektubun bir kopyasını iletmiş olmasına karşın, Mart l88l tarihli mektuptan haberdar olmadığı anlaşılıyor. Bu mektup ve taslak, Zasuliç ve Plekhanov grubu tarafından unutulduğu için, ancak çok büyük bir gecikmeyle, Lafargue ve Axelrod’un arşivlerinde Riyazanov tarafından bulunabiliyor ve l920’lerde yayınlanıyor. Bu metinlerin önemli bölümlerinden birkaçı şöyle:
“Hakettiği tüm derin saygıyla andığım bu kişi büyük bir Rus bilim adamı ve eleştirmenidir (Çernişevski). Yazdığı üstün nitelikli makalelerde işlediği konu, Rusya’nın, liberal ekonomistlerin isteklerine uygun bir biçimde, kırsal komünleri yıkıp kapitalist sisteme geçerek mi işe başlayacağı; yoksa, tam tersine, kendi tarihi verilerini geliştirerek, kapitalizmin işkencelerinden geçmeden, meyvelerini toplamayı başarıp başaramayacağıdır. Yazar bu son şıkkın geçerli olduğu kanısında… Ben de bu konuda görüşlerini paylaşıyorum…
Çağdaş Rusya’nın ekonomik gelişimini adam akıllı inceleyebilmek için Rusça öğrendim ve yıllarca konuyla ilgili resmi ve gayrı resmi yayınları izledim. Vardığım sonuç şu: eğer Rusya, l86l’den bu yana ilerlediği yolda gelişmeye devam ederse, tarihin bugüne dek bir halka bahşettiği en büyük olanağı tepip, kapitalist rejimin tüm kaçınılmaz serüvenlerine katlanmak zorunda kalacaktır…
Rusya eğer Batı Avrupa devletleri gibi kapitalist bir ülke olacaksa -ki son yıllarda bu yönde epey çaba sarfetti- bu ancak önceden, köylülüğün büyük bir kesimini proleterleştirme pahasına olabilir. Bundan sonra bir kez kapitalist rejimin kucağına oturdu mu da, diğer günahkâr halklar gibi kapitalizmin acımasız yasalarıyla karşı karşıya kalacaktır.” (Ottetshestwennie Zapitski’ye mektup, Ekim l877)
“Sonuç olarak, bu hareketin (kapitalist üretimin gelişiminin) ‘tarihi açıdan kaçınılmazlığı’ açıkça Batı Avrupa ülkeleriyle sınırlıdır… Yani bu batılı gelişimde söz konusu olan, bir özel mülkiyet biçiminin diğer bir özel mülkiyet biçimine dönüşümüdür. Rus köylüleri örneğinde ise, tam tersine, ortak mülkiyetlerinin özel mülkiyete dönüştürülmesi söz konusu olabilir. Bu bakımdan, Kapital’de geliştirilen analiz, kırsal komünün canlılığı için ne olumlu ne de olumsuz bir neden getirmemekte. Ancak özgün kaynaklardan topladığım malzemelerle yaptığım özel inceleme sonunda, bu komünün Rusya’daki sosyal yenilenmenin dayanağı olabileceğine ikna oldum. Ne var ki, bu nitelikte bir işlev görebilmesi için, önce ona her yönden saldıran zararlı etkilerin bertaraf edilmesi sonra da kendiliğinden gelişimin tüm olağan şartlarının sağlanması gerekir.” (Vera Zasuliç’e mektup, 8 Mart 1881)
“…çünkü Rusya’da, olağanüstü koşulların biraraya gelmesiyle, hâlâ ulusal ölçekte yerleşik olan kırsal komün, ilkel özelliklerinden giderek sıyrılıp, doğrudan doğruya ulusal çapta kollektif üretimin ögesi olarak gelişebilir. İşte zaten bu yüzden, yani kapitalist üretimle çağdaş olmanın verdiği özellikle, kapitalizmin (korkunç) iğrenç merhalelerinden geçmeden, onun olumlu yönlerini özümseyebilir. Rusya modern dünyadan tecrit edilmiş bir şekilde yaşamıyor; Doğu Hindistan gibi, yabancı bir fatihin avı durumunda da değil.
Eğer Rusya’daki kapitalizmin meraklıları bu tür bir gelişimin teorik olarak mümkün olmadığını iddia ederlerse, onlara şu soruyu sorarım: Makineleri, buharlı gemileri, demir yollarını kullanabilen Rusya’da mekanik sanayii, Batı’daki gibi uzun bir kuluçka döneminden geçmek zorunda mı kaldı sanki? Peki, açıklasınlar bakalım, nasıl oldu da, oluşumu Batı’da yüzyıllar alan değişim mekanizmalarını (bankalar, kredi şirketleri vs) göz açıp kapayıncaya kadar ülkelerine sokabildiler?” (Vera Zasuliç’e mektubun birinci taslağı)
Marx’ın şu birkaç cümlesini aktarmakla yetindiğimiz metinleri, ayrıntılı bir biçimde incelemeye değer. Bu metinlerin açığa çıkarttığı olgu, Marx’ın, kendi döneminde, henüz ekonomik olarak geri bir toplumu, kapitalizm aşamasından geçmeden, mümkün olduğu kadar akılcı bir biçimde sosyalizme ulaştıracak yöntemleri nasıl tasarladığıdır. Burada önemli olan bu yöntemlerin kendileri değil, Marx’ın düşünce biçimidir. Ancak burada incelediğimiz konu açısından, bu metinlerin şu düşünceleri açığa çıkarttıklarını söylemekle yetinebiliriz:
a) Komünist Manifesto’da açıklanan, toplumun gelişimi ile ilgili “şema” (feodalizm-kapitalizm-sosyalizm), Marx açısından sadece Avrupa, özellikle de Batı ve Orta Avrupa için geçerlidir; başka yerlere, örneğin Rusya’ya, mekanik bir biçimde uygulanamaz ve uygulanmamalıdır.
b) Özel mülkiyetle henüz karşılaşmamış olan Rusya, “kırsal komün”e dayanarak, kapitalist üretim biçimini atlayıp sosyalist topluma geçebilir. Bunu yapabilirse “büyük bir tarihi fırsat” yakalamış olur, çünkü böylece kapitalizmin doğurduğu belaları tanımaktan kurtulmuş olur.
c) Batıda, sosyalist toplumun yolunu açan bir proleter devrimle denk düşmesi sayesinde, bir “dış yardım” ile, kapitalizmin “olumlu kazanımlarını” kullanarak bunu gerçekleştirebilir.
Bu metinlerde ortaya çıkan, Marx’ın tarih konusunda her hangi bir donuk, mekanik görüşten kaçındığı ve ilk bakışta acaip kaçabilecek birleşimleri, geri toplumların bir anda, daha ileri toplumların çok uzun sürelerde ancak oluşturabildikleri elemanları özümseyebilmesini öngörebildiğidir. Aslında bu, Troçki’nin Rus Devrim Tarihi adlı eserinde “eşitsiz ve bileşik gelişim” olarak adlandırdığı olgudur. (9) Marx’ın bu metinleri, özellikle, daha o zamanlar büyük ölçüde devrimci olanaklar taşıdığına inandığı Rusya’yla ilgilidir; ancak bu tür düşünceleri yabancı işgal altındaki sömürge ülkeler için yazmaktan da kesinlikle kaçınmıştır.
Bu metinleri yazdıktan birkaç yıl sonra ölen Marx, ömrünün sonuna dek bu konumları savundu. Ölümünden sonra da Engels, daha birkaç yıl aynı görüşleri savunmaya devam etti. Plekhanov ve grubu ise daha l877’de Rusya’da kapitalizmin gelişimini kaçınılmaz olarak görüyordu. l890’larda, yani ömrünün sonuna doğru, Engels, Rusya’da kapitalizmin gelişiminin Plekhanov’u haklı çıkardığını kabul ederek, Plekhanov’un görüşlerini benimsedi.
