Sanem Öztürk –

 

Yaklaşık dört buçuk yıldır devam eden Suriye krizi, Suriyeli mültecilerin Avrupa sınırına akın etmeleriyle birlikte nihayet Avrupa’nın ve dünyanın gündemine girmiş oldu. Suriyelilerin değil, “Avrupa’nın mülteci krizi” manşetleriyle.
 
Mevcut durumdan mağduriyet çıkaran Avrupa ülkelerinin “krizinden” önce, iğneyi kendimize batırıp şu soruyu sormakta fayda var: Binlerce insan niçin ölümü, balık istifi kamyonlarda havasızlıktan boğulmayı, teknelere, botlara doluşup sulara gömülmeyi, otogarlarda, tren istasyonlarında alıkonmayı, sınırlarda gazlanmayı, dövülmeyi, aşağılanmayı göze alarak Türkiye’den kaçmaya çalışıyor? Bu soruya verilebilecek birden fazla cevap mevcut aslında.
 
Çünkü AKP hükümeti, Suriye krizinin başlangıcında yürüttüğü sınırları Suriyeli mültecilere açma ve kayıtlı mültecileri gönlünden kopana mecbur bırakma politikası dışında sığınmacıların ve mültecilerin hukuki statüsü de dâhil olmak üzere istisnasız tüm göçmenlerin, mültecilerin, sığınmacıların, kâğıtsızların ve vatansızların hayatlarını iyileştirmeye yönelik bir adım atmadı; 2014 yılında yürürlüğe giren Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu da pratikte hiçbir ilerlemeye yol açmadı, açabilecek nitelikte değildi.
 
Çünkü dönecekleri bir evi olmayan insanlara “misafir” demeye devam ediyoruz. Çünkü göçü suç, göçmeni suçlu ilan ediyoruz.
 
Çünkü kiraların yükselmesinden yaşanmaz durumdaki evleri akıl almaz fiyatlara kiralayan ev sahiplerini ve bunun önünü açanları değil, Suriyelileri sorumlu tutuyoruz.
 
Çünkü kayıt dışı bıraktık; çalışma haklarını tanımıyor, çalıştıklarında emeklerini sömürüyoruz. Çünkü ücretlerin düşmesinden bir asgari ücrete iki göçmen işçi çalıştıran fırsatçı işverenleri ve buna göz yumanları değil, Suriyelileri sorumlu tutuyoruz.
 
Çünkü elimize geçen her fırsatta ırkçılık kusuyoruz, “kültürel farklardan” dem vuruyoruz, insanca muamele etmiyoruz. Çünkü Suriyelilerle aynı mahallede yaşamak, aynı otobüsleri kullanmak bile istemiyoruz. Çünkü Suriyeli öğrencilerin bizim okullarımızda eğitim alması bile kanımıza dokunuyor.
 
Çünkü Suriyeliler dört buçuk yıldır Türkiye’de AKP hükümeti ve muhalefet arasında bir çatışma unsuru olarak var oldular. Kimi zaman en muhalif kesimler için bile “muhtemel cihatçı” olmanın ötesine geçemediler. Meselenin hukuki ve insani boyutlarının tartışıldığı ve somut adımların atıldığı bir sürecin öznesi olmaları mümkün olmadı. Çünkü mülteci kamplarını mülteci hapishanelerine çevirdik.
 
Yani dürüst olmak gerekirse, birkaç haftadır başta Avrupa olmak üzere tüm dünyanın gündeminde olan mülteci krizinin arkasında, hem dört buçuk yıldır devam eden görmezden gelme, günü kurtarma ve ihmal politikaları, hem de yabancı –bilhassa Arap- düşmanlığı, ırkçılık ve fırsatçılık yatıyor.
 
“Avrupa’nın krizine” gelecek olursak…
 
Esasen Avrupa’nın Suriyeli mültecilere bakışı, daha krizin en baştan itibaren mümkün olduğunca giriş noktalarını kapatmak ve sınırları korumak olageldi. Ancak son birkaç haftadır bu sınır koruma politikaları akıl almaz boyutlara ulaştı. Güvenli ve insana yakışır bir yaşam hayaliyle elinde avucunda ne varsa feda ederek Avrupa yollarına düşen Suriyeli mültecileri bekleyen, sınırlara çekilen tel örgüler, yığılmış polis ve asker birlikleri ve biber gazları oldu. Bu durum, sınırlar boyunca oluşan mülteci kamplarını da beraberinde getirdi. Bir yolunu bulup Avrupa’ya ulaşmaya çalışan ya da ulaşabilen ama bulunduğu yerde alıkonan mültecilerin tanıklıkları, sözün bittiği yerin bile çok ötesinde olduğumuzu gözler önüne seriyor.
 
Elbette bu süreci ve Avrupa ülkelerinin “fon verelim, Türkiye’de kalsınlar” önerilerinden “bizim Hıristiyan kültürümüze uyum sağlamaları mümkün değil” tutumuna, “Suudi Arabistan mülteci almıyor, biz niye alalım?” çıkışlarına kadar Suriyeli mülteciler etrafında dönen bir dizi tartışmayı, Avrupa’nın 2008’den bu yana cebelleştiği ekonomik krizle bağlantılı olarak okumak gerek. Krizden çıkış politikalarıyla ücretlerin düşüşü, kamuya ayrılan payın azalması, işsizliğin artması ve esnek çalışmanın yaygınlaşması göz önüne alındığında, Avrupa ülkelerinde yabancı düşmanlığının ve göçmen karşıtı sağ politikaların yükselişe geçmesi şaşırtıcı değil. Neoliberal politikalar karşısında emek değersizleşirken ve hayat pahalılaşırken “bizim ekmeğimiz bize yetmiyor, bir de onları mı doyuracağız?” serzenişi bir tek Türkiye’de dile gelecek değildi ya?
 
Bu bakımdan Avrupa’da mülteci kabul edeceğini açıklayan ülkeler arasındaki en az mülteciyi kabul etme yarışı gerçekten takdire şayan… İki hafta önce Avrupa Birliği ülkelerinin mülteci krizine ilişkin bakanlıklar düzeyinde gerçekleştirdiği toplantıdan herhangi bir olumlu sonucun çıkmaması bir yana, Avrupa hükümetleri, dört buçuk yıldır devam eden, yüzbinlerce Suriyelinin katledildiği, milyonlarcasının yerinden edildiği bir savaşın ortaya çıkardığı insani krizi Avrupa’nın krizine çevirmeyi ve kendilerini mağdur ilan etmeyi başardılar.
 
Dolayısıyla neoliberal politikaların yaşam koşullarını gittikçe ağırlaştırdığı ve göçmen karşıtı sağ siyasetlerin şimdiden mültecilere karşı seferberlik ilanına giriştikleri düşünüldüğünde önümüzdeki süreçte Avrupa ülkelerine giriş yapabilmiş olan Suriyelileri nelerin beklediğini tahmin etmek hiç zor değil.
 
Bize düşen ise çok açık; Avrupa’da, Ortadoğu’da ve Türkiye’de insanca yaşam hakkından, barınma, sağlık, eğitim, çalışma, temiz su ve gıda gibi en temel haklarından mahrum bırakılan mültecilerin taleplerini mümkün olan her mecrada dile getirmek; ilticanın bir suç değil hak olduğundan hareketle mahallelerimizden, okullarımızdan, işyerlerimizden başlayarak mültecilerle yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışmayı örgütlemek; dışlayıcı ve ayrımcı göçmen politikalarına karşı harekete geçmek, zekât ve yardım mantığıyla günü kurtarmaya çalışan hükümetlere sosyal politikaları ve göçmenlere yönelik destek mekanizmalarını acilen oluşturmaları için baskı uygulamak ve elbette ırkçılıkla, milliyetçilikle, yabancı düşmanlığıyla hayatımızın her alanında mücadele etmek.
 
Hiç kimse illegal değildir. Göç insan hakkıdır.