Moshe Lewin –

Historia dergisinin özel sayısı “Komünizmin Suçları” başlığını taşıyor. Bu, Kışlık Saray’ın ele geçirilişinin üzerinden geçen doksan yılın ardından, girişilen toplumsal deneyimi Stalinizm ve Gulag’dan ibaret görmeye benziyor. Tarihçi Moshe Lewin bu tek taraflı bakış açısından uzak durarak, Sovyet komünizmini Rusya’nın tarihi çerçevesinde yeniden alıyor ve bundan çıkarılabilecek dersler üzerine kafa yoruyor. Genel olarak siyasi sistemlerin yükselişi ve düşüşüne dair, özel olarak da kendilerini sosyalist olarak tanımlayanlara yönelik bir yazı…

 

Ekim Devrimi 20. yüzyıl tarihini derinden etkiledi. Pek çok polemiğe, ideolojik meşrulaştırmalara ve iddialara, naif ve övgülü imajlara ve yargısız infazlara meydan verdi. Bunlar da, pek çok gözlemcinin kafasında, gerçeklikle karıştırılır oldu. Kışlık Saray’ın ele geçirilmesinin teşkil ettiği bu kurucu olaya demirlemiş bu tür temsillerin süreğenliği pek çok insanın zihninde gerçeğin maskelenmesi sonucunu doğurdu. Buna göre, 1917’de hâkim olan hava (orduyu, polisi, devlet aygıtını, iktisat çevrelerini, siyasi hayatın algılanışını ve siyasi görüşleri kapsayan) genel bir alt-üst oluş ile Bolşeviklerin tercihlerini derinden belirleyecek olan bir kaostan oluşuyordu.

Pek çok kez görüldüğü üzere, Sovyet sahnesinde olup bitenlerin dekor ve söylemlerle ilgisi yoktur. Sonuç: Beklenmedik olaylarla dolu bir tarih. Zira bu tarih, parçalanma unsurlarının özel bir şiddetle hareket ettiği, yeniden birleşme unsurlarınınsa şaşırtıcı biçimler aldığı, krizlerle yüklü bir alanın oluşmasına çanak tutmuştur.

Mevcut veya geçmiş bütün sistemler, içlerinde barındırdıkları canlı güçlere, kendilerini dönüştürmeye müsait olup olmamalarına ve dolayısıyla tehlikeli bir yönelimi terk ederek yeniden yaşam gücü bulabilme kapasitelerine göre analiz edilmelidir. İdeolojilerin gözü genellikle kördür, zira kendi kendilerini kutlarlar: İnsanları, altında yaşadıkları rejimi ve en arzu edilebilir bildikleri şeyin artık başka kurallara göre işlemeye başladığını unutmalarına sebep olurlar. Bu kurallar, rejimin içini özünden boşaltıp yerine sadece görüntüleri ikame eden çözücü iktisadî ve toplumsal unsurlar tarafından belirlenir. Böylesi bir durum sahne ve oyunun birbirini hiç tutmadığı bir tiyatroya benzetilebilir. Dekor başka bir dönemin bir piyesine aittir; sahnelenmekte olan oyunsa bambaşka bir telden çalmaktadır.

Kriz ve dağılma evreleri tarih akışının tamamlayıcı birer parçasıdırlar. Çoğunlukla bir çağın, bir sistemin sonunu belirlerler. Bazı örneklerdeyse, kimi (iç veya dış) unsurların mevcudiyetiyle, kimi zaman “devrim” denilen yeni bir sayfa açılır. Yazarların büyük bir bölümü Bolşevikler tarafından “gerçekleştirilmiş” devrimden bahsettiklerinde, alttan alta onları işin “suçlusu” ilan etmektedirler.

Olayların bu şekilde okunması içler acısıdır. Rusya’da hiçbir şeyin işlemez hale geldiği, iktidarın her yönden felç olduğu ve ülkenin topyekûn büyük ölçekli köylü ayaklanmalarına, iç savaşa, özetle, genelleşen bir kaos ortamına doğru sürüklendiği 1917 Eylül ve Ekim aylarında olan bitenler konusundaki mutlak cehaletin ifadesidir. Devrim (zira olup olacak odur) işte bu tırmanan kaosa ve Rusya’nın bir ulus-devlet olarak tamamen yok olması yönündeki gidişata bir cevap olmuştur.