Ne var ki Plekhanov, Komünist Manifesto’ya ve genel olarak Marksizme oldukça mekanist bir yorum kattı. Şöyle ki, Marx’ın yukardaki satırlarda altını çizdiği olanakları, yani özümsemelerle belirli aşamaları atlama konusunu es geçen Plekhanov en geri ülkelerin kaçınılmaz bir biçimde en ileri ülkelerin geçtikleri aşamaların tıpatıp aynısı veya benzerinden geçmek zorunda olduklarını iddia etti.
Sürekli Devrim ve 1905 ile 1917 Rus Devrimleri
Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin l903’te Londra’da yapılan II. Kongresi’nde gelecekteki Rus Devriminin niteliği konusunda herhangi bir temel görüş ayrılığı belirmedi: Devrim, bir burjuva devrimi olacaktı. Delegelerin öngördükleri, devrimin bir burjuva demokratik cumhuriyetini ve bir kurucu meclisi doğuracağı ve emekçilerin de bu sınırlar içerisinde kendi hakları ve gelecekteki sosyalist toplum için mücadele verecekleri yolunda idi. Lenin de, Troçki de Kongre’nin bu tutumuna karşı çıkmadı. Ancak, çok kısa bir süre sonra, politik faaliyetlerinde Lenin’in köylü sorununun devrimdeki yeri üzerinde durmaya başladığı dikkati çekerken; Troçki de Rus liberal burjuvazisinin ödlekliğini vurgulayarak, kendi ülkelerindeki devrimler sırasında Fransız ve İngiliz burjuvazilerinin tavrıyla Rus burjuvazisinin tavrını kıyaslar. Lenin ve Troçki’nin bu görüşleri onları iki yıl sonra varacakları sonuçlara hazırlar nitelikteydi
1905 Devrimi sırasında ve sonrasında bu konuda yeni görüşler oluşmaya başlar. Plekhanov ve Menşevikler eski tutumlarını sürdürüyorlardı; yani -hedeflerinin niteliği açısından burjuva demokratik olan- Rus devrimi, burjuva partilerince yönetilen bir burjuva cumhuriyetine varacak ve bu burjuva/demokratik cumhuriyeti içerisinde, işçi partisinin kendi için öngöreceği hedef, iktidarı ele geçirmeyi veya devrimci bir hükümete katılmayı düşünmezden önce, işçilerin konumlarını ve kazanımlarını savunmakla sınırlı kalacaktır. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın izinden giderek, uzun bir burjuva demokrasisi dönemi yaşayacaktır. Plekhanov ve Menşevikler l9l7’de de hâlâ bu görüşteydiler.
Lenin ve Troçki ise tam tersine, devrimin ilk hedeflerinin burjuva/demokratik niteliğini unutmaksızın, başka çıkışların da mümkün olduğunu düşünüyorlardı. Her ikisi de burjuvazinin devrimdeki öncü rolünü ve geleceğini inkâr ediyordu. Lenin’in öngördüğü olasılık bir “işçi-köylü demokratik diktatörlüğü” idi. Troçki’ye göre söz konusu olan ise “köylülük tarafından desteklenen bir işçi kükümeti” idi. Bu hükümet devrimin sürekli devrime dönüştürülüp geliştirilmesi sorunuyla karşı karşıya kalacak ve devrim, uluslararası sosyalist devrimin bir parçası olacaktı. Troçki’nin Rus Devriminin Üç Anlayışı adlı denemesinde (10) dönemin tartışmalarının ayrıntılı bir incelemesini bulmak mümkün. Burada inceleyeceğimiz, Troçki’nin sürekli devrim teorisi ve gelişimidir. Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, Troçki bu teoriyi şimdiye kadar incelediğimiz noktalardan kalkınarak inşa etmiş değildir. Bu teori Troçki açısından soyut bir çıkarsama, Marx’ın tümcelerinden kalkınan soyut bir birleşim değil, yaşanan devrimin incelenmesinin ürünüdür; özellikle de devrim esnasında işçi sınıfının rolü ve ağırlığı, buna karşın burjuvazinin zayıflığı ve izlediği politika açısından. Ayrıca yine eklememiz gereken bir nokta da, Lenin’in de, Troçki’nin de vardığı sonuçların l905 Rus Devrimi’nin deneylerine dayanıyor olmasıdır. Ancak ne Lenin, ne Troçki bu sonuçları genelleştirip başka ülkeler için de geçerli kılmaya yeltendi. l917 Devrimine kadar ikisi de kendi vardığı sonuçlardan vazgeçmedi. Bu arada, Çin’de, İran’da, Türkiye’de ve Meksika’da burjuva devrimleri gerçekleşti. Bu konuda elimizde Troçki tarafından kaleme alınmış herhangi bir metin mevcut değil. Lenin ise, Sun-Yat-Sen’in “sosyalist” nutuklarının ütopyadan öteye gitmediğini savunuyor ve Çin burjuvazisinin 17. ve 18. yüzyıllardaki devrimci burjuva atalarına layık olduğunu, Çin’in önünde de büyük bir kapitalist gelecek olduğunu söylüyordu.(11)
1917’de Lenin, Nisan Tezleri’nde artık “demokratik diktatörlük”ün sözünü etmiyor, devrim için iktidarın sovyetlere geçmesi hedefini öne sürerek de facto (fiilen) Troçki’nin sürekli devriminin çerçevesine katılıyordu. Bu, tüm dürüst tarihçilerin, okumasını bilenlerin ve fraksiyoner politik önyargılarla hareket etmeyenlerin kabul ettikleri bir gerçek. Ekim devriminin zaferi, Troçki’nin 1905 Devrimi sonrasında geliştirdiği tahminin parlak bir biçimde doğrulanmasıdır. Aynı zamanda da, Çarlık Rusyası için ve sadece onun için ifade edildiği şekliyle, sürekli devrim teorisinin doğruluğunun bir kanıtıdır.
1917’de ve sonraki ilk yıllarda hiç kimse, hatta ne Lenin ne de Troçki, bu konudaki geçmiş teorik ayrılıklarla ilgilendi; devrim için ölüm kalım sorunu başka meselelerden tabii ki önceliğe sahipti. Böylece devrimden önce Lenin’in peşinden gitmiş olan ve bir kısmı Nisan Tezleri konusunda kararsız olan birçok eski Bolşevik herhangi bir özeleştiride bulunmadan eski görüşlerini muhafaza etti. Bu da ancak birkaç yıl sonra, devrimin yozlaşma sürecinde ortaya çıktı.
Komünist Enternasyonal ve Sömürge Devrimleri
Çarlık rejimi tarafından ezilen veya Rusya’ya komşu olup devrimin ayaklandırdığı milliyetler sorunu devrimin ilk yıllarında gündeme gelen bir başka zorlu mesele idi. Dolayısıyla ulusal sorun ve sömürgeler konusunda Komünist Enternasyonal’in (KE) özellikle ikinci, dördüncü ve beşinci kongreleri tavır belirlemek zorunda kaldı. Bunları incelediğimizde şunları görebiliriz:
1) KE ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını -ayrılma hakkı dahil- kabul ediyor. Bu konu, dönemin devrimci Marksistleri açısından dahi, kesin olarak kabul edilen bir nokta değildi. Lenin’e, özetle bu hak sadece burjuvaziye yarayacaktır diyen Rosa Luxemburg’un bu konudaki eleştirilerini hatırlatmak yeterli. Devrim öncesinde RSDİP’de bu sorun tamamen es geçilmişti. Mesela Plekhanov, bir Ukranya sorununun varlığını dahi inkâr ediyordu.(12)
2) Uluslararası işçi hareketi tarihinde ilk defa KE, emperyalizme karşı savaşan sömürge halklarının ve uluslarının sosyalist devrimin müttefiği olduklarını veya olabileceklerini öngörüyor. 1914 öncesinde II. Enternasyonal’de bazı partiler sömürge seferlerine şiddetle karşı çıkmış, ne var ki bu mutlaka sömürgeciliğe karşı bir tepki anlamına gelmemiştir; hatta sömürgeciliğin hararetli savunucuları da mevcut idi. KE’ye katılan eski sosyalist kadroları sömürge halklarına karşı cehaletlerinden ya da önyargılarından kurtarmak kolay iş değildi. (II. Kongre’de İtalyan Serrati’nin tutumu ve IV. Kongrede Fransız partisinin Sidibel-Abbes seksiyonunun tavrına bakınız.)
3) KE, sömürgelerdeki komünist partilerin bu ülkelerde savaşan diğer antiemperyalist güçlerle ittifaklar kurmasını öngörüyor, ancak kesin olarak bağımsızlıklarını korumaları yönünde tavır alıyor. Ancak uygulamada bu nokta tartışma konusu oluyor. Nitekim II. Kongre’de, Endonezya’da kahramanca çarpışan Hollandalı Sneevliet -Maring Sareket- İslam’ın katılımı sorusunu gündeme getirirken, IV. ve V. Kongre’de, Çinli delege Komintang hakkında oldukça muğlak tabirler kullanıyor.
4) KE bazı ülkelerin kapitalist aşamadan geçmeden de sovyetik cumhuriyetlere dönüşebileceklerini öngörüyor. Ancak bu tutumun bir yandan dünya çapında sosyalist devrimin kısa sürede zafere ulaşması olasılığı, öte yandan, bu olasılığın, özellikle Çarlık İmparatorluğu’nun eski topraklarıyla ilgili olmasına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Kesin olarak KE’in düşüncesinin, o dönem çoğu henüz keşfedilmemiş olan, Marx’ın yukarda sözünü ettiğimiz metinlerinden kaynaklanmadığıdır.
KE’in bu konudaki katkılarının son derece önemli olduğu kuşkusuz, ancak sürekli devrimin sözü geçmediği de bir gerçek. Ayrıca bu katkılar, müttefik olarak düşünülen milliyetçi devrimci güçlerin sınıfsal içeriği konusunda da bir dizi karışıklığı içermekteydi. Öte yandan, bu uluslardan gelen militanların çoğunun Bolşeviklerin anladığı türden bir sosyalizm konusunda pek net fikirlere sahip olmadıkları da bir gerçek. Bir kısmı (İran’da Sultanzade, Tatar Galiayev) Bolşevizme gelmişti. Bazıları ise, örneğin Çinli Sun-Yat-Sen, sosyalist olduklarını ilan ediyorlardı, oysa bugün onların “sosyalizminin” ne menem birşey olduğu çok iyi bilinmekte.
Dahası, sosyalist cumhuriyetlerden sözedildiği bazı yerlerde dahi (II. Kongre) herhalde kafalar karışıktı: Köylülükten destek alan proletarya diktatörlüğü kavramı açık bir biçimde konulmamıştı; bu nedenle de herhalde birçok eski Bolşeviğin kafasında “demokratik diktatörlük” gibi bir ara formül olanağı mevcuttu.
Metinlerin dışında bir de uygulamaya bakmak gerek. Sömürge alanında KE’in yaptığı önemli çalışmayı küçümsemeden, eleştirel gözle incelemekte yarar var. II. Kongre’den sonra bir de “Bakü Kongresi” toplandı. Bu toplantı doğu halklarını emperyalizme karşı savaşa çağırdı, özellikle de bu uçsuz bucaksız imparatorluk üzerinde hüküm süren İngiliz emperyalizmine karşı. Bu bir cihad çağrısıydı; sözkonusu ülkelerdeki en gerici güçler teşhir ediliyordu. Ancak belli başlı nutuklarda – KE başkanı olarak onun adına konuşan Zinoviev’inki de dahil- ne proletarya diktatörlüğünün, ne de tabii sürekli devrimin adı dahi geçti.
KE’nin V. Kongre’sinde, Çinli delege, Çin KP’sinin Komintanga girmesinden yana tavır alırken Türk delegesi Faruk, Türk komünistlerinin Kemal Atatürk’le olan talihsiz deneylerini hatırlatarak ona karşı mücadele sorununu gündeme getiriyordu.(*) KE yönetimi birincisini desteklerken, ikincisini haşladı. Türk deneyi hakkında, ilerde sözünü edeceğim Zinoviev’in Nisan 1927 tarihli tezlerindeki bir atıf dışında bir belge bulamadım. Kanımca, o tarihlerde olup bitenlerden çıkarabildiklerime dayanarak, Mustafa Kemal’i emperyalizme ve Yunanlı uşaklarına karşı verdiği savaşta desteklemek her ne kadar doğru idiyse de, buna karşın Türk devrimi meselesini sürekli devrim kapsamında ele almamak hatalıydı. Buharin’le Stalin’in Çin devrimi sırasında izledikleri politika, Mustafa Kemal konusunda izlenenden pek farklı olmadı. Ancak birçok Türk komünisti bu yıllarda katledildiyse de, facianın boyutları Çin’e kıyasla çok daha sınırlı gözüküyor. İlerde sözünü edeceğimiz Zinoviev’in yaptığı atıf dışında, bu deneyden herhangi bir ders alınmışa benzemiyor. KE’in ve SBKP yönetiminin -Lenin ve Troçki dahil- o sıralarda daha çok Batı’daki sosyalist devrimin sorunlarıyla öncelikle ilgilenmiş olmaları kuvvetle muhtemel. Doğu’daki mücadelelerin gelecekteki güçlü gelişimini hissetmişlerdi ancak şimdilik bu gelişmeler çok sınırlıydı.
Sol Muhalefet ve 1925-1927 Çin Devrimi
1925-1927 İkinci Çin Devrimi ile sömürge devrimi sorunu gittikçe önem kazanmaya başladı. Birleşik Muhalefet’in Buharin-Stalin yönetimine yönelttiği eleştirilerin üzerinde fazlaca durmaya gerek yok. Eleştirilen noktalar: ÇKP’nin Komintang’a dahil olması ve ister Çan Kay Şek, ister Wan Ton-Wei’ninki olsun, Komintang’ın politikalarına boyun eğmesi; işçi ve köylü hareketlerinin frenlenmesi; devrimin yükseldiği dönemde kitleleri sovyetler oluşturmaya çağırmayı reddetmek, buna karşın yenilgi döneminde Kanton macerasına girişmek.
Ne var ki bu eleştiriler çok geç bir tarihte yapılmış oldukları için, daha öncesini de incelemekte yarar var. Joffe ve Sun Yat Sen’in ortaklaşa imzaladıkları ve büyük devrimci yükseliş döneminden önceye rastlayan, diplomatik nitelikte de olsa oldukça açık bir açıklama mevcut. Bu açıklamada Çin için sovyet tipi bir iktidarın sözkonusu olamayacağı belirtiliyordu. İşin başında ÇKP’nin hedefi sadece burjuva demokratik cumhuriyet ile sınırlıydı. 1924’te Komintang’a dahil oldu. Troçki’nin Çin’e ilişkin yazılarının en geniş derlemesi, On China başlığı altında 1976’da ABD’de, Monad Press tarafından yayınlandı. Henüz bilmediğimiz başka metinler de olabilir, ne var ki On China’nın incelenmesi oldukça aydınlatıcı nitelikte. 27 Eylül 1926’da Radek’e yazdığı bir mektupta Troçki şunları söylüyor:
“ÇKP’nin sadece bir propaganda grubu olduğu dönemde; yani bir yandan gelecekteki bağımsız politik çalışmalarının hazırlığını yapmakla yetinirken, bir yandan da gelişmekte olan ulusal bağımsızlık mücadelesine katılmak istediği dönemde, Komintang’a katılması kesinlikle doğru idi.”(s.114)
Başka bir deyişle, Troçki ilk ağızda ÇKP’nin Komintang’a girmesine karşı çıkmamış ve bunu kesin biçimini almamış bir nevi “antrizm” olarak haklı göstermiştir. ÇKP’nin o dönemdeki topu topu yüz küsur üyesine bir çalışma alanı yaratılması zorunluydu. Ne var ki “son iki yıl içinde güçlü bir grev dalgasının yükselişine tanık olunmuştu”(aynı sayfadan), Troçki o zaman partinin ve politikasının bağımsızlığı sorununu gündeme getirdi. Bir süre, Sol Muhalefet içersinde dahi önerilerine karşı çıkıldı; ancak 1927 platformu bu teoriyi ölçülü ama tartışmasız bir şekilde yadsıyor. Bu belgenin tarihi önemi konusundaki yargımızı saklı tutsak da, platformun bu bölümünü bugün için benimsememiz söz konusu olamaz.
Aşağı yukarı bu platformun kaleme alındığı tarihlerde, Zinoviev SBKP MK’sine ve KEYK’na Çin Devrimi ile ilgili tezler sunuyordu. Bu tezlerde geçmiş Türkiye deneyiminden şöyle söz ediliyordu:
“Türkiye bizim için çok daha ilginç bir örnektir. Kemal Paşa tarafından yönetilen Türkiye’deki ulusal hareket, uzun süre kesin olarak devrimci nitelikle bir yapıdaydı ve ulusal devrimci hareket tanımlamasına tamamen hak kazanmıştı. Hem ülkedeki eski feodal rejime, sultanlığa karşı, hem de emperyalizme, özellikle de İngiliz emperyalizmine karşı yönelmişti. Bu hareket dev bir köylü kitlesini ve bir ölçüde de Türk işçi sınıfını peşinden sürükledi. Dönemin Kemalist partisi bir yönüyle bugünkü Komintang’a benzetilebilir (ancak bir an dahi unutmamamız gerekir ki, işçi sınıfı Türkiye’de Çin’dekine kıyasla çok daha zayıftı). Kemalist parti de bir “Halk Komiserleri Konseyi”ne sahipti. Sovyet Rusya ile dayanışmasını dile getiriyordu vs. 29 Ekim 1920 tarihinde Çiçerin’e yolladığı bir telgrafta, Kemal aynen şöyle söylüyor: “Kesin inancım odur ki, bir yandan Batılı emekçiler, öte yandan Asya ve Afrika’nın mazlum halkları, efendilerinin çıkarları uğruna, uluslararası sermayenin onları, birbirlerini yok etmek ve köleleştirmek için nasıl kullandığının bilincine vardıkları anda; sömürge politikalarının caniliğinin bilinci tüm dünyanın emekçi kitlelerine mal olduğu anda, burjuvazinin iktidarı son bulacaktır”. Tüm bunlar aynı Kemal’i, bir süre sonra komünist yöneticileri katletmekten; işçi hareketini yasa dışına itmekten; toprak reformunu asgariye indirmekten ve iç politikada burjuvazi ve zengin köylülüğe yönelmekten alıkoymaya yetmiyor. Olayın böyle gelişmesinin sebebi ise şudur: Türk proletaryası zayıflığından ötürü bağımsız bir sınıf iktidarı yaratamamış; proletaryanın hegemonyası altında köylülüğün, burjuvaziden, burjuva subaylardan vs. bağımsız, devrimi yürütecek, bir merkez oluşturmasına katkıda bulunamamıştır. Bugün artık Kemalist hareket ulusal devrimci niteliğini yitirmiş, dünya sosyalist devriminin bir kolu olmaktan çıkmıştır… Türkiye’deki ulusal hareket, doğrudan doğruya uluslararası proleter harekete bağlı bir devrimci harekete dönüşmedi.” (Zinoviev, 15 Nisan 1927 tarihli tezler)
Bu satırlar, Kemal’le Çan KayŞek’in kıyaslanmasıyla, geçmişin üstü kapalı bir eleştirisi niteliğini taşıyor. Ne var ki, o dönem izlenen politikanın köklü bir eleştirisini içermediği gibi, bir sürekli devrim hedefinden de eser yok. Bunun böyle olmasının sebebi bir yandan Zinoviev, Preobrajenski ve diğer birçok muhalifin bu teoriye karşı olmaları, öte yandan da, biraz sonra göreceğimiz gibi, Troçki’nin de henüz sürekli devrimi savunmamasıdır. Yukarıda, platformun bu teoriyi ölçülü bir şekilde de olsa yadısıdığını belirtmiştik. Bu platformda Çin devrimine ilişkin çok daha vahim bir hata da mevcut:
“Lenin’in daha 1920’de öne sürdüğü Çin’de sovyetler şiarı, l926-27 koşullarında herhalde değerini yitirmiş değildi. Çin’de sovyetler, köylülüğün güçlerini proletaryanın yönetimi altında toplamanın aracı olabilir; devrimci demokratik diktatörlüğün gerçek organlarına dönüşebilir; burjuva Komintang’ına ve saflarından çıkmış sivil Cavaignac’lara direnişin gerçek odakları olabilirdi. Lenin’in öğretisi, burjuva demokratik devrimin ancak, burjuvaziye karşı işçi sınıfıyla köylülüğün (proletaryanın yönetiminde) birleşmesiyle sonuca ulaştırılabileceğini söyler. Bu öğreti sadece Çin ve diğer sömürge ve yarı sömürge ülkeler için geçerli olmakla kalmaz, bu ülkelerde zafere ulaşmanın tek yolunu oluşturur. Buradan çıkan sonuç şudur: Emperyalist savaşlar, proleter devrimleri ve SSCB’nin varlığıyla simgelenen çağımızda, Çin’de sovyetlerde ifadesini bulan proletaryanın devrimci demokratik diktatörlüğü, nisbeten kısa bir sürede sosyalist devrime dönüşme şansına sahip olabilirdi…
“Lenin’in öğretisini açıkça çiğneyen Stalin, Çin’de sovyetler şiarı ile ortaya çıkmanın ‘proletarya diktatörlüğüne geçiş şiarını öne sürmek’ anlamına geldiğini kanıtlamaya çalışıyor. Oysa Lenin, l905 Devrimi sırasında sovyetler şiarını atarken, sovyetleri işçi ve köylü demokratik diktatörlüğünün organları olarak görüyordu.”
Bu satırlar her hangi bir yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermeyecek kadar açık. Platform sürekli devrim teorisini içermediği gibi, Çin’deki sovyetleri de “demokratik diktatörlüğün” organları olarak görüyor. Bu ise sosyalist devrim yolunda -kısa süreli de olsa- yine de bir aşamadır. Olayın böyle şekillenmesinin sebebi şudur: Yukarıda da belittiğimiz gibi, Ekim Devrimi sonrasında, KE’in ilk kuruluşunda olsun, ilk kongrelerinde olsun, burjuva demokratik devriminde iktidar -işçi iktidarı- hedefi ve milliyetçi/devrimci partilerin niteliği konusunda bir açıklık getirmiş değildi.
Bu konularda muhalifler, Buharin-Stalin ikilisinin aşırı-sağ, hatta menşeviklerden bile geri olduğunu söyleyebileceğimiz politikalarını eleştiriyorlardı. Ne var ki, bu kongrelerin saptadığı ve Stalin’in şöyle özetlediği konumlardan öteye geçemediler:
“Lenin şunları söylemekte haklıydı: Dünya devrimi çağına gelinmezden önce, ulusal kurtuluş hareketi genel anlamıyla demokratik hareketin bir parçasıydı; oysa şimdi, Rusya’da sovyet devriminin zaferi ve dünya devrimi çağına girilmesiyle, artık ulusal kurtuluş hareketi dünya proleter devriminin bir parçasıdır…” (Stalin, KE Yürütme Kurulu, Çin Komisyonu, 30 Kasım l926) (13)
Milliyetçi/devrimci kuruluşların niteliği ve Çin devrimi türü bir devrimdeki iktidar hedefi sorunları muğlak kaldığı için, Lenin’in düşüncesi -ne kadar doğru olursa olsun- çeşitli yorumlara açık bir hale gelmişti; bu görüşe sahip çıkanlar bürokrasinin sözcüleri olduğu zaman başka yorum, bürokrasiyle savaşanlar olduğu zaman başka.
Troçki Sürekli Devrim Teorisini Yeniden Ele Alıp Genelleştiriyor
Peki, ya Troçki bu arada ne tavır alıyordu sorusu akla gelecek. Kanımızca burada esrarengiz bir durum söz konusu değil. Troçki teori konusunda kurnazlığa kalkışmazdı. Çin devriminin hedefleri konusunda kesin bir sonuca ancak l927’de ulaştığını ve tüm sürekli devrim sorunlarını daha sonra yeniden incelediğini anlamak için bazı metinlerine göz atmak yeterli.
Alma Ata’daki sürgünü sırasında yenilgiye uğramış Çin devrimini yeniden inceleyen Troçki, l905 Devrimi sırasında kendi yazmış olduğu metinleri de yeniden okumaya başladı. 1929’da yazdıklarına bir göz gezdirelim:
“1905’te yapılan tahlil ve çözümlemeleri, şimdi olayın kendisinden sonra, sanki dün yapılmış gibi ele alabilmesi için insanın tarihsel öngörüşten tamamen yoksun olması ve onun yöntemlerini anlamaktan aciz olması gerekir. Sık sık kendi kendime ve arkadaşlarıma şunu söylemişimdir: 1905’deki öngörülerimin, bugün her şey olup bittikten sonra ortaya çıkarılması pek güç olmayan birçok yanlışlıklar içerdiğinden şüphe etmiyorum. Ancak beni eleştirenler daha iyisini ve ötesini görebildiler mi? Eski çalışmalarımı uzun bir süreden beri yeniden okumamış olduğumdan, onlarda, gerçekte olduğundan daha ciddi ve önemli hatalar bulunduğunu peşinen kabulleniyorum. 1928’de Alma Ata’ya sürgün edilerek politik hayattan çekilmek zorunda bırakılışım sonucunda doğan boş vakit, bana sürekli devrim sorunları üzerindeki eski yazılarımı, elde kalem okuma fırsatını verdiğinde buna daha da inandım.” (Sürekli Devrim, Köz Yayınları, 1976, s.13)
Troçki’nin eski yazılarını yeniden okuması bir yandan Çin’de yaşanmış olaylarla, öte yandan da kendisi gibi sürgünde olan muhaliflerle mektuplaşarak yürüttüğü tartışmalarla bağlantılıydı. Preobrajenski’ye yolladığı tarihsiz bir mektupta, (Mart-Nisan l928’de yazılmış olması kuvvetle muhtemel) şöyle diyor:
“Wuhan hükümeti kurulduktan sonra Çin’de bir işçi-köylü demokratik diktatörlüğü kurulamayacağını düşünmeye başladım.(14) Bu noktaya varışım, en köklü sosyal olayların siyasi olarak nasıl şekillendiklerine bakarak değil, bu olayların bizzat kendilerinin incelenmesine dayanarak mümkün olmuştur… Wuhan’ın batmasıyla, sol Komintang’ın, tüm Komintang’ın onda dokuzunu kapsadığı masalı da yerle bir olmuştur. Bu andan itibaren, artık en belirleyici sosyal olayların siyasi üstyapıların özelliklerini aştıklarına ikna oldum.” (On China, s.280)
Sonuç olarak, Troçki sürekli devrim teorisini ancak l928’de, Alma Ata’da yeniden inceliyor, geçmiş öngörülerinin doğruluğunun farkına varıyor ve en önemlisi teorinin Çin devrimi için de geçerli olduğunu saptıyor. Rusya ve Çin gibi iki önemli ülke için geçerli olan bir teori, elbette ki dünyanın birçok başka ülkesi için de geçerli olma şansına sahiptir. Troçki’nin KE Programının Eleştirisi’nde (15) üstü kapalı bir biçimde, Sürekli Devrim’de de açıkça savunduğu düşünce budur.
Aynı şekilde Troçki’nin açığa çıkarttığı bir başka nokta da, bu teorinin, “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle uzlaşmaz bir kutup oluşturduğu; başta Sol Muhalefet’in eski yöneticileri olmak üzere, Stalin’e boyun eğecek olanların tümünün, bunu sürekli devrimle mücadele adına yapacaklarıdır. O dönemde oluşmakta ve örgütlenmekte olan uluslararası Troçkist hareket, Troçki’nin de etkisiyle, bu teoriyi özümsemiştir.
Bu uzun tarihi süreci katetmenin, sürekli devrim kavramının nasıl zenginleşip derinleştiğini kavrayabilmek açısından zorunlu olduğunu düşündük. Marx’tan önceki dönemde, yürekli ama belirsiz düşüncelerden kaynaklanan bu kavram, başlangıçta burjuva devriminde işçi sınıfıyla burjuvazinin ilişkilerine yönelikken, daha sonra proleter devriminde işçi sınıfıyla köylülüğün ilişkilerine yöneldi. Yöneldiği ilişkiler sadece genel şekliyle sınıflar düzeyindeki ilişkileri değil, aynı zamanda bu sınıfları temsil etme iddiasındaki örgütler arası ilişkileri de içeriyor. Bir de, bu devrimlerden sonra ortaya çıkacak iktidarın niteliğini kapsıyor. Menşevik kavramlar artık iyice geride kalmış durumda; burjuva görevler, dolayısıyla burjuva demokratik devrimi, yani burjuvazinin yönetimi, oradan da burjuva demokratik cumhuriyeti. Son olarak da Troçki meselenin uluslararası yönünü katarak, proletarya diktatörlüğünün kurulmasının sosyalizmin bağımsız olarak inşası anlamına gelmediğini gösterdi:
“Bu söylenenlerden, dünyadaki bütün ülkelerin, bugün, şu veya bu yoldan, sosyalist devrim için olgunlaşmış oldukları mı çıkmaktadır? Hayır, bu sorunun yanlış, ölü, skolastik, (…) tarzda konuluşudur. Dünya ekonomisi, bütünlüğü içinde, elbette sosyalizm için olgunlaşmıştır. Ama bu, her ülkenin kendi başına olgunlaştığı anlamına gelmez. Öyleyse, çeşitli geri ülkelerdeki, Çin’deki, Hindistan’daki, vs.deki proletarya diktatörlükleri ne olacak? Buna biz şu cevabı veririz: Tarih siparişe göre yapılmaz. Herhangi bir ülke, sadece sosyalizmin bağımsız kuruluşu için olgunlaşmadan önce değil, geniş çaplı sosyalizasyon tedbirlerinin alınması için olgunlaşmadan önce de proletarya diktatörlüğü için ‘olgun’ bir hale gelebilir. Önceden tasarlanmış bir ahenkli toplumsal gelişme düşüncesinden yola çıkmak yanlıştır.(…) Eşitsiz gelişme yasası hala yaşamaktadır. Bu yasa yalnızca ülkelerin birbiriyle ilişkilerinde değil, aynı zamanda bir ve aynı ülke içindeki çeşitli süreçlerin karşılıklı ilişkileri içinde de işlemektedir. Ekonomilerin ve politikaların eşitsiz süreçlerinin uzlaşmasına ancak dünya ölçüsünde uyulabilir.(…) Dünyadaki hiçbir ülke sosyalizmi kendi ulusal sınırları içinde inşa edemez: Millileştirme için yeterince gelişmemiş olan üretici güçler kadar, ulusal sınırların ötesinde bir büyüme gösteren çok gelişmiş güçler de buna karşı direneceklerdir. Örneğin İngiltere’deki proletarya diktatörlüğü de, Çin’deki proletarya diktatörlüğünün karşısına çıkacak güçlüklerden elbette farklı nitelikte, ama herhalde daha hafif olmayan güçlüklerle ve çelişkilerle karşılaşacaktır.” (Sürekli Devrim, Köz Yayınları, s.163-164)
Ancak şunu belitmeliyiz ki, Troçki, proletaryanın neredeyse hiç bulunmadığı, iyice azınlıkta bulunduğu ülkeleri de içerecek genellemelerden kaçınıyor:
“Bu, en geri sömürge ülkesi de dahil bütün ülkelerin, sosyalizm için değilse bile proletarya diktatörlüğü için olgunlaşmış olması mı demektir? Hayır. O halde, genel olarak demokratik devrim ve özellikle sömürgelerdeki demokratik devrim sorunu nasıl çözülecektir? Bu soruya başka bir soruyla karşılık verelim: Ulusal demokratik görevlerin anında ve tümüyle çözülebilmesi için her sömürge ülkenin olgunlaşmış olduğu nerede yazılıdır? Soruna öteki ucundan yaklaşmak gerekir. Emperyalist çağın koşullarında, ulusal demokratik devrim, ancak ülkedeki toplumsal ve politik ilişkiler proletaryayı halk kitlelerinin önderi olarak iktidara getirecek karar olgunlaşmışsa, muzaffer bir sona ulaşabilir. Peki, ya durum böyle değil ise? O zaman ulusal kurtuluş mücadelesi ancak çok kısmi sonuçlar verecektir ve bunlar da bütünüyle emekçi kitlelere karşı yöneltilmiş olacaktır.(Agy.s,165)
Troçki’nin bu satırlarda aşırı derecede temkinli davrandığı düşünülebilir. Gerçekten de, Dış Moğolistan, Arnavutluk, Tibet, Laos, Kamboçya gibi ülkelerde kapitalist iktidar yok edilebildi; yerlerine geçen bürokratik rejimler hakkında söylenebilecekler ise ayrı bir konu. Nitekim bu ülkelerde proletarya yok denecek kadar az olduğu için, -bırakınız sosyalizmi, proletarya diktatörlüğü için dahi yeterince olgun olduklarını önceden söylemek herhalde pek mümkün değildi. Ancak bunların olağanüstü vakalar olduğu açık. Çünkü buralarda oluşan gelişmeler, esas itibarı ile iç koşulların ürünü değil, sınırlarında gerçekleşen devrimlerin veya karşı devrimci yabancı müdahalelerin bu ülkelere sıçramasının eseridir. Böylece, devrimci süreç bunları da kapsayıp, salt kendi ulusal verilerinin görürebileceği yerden çok daha öteye taşıdı. Bu nedenle, Troçki’nin yukarıda vurguladığımız kısıtlamalarının bugün de geçerliliğini koruduğu kanısındayız.
Sürekli Devrim Teorisinin Dünya Çapında Doğrulanması
1928’den bu yana sürekli devrim teorisi birçok kez doğrulandı. Ancak, ne yazık ki, çoğu kez tersten, yani, yarı yolda kalan devrimlerin veya devrimci mücadelelerin yenilgisiyle doğrulandı. İkinci dünya savaşının bitiminden bu yana geçen onyıllarda, birçok büyük sömürge ve yarı-sömürge (Brezilya, Hindistan, Şili, Arjantin, Cezayir, Mısır, vs.) küçümsenemeyecek ölçüde önemli ekonomik gelişmeler kaydetti, siyasal bağımsızlığa ulaştı veya ikisini birden elde ettiyse de, bu ülkelerin hiçbirinde kapitalist rejim yıkılmadı. Bu ülkelerden hiçbiri, sosyal demokratların öngördükleri gibi, bir nebze de olsa istikrarlı bir burjuva demokrasisi rejimine kavuşmadığı gibi, Stalincilerin veya takipçilerinin hayal ettikleri “ulusal halk demokrasileri” türü ara bir rejime de geçemedi. İçerdiği parlamenter yanılsamalar da dikkate alındığında, Şili örneği oldukça anlamlıdır. Hindistan’a gelince, Batı’dan da Doğu’dan da aldığı ekonomik yardıma rağmen, artık o da diğer yarı sömürge yapısındaki ülkelere benzer bir bunalım dönemine girmiş durumda.
Sürekli devrim teorisi, bu örneklerde olmayana ergi yöntemiyle doğrulanmasının yanı sıra, üç kıtada olumlu açıdan da doğrulandı: Avrupa’da Yugoslavya ve Arnavutluk devrimlerinin başarısıyla; Asya’da, Çin, Vietnam ve Kuzey Kore’deki dev zaferlerle ve Amerika’da Küba devriminin zaferiyle. Liste henüz tamamlanmış değil ve yakında yenileri de eklenebilir. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da gerçekleştirilen sosyal dönüşümler, bunları doğuran askeri-polisiye koşulların yarattığı saptırılmış şekilleriyle bile, aynı yöndeki doğrulamalar olarak kabul edilebilir.
Bu muzaffer devrimlerin her biri için ayrıntılı bir inceleme yapmak gereklidir. Çünkü bunlar sürekli devrim teorisini doğrulamakla kalmamış, aynı zamanda, her ülkenin kendine özgü yapısına ve devrimlerin geliştiği koşullara ilişkin olarak son derecede önemli özel öğretiler de getirmişlerdir. Menşevik Sukhanov’un, Rus devrimine ilişkin Hatıralar’ında, Çarlık Rusya’sının sosyalizm için olgunluğu sorununu öne sürmesi üzerine Lenin şu noktaya değinmişti:
“Bu Avrupalı filistenler (sosyal demokratlar) çok daha kalabalık bir nüfusa sahip ve çok daha zengin sosyal etkenler içeren Doğu ülkelerindeki devrimleri, Rus devrimine kıyasla çok daha fazla sayıda özellik taşıyacağını hayal etmekten bile acizler.”(17 Ocak 1923)
Bu incelemenin ardından, bu devrimlerin belli başlılarına ilişkin, IV. Enternasyonal açısından doğurdukları sorunlar ve getirilmeye çalışılan çözümler üzerine ayrıntılı incelemeler geleceği için, burada bu devrimlerin gelişimini özetleyerek, sürekli devrim teorisini nasıl doğruladıklarını ve hangi özellikleri -yani bir nevi “anormallikleri” diyebiliriz- taşıdıklarını ele alacağız.
Yugoslavya, diğer Balkan ve Orta Avrupa ülkeleri gibi (Çekoslavakya hariç), burjuva demokratik devriminin görevlerinin, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dahi tamamen yerine getirilmediği bir ülkeydi. Belirtilmesi gereken bir nokta, II. Enternasyonal’in sosyalist partilerinin ve daha sonra komünist partilerin, bu ülkede bir sosyalist devrim için mücadele ettikleri, böylece farkına varmadan sürekli devrim konumuna geldikleridir. İkinci Dünya Savaşı boyunca Yugoslavya Komünist Partisi Alman işgaline karşı güçlü bir partizan savaşı örgütledi ve yönetti. YKP, burjuva, kraliyet taraftarı ve Batı yanlısı silahlı güçlerle anlaşmaya çalıştıysa da, bu güçler, KP’nin yönettiği askeri ve sosyal güçlerin Alman ordularından daha büyük bir tehlike taşıdığına inandıkları için, bu çağrıya olumlu cevap vermeyi reddettiler. Böylece Tito yönetimindeki silahlı mücadele radikal bir siyasi çizgi, bir sürekli devrim çizgisi izledi ve arada kralcı güçleri de yok ederek zafere ulaştı. Kurtuluştan sonra yeni iktidar partizan savaşından çıkan orduya dayanıyordu. Kremlin bürokrasisinin etkisiyle devrim bir duraklama dönemi geçirdi; ancak Stalin’in Tito’ya karşı kaba müdahalesiyle yeniden atılım yaptı. Yıllarca KE toplantılarında sürekli devrimi mahkûm etmiş olmasına rağmen, YKP yönetimi, koşulların baskısıyla, ilan ettiği hedefleri aşmaya ve bir işçi devleti kurmaya mecbur kaldı.
Çin’de 1925-1927 devrimi yenilgiye uğrayınca, işçi hareketi o kadar gaddar bir baskı altında kaldı ki, şehirlerde hemen hemen kayboldu. Bu gelişime paralel olarak da, yenilgiye uğramış devrim silahlı köylü savaşlarıyla sürdürüldü. Bu savaşları ÇKP, daha doğrusu tamamen Stalin’e bağlı olan Wang Minh fraksiyonuyla giriştiği uzun bir fraksiyon mücadelesinden sonra parti yönetimini ele geçiren, Mao’nun başını çektiği bir grup yönetiyordu. Stalin’in stratejik anlayışlarını (aşamalı devrim, Komintang’la işbirliği içinde demokratik devrim) şeklen kabul eden Mao yönetimi, partiyi 1920’lerdeki felaketlerden korumak için somutta başka bir çizgi izledi. Mao’yla Wang Minh arasındaki fark, Mao’nun yönettiği orduların silahsızlandırılmalarını hiçbir zaman kabul etmeyişi ve denetlediği bölgelerin ve orduların, Komintang subay ve memurlarının yönetimine devredilmesini kesinlikle reddedişidir. 1946’dan itibaren dev köylü ayaklanmalarının baskısı altında KP bunların yönetimini üstlendi ve Çan Kay Şek ordularını, daha sonra da Çin burjuvazisinin iktidarını yok etti. Ancak bu son derecede özgün koşullarda, yani Pekin ve Şangay dahil, kentlerde herhangi bir işçi ayaklanmasına gerek duymadan gerçekleşti. Böylece 1949’da yeni bir işçi devleti doğdu. Sürekli devrim teorisi ve Troçki’nin 1928’deki öngörüsü Çin ölçeğinde doğrulanmış oldu. Bu devrimin çok özel niteliği, işçi sınıfının, hayati önem taşıyan 1946-1949 yıllarındaki iktidar mücadelesine doğrudan doğruya katılmayışıdır. Köylü ordularını yöneten işçi partisi proletaryanın ikamesini üstlendi. Bu özellik, yüzyıllar boyunca köylü ayaklanmalarına tanık olan Çin tarihinin bir uzantısıdır. Şimdiye kadar hep yıktıkları bir hanedanın yerine bir başka hanedanın geçtiğini gören köylüler, bu kez kentlerde doğan, işçi sınıfı ve komünizm adına ortaya çıkan bir partinin kimliğinde bir yönetime kavuşmuşlardı. Mao yönetimi, o ana kadar sandığı gibi “değişik bir tür demokratik devrim” yönetmeyip, bir sürekli devrim yönettiğini ancak 12 yılda anlayabildi. Ne var ki açık bir özeleştiri yapmayı beceremedi; gecikmiş teorik buluşunu geçmiş teorisiyle kaynaştırmaya kalkıştı ve böylece teorik açıdan muğlakta kaldı. Bu da komünist militanlar nezdinde sürekli devrim sorununu açıklığa kavuşturma konusunda herhangi bir katkıda bulunmadı.
Vietnam’da, KP yönetimi, ÇKP yönetiminkiyle benzer nitelikler taşıyan bir siyasi çizgi izledi. Aradaki fark, VKP’nin güçlü bir burjuvazi ve burjuva yönetimiyle savaşacağına (16) öncelikle uzun süre bir uzlaşmaya varabileceğini umduğu emperyalist güçlere karşı savaşmak zorunda kalmasıdır. Dolayısıyla, savaş boyunca, mücadelenin sosyal kurtuluş yönünden çok, ulusal kurtuluş yönünü öne çıkarmak zorunda kaldı.
Küba’da, devrimin ayırdedici özelliği, Küba KP’nin ve kontrolü altındaki işçi örgütlerinin devrim içinde herhangi bir yönetici rol oynamamış olmalarıdır. Yönetim, 26 Temmuz Hareketi ve Fidel Kastro’nun başını çektiği gerilla ordusu tarafından üstlenildi. Bu yönetimde Che Guevara gibi Marksist eğitimli militanlar mevcuttu, ancak bu hareket yıllarca Marksist olmayan, hümanist nitelikli bir ideolojiyi savundu. Devrimin zaferinden sonra, yani Batista ordularının ve rejiminin yok edilmesinden sonra iktidara gelen 26 Temmuz Hareketi içinde farklılaşmalar oluşmaya başladı. Fidel ve yönetimin büyük çoğunluğu, zaferi sağlayan sosyal tabanın özlem ve taleplerine cevap verebilmek için, beraberlerindeki burjuva ve küçük burjuva unsurlardan ayrılarak, anti-kapitalist bir programın kabulüne, bir işçi devletinin kuruluşuna ve daha sonra Marksizme varan yolda kalan mesafeyi katettiler. İkinci Havana Bildirisi’nde (Şubat 1962), Küba yönetimi zımnen sürekli devrim konumlarını savunuyor, ancak bunu Latin Amerika ile sınırlandırıyordu. Küba’da daha sonraki gelişmeler bu konuda bazı Latin Amerika ülkelerine ilişkin olarak (Şili, Venezüella) geri adımlar atılmasına yol açtı.
Devrimci Marksist bir partinin inşası açısından Küba Devrimi deneyinin önemi, bazı temel güçlükleri vurgulaması ve sömürge ve yarı sömürge ülkelerin sosyal yapısı nedeniyle bu inşanın doğurabileceği hassas taktik sorunları açığa çıkarmasıdır. Unutmamak gerekir ki, işçi hareketinin yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip olduğu Avrupa’da bile, bu hareketin burjuva ve küçük burjuva kuruluşlar karşısında politik ve örgütsel bağımsızlığını kazanması çoğu zaman onyıllar aldı. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, proletaryanın iktidara gelebilmek için ittifak kurmak zorunda olduğu sosyal katmanların (köylülük, kent küçük burjuvazisinin bazı bölümleri) ağırlığı yabana atılır cinsten değildir. Bu katmanların özlemleri, talepleri ve önyargıları çok değişik yapılara bürünebilir; ancak, bunlar ideolojik planda bir tek genel başlık altında toplanabilir: Popülizm (halkçılık) . Popülist-halkçı ideolojiler, bu ülkelerde bir dizi kuruluş ve ortamı etkiler (üniversiteler, kilise, ordu…) ve kaçınılmaz olarak işçi sınıfına da sıçrayabilir. Örneğin, Papa’nın Sao Paulo’yu ziyareti sırasında, metal işçileri lideri Lula’nın yaptığı açıklamada, Marx ve İsa’nın isimleri insanlığın velinimetleri olarak birleştirilmiştir. Böyle konuşmasının sebebi kendi kafasının karışık olması mı, yoksa oportünistliği mi? Bu o kadar önemli değil. Esas olan böylece, temsil ettiği emekçiler arasında oldukça yaygın olan düşünceleri dile getirmiş olmasıdır. Devrimci Marksistler böyle bir durumu görmemezlikten gelemezler ve gelmemelidirler; bu nedenle de, popülist nitelikli örgütlerin üyelerinin, hatta bazı durumlarda yöneticilerinin, sınırlı veya önemli kesimlerinin mücadele içinde, 26 Temmuz Hareketi örneğinde olduğu gibi, anti-kapitalist programa varabileceklerini dikkate almalıdırlar. IV. Enternasyonal’e bağlı ayrı bir devrimci Marksist örgütlenmenin korunması zorunluluğunun ötesinde, bu gelişimi hızlandırmak için ne tür taktik girişimlerde bulunmak gerekir? Bu konuda hazır reçete yoktur ve her durumun kendi özellikleri vardır. Her ülkenin kendi tarihini, sınıflar arası güç dengelerini ve her örgütün kendi iç gelişimini ve kökenlerini vs. dikkate almak gerekir. Devrimci Marksistlerin analiz yeteneği, ayrımsama yeteneği ve uygun müdahale çizgileri saptayabilmesi, yani tek kelimeyle yönetici olma niteliği bu alanda sınırlanır ve gelişir.
Burada sürekli devrim teorisinin sadece en doğrudan yönlerini inceledik, yani çağımızda ekonomik olarak geri ülkelerdeki burjuva demokratik görevlerin gerçekleştirilmesine yönelik yanlarını ele alıp, burjuvazinin iktidarının yok edildiği ülkelerdeki sosyalist, ulusal ve enternasyonal görevlerden söz etmedik. Sonuç olarak, yukarıda sözü edilen doğrulamaların aldığı boyutlara rağmen, bu teorinin bugün neden hala bunca direniş ve anlayışsızlıkla karşılaştığı sorusunu soranlara cevap vermeliyiz.
Ekim Devrimi tüm dünyada öylesine büyük değişikliklere yol açtı ki, sonuçlarının derhal görülebilmesi ve anlaşılması hiç de kolay olmadı. 1928’de Çin’e ilişkin olarak aynı sözü tekrarlama cesaretini gösterebilmek için, 1905’te, Rus devriminin proletarya diktatörlüğü olarak zafere ulaşacağını söyleyen insanın dehasına sahip olmak gerekliydi. Ekim’e katılmış ve yükselen bürokrasiye karşı mücadeleye girmiş olan bazı eski Bolşevikler bile, teorik ve politik alandaki böylesine bir sonuç karşısında gerilediler. Bugünkü direnişler ve anlayışsızlıklar, Kremlin bürokrasisinin dünya arenasında hala süren korkunç ağırlığının ve dünya işçi hareketinin Marksist teori alanındaki büyük gerilemelerinin göstergesidir. Troçkist hareket bugüne kadar dayanabildi, Komünist Enternasyonal’in kazanımlarını koruyup zenginleştirdiyse de, şimdilik bunu ancak çok sınırlı çevrelerde yapabildi. Ne var ki bunca güçlü bir engel olan Kremlin, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki bazı devrimlerin zaferini engelleyemedi. Çok yakında bu ülkelerdeki ve diğer yerlerdeki yeni zaferler, şimdiye kadar kazanılanların listesine eklenecektir. İşçi devletlerinde iktidarda olan bürokrasiler emekçi kitlelerin gittikçe artan direnciyle karşılaşıyorlar. Stalinizmin işçi hareketinin bir kesimi üzerindeki etkisi giderek zayıflıyor. Artık gerçekten sürekli devrim çağında yaşıyoruz. Yaşadığımız dünyanın dinamiğini en yakında ifade eden teorinin de er geç zafere ulaşacağından hiç kuşkumuz yoktur.
(Bu yazı Quatrième International dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 1981 tarihli sayısında yer almıştır.)
Notlar:
(1) L. Troçki, Sürekli Devrim; s.14. Yazın Yayınları, 2007.
(2) F. Engels, Köylü Savaşları.
(3) “…tarihi açıdan bu devrim, hâkim sınıfların devrimiydi, mülkiyet sahiplerinin… yeryüzündeki feodal yükün artıklarından kurtuluş mücadelesiydi. Ancak iş burada kalmadı. Toplum uyandığında, başka unsurlar su üstüne çıkarak yaygın sosyal reform önerileri geliştirdiler.” (Edouard Bernstein, Büyük İngiliz Devriminde Sosyalizm ve Demokrasi)
(4) Daniel Guérin, Fransa’da Sınıf Mücadelesi 1793-1795. Yazın Yayınları, 1986.
(5) Eşitler Bildirisi; Buanarotti’nin Eşitlik Konspirasyonu (Babeuf adıyla anılan) adlı yapıtından.
(6) 1884’te bir Alman gazetesine yazdığı mektupta Engels, Marx’la kendisinin sürekli devrim konusunda Marat’nın devrimin “tamamlanmışlığının, bitmişliğinin değil sürekliliğinin ilanını” talep eden düşüncelerini benimsediklerini belirtiyordu.
(7) Bkz. Marx-Engels, Werke, cilt 7, s.553-554.
(8) Hitaba ilişkin olarak, “Marx ve Engels’in 1848 devrimindeki hatalarından söz eden D.Riyazanov, Lenin’in bu hitabı neredeyse ezbere bilip, sık sık hatırlattığını belirtiyor. (Marx, Engels; Anthropos yayınları, Paris, s.90)
(9 ) Marx’ın Vera Zasuliç’e yazdığı metinler, yazıldıklarından kırk küsur yıl sonra bulunup yayınlandığı için, Lenin’in bunlardan haberi olmadığını belirtmek gerek. Troçki’nin de Rus Devriminin Tarihi’ni (Yazın Yayınları) yazdığında bunlardan haberdar olduğu kuşkulu.
(10) Bkz. Lev Troçki, Stalin, içinde s.637. Yazın Yayınları, 2006.
(11) Pierre Frank, Komünist Enternasyonal Tarihi, cilt 2, s.516 ve sonrası.
(12) Bkz. R.Rosdolsky, Fr. Engels und das problem der “geschichtslosen” Völker (in Zur Naitonalen Frage, Olle – Wolter, Berlin).
(13) Marksizm ve Asya, H.Carrere d’Encause, Stuart Schramm, s.316.
(14) Yani Mayıs-Temmuz l927 dönemi.
(15) 1928’de yazılmış. Bkz. Lenin’den Sonra Komünist Enternasyonal.
(16 ) Vietnam yönetiminin güçlü bir burjuvaziyle çatışmak zorunda kaldığı tek dönem 1954’deki Cenevre anlaşmaları sonrasındaki dönemdir. Ülke bir işçi devletinin kurulduğu Kuzey’le, Amerikan emperyalizminin Kuzey’i yeniden ele geçirmek için bir üs olarak kullandığı Güney arasında bölünmüştü.