“Tükenmiş” bir hükümet

Kısacası, krizi başlatan devrim değildir: Ümitsizce durumu kontrol almaya çalışan güçlerin nihayetinde durumu daha da vahimleştirmelerinin ardından, ancak Bolşeviklerin gerçekleştirdiği devrimle çözüme kavuşan derin bir kriz söz konusudur. Ortalıkta dolanan kimi sabit fikirlerin aksine, Şubat ayında düşürülen Çarlık rejiminin yerine geçen geçici hükümetin temsil ettiği resmî siyasi rejim dekordan başka bir şey değildir – orada hiçbir şey olmamıştır. “Tükenmiş” ve bitmiştir. Bir devlet iktidarının varlığı söz konusu değildir, sadece görüntüsü vardır.

Bolşeviklerin “iktidarı (birinin elinden) aldıkları” fikri gerçeğin tam manasıyla inkâr edilmesi demektir: O dönemde kimse elinden alınacak herhangi bir iktidara filan sahip değildi. Bolşevikler, iktidarı birinin elinden almadıkları gibi, bir de onu yaratmak zorunda kalmışlardı. Lenin olarak tanınan Vladimir İlich Ulyanov’un daha sonra yazdığı gibi, başlangıçta Bolşeviklerin elinde “sosyalizm”, “devrim”, ayrıcalıkların ve (aristokrasi, bürokrasi gibi) unvanların kaldırılması gibi sloganlardan başka bir şey yoktu.  Unutmayalım ki, başarılarının anahtarı, çiftçilere, ekip biçtikleri toprağı sahiplenmeleri ve kendilerinin addetmelerine yönelik çağrı olmuştur. Geçici hükümet bu önlemi uygulasaydı kendini kurtarabilirdi, ancak o mülk sahiplerinin temsilcilerinin peşinden koşturmakla meşguldü: Sosyalizmin imkânsız olduğuna ikna olmuştu –doğru bir tespitten hareketle varılan yanlış bir sonuç-.

Sosyalizm elbette imkânsızdı, ancak geçici hükümetin yöneticilerinin anlamamakta ısrar ettikleri şey, demokratik burjuva devriminin de en az o kadar imkânsız olduğuydu. 1917’nin Şubat ve Kasım ayları arasında kurulan koalisyonlara dalan siyasi partilerin dramı tam da burada yatmaktadır işte: Kaos genişliyor ve siyasi partiler bunu ne anlıyor, ne de kontrol altına alabiliyordu. Harekete geçen ve nihayetinde kontrolü ele geçirenler ciddi riskleri göze almışlardır. Beyazların (monarşi yanlıları) güçlerini yeniden birleştiriyor olmalarından dolayı değil, krizin ve toplumun topyekûn altüst oluşundan kaynaklanan derin çalkantıların vahameti bakımından…

Bolşevikler kontrolü ellerine almışlardır almasına ama, muzaffer parti başlangıçta sadece ismen, basit bir tabela sıfatıyla iktidardaydı. Olayların en fazla kızıştığı bir dönemde, yeni üyelerin kitleler halindeki akınının ve yapması gereken, ancak ne devrim öncesi deneyimi ne de karakteri bakımından karşılayabilecek durumda olduğu muazzam işlerin baskısı karşısında tutunması mümkün değildi. Zira bu parti gerçek bir iç demokrasiyle var olmuş, ancak kopan tufandan sağ çıkamamıştır. Bunun nedeni de iç savaş değil (Bolşevikler bu savaştan galip çıkmışlardır), devletin inşasına ve idaresine dair sayısız görevin yarattığı baskıydı. 1921 yılında, savaş komünizminin sonrasında ve yeni ekonomik politika (NEP) başlatılmadan önce yer alan mola döneminde, Lenin yeni bir parti inşa etmek gerektiğini anlamıştır: İç savaş sırasında eylem becerisini kanıtlamış olan Bolşeviklik artık içi boş bir kabuktan başka bir şey değildir.

İç savaşın sona ermesiyle (1921), dekor aynı kalmasına rağmen oyun değişmiştir. Bolşevikler iktidara yerleşmiştir yerleşmesine, ama konuya ilişkin külliyat, sürekli olarak Bolşeviklerden bahsetmenin bir hayaleti anmaktan öteye gidemeyeceğinin farkında değil. Artık sahnedeki oyun ve bu oyunun adı, devrimci bir partinin bir idareciler sınıfına dönüşmesidir.

Daha açık bir ifadeyle, söz konusu dekorda iki senaryo karşı karşıyadır: Ortadaki meselenin özü, devrimden doğan ruhun, fikriyatın tanımlanmasıdır. Sovyet Yüzyılı (İletişim Yayınları, 2011) adlı kitabımda, Lenin ve Stalin arasındaki mücadelenin, uzlaşmaz iki siyasi program arasındaki mücadele olup, aynı parti içindeki iki hizbin çatışması olmadığını ortaya koymuştum. Otantik Bolşevikliğin ortadan kalkışını hatırımızda tutarsak, esas mücadele, iç savaştan doğan yepyeni bir duruma uyum sağlayacak, yeni bir siyasi cephe açma programının tanımına girişmiş bir Lenin ile (başında kendisinin olacağı) devletin ne olması gerektiğine dair fikirlerini, Bolşevizmle yakından uzaktan ilgisi olmayan, Rusya’nın tarihini algılama biçiminden (geçmişte ne ifade ettiği ve şimdi için ne gerektirdiğiyle birlikte) beslenen ve kendi başına bir amaç olan kişisel bir iktidarın ifadesi niteliğindeki önermelere dayandıran bir Stalin arasındaydı. Birbirinin hasmı olan ve ilk olarak, 1922-1923 yıllarında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin oluşumuna dair tartışmayla karşı karşıya gelen bu programlar, birbirlerini dışlarlar ve hasmane karakterlerini örtbas etmeye çalışmazlar. Bu mücadele Lenin’in önce hastalanması, sonra da Ocak 1924’te vefat etmesiyle sona ermiştir.

Stalinizm bir sistemin yıpranıp yaşlanmasının ne anlama gelebileceğinin iyi bir örneğidir ve hatta, kendini yenileyememesi itibarıyla ömrünün “genetik olarak önceden belirli” olup olmadığını sorusunu ortaya koyar: Stalinizm olduğu şeyden, yani bir otokrat için ve onun etrafında şekillenen aşırı güvenlikçi, bu haliyle de yenilenemez bir sistemden başka bir şey olamazdı. Devletin bizatihi yürüttüğü politikanın toplumda yarattığı etkiler nedeniyle de Stalinizmin yapabileceği tek şey, kendi kuyusunu kazmaktı.

Stalin incelendiğinde, devrimci geçmişe karşı yürüttüğü mücadelenin, bu geçmişin ona hiçbir surette güvenlik sağlamamasından kaynaklandığı görülür – öğretilerini takip etmemiş, hatta, büyük Rusyacı şoven bir Sovyetler Birliği mücadelesinin gösterdiği gibi, bu öğretilere düşman kesilmiştir. Dolayısıyla, kendi işine gelen bir geçmiş arayışı, keza, SSCB’nin nasıl olması gerektiğine dair genel hatları tanımlarken otokratik mirasa gönderme yapmış olması hiç şaşırtıcı değildir. Ona, aradığı meşruiyeti tek bağışlayansa çarlık olmuştur, zira çarlık döneminde iktidar aracısız, doğrudan Tanrı’dan alınarak ve Tanrı’nın inayetiyle yürütülmüştür.

Buna karşılık, daha şaşırtıcı olan, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında sistematik olarak Çarlık Rusyası’nın ideolojik yapılarını ödünç almış olmasıdır. Bu, Stalin’in, bu rejimin Birinci Dünya Savaşı sırasında elindeki tüm olanakları tüketmiş olduğu (ve gayet iyi bilinen) gerçeğine kulak asmadığını ortaya koymaktadır. Kremlin hâkimi, uygulamak istediği modelin krizlere sebep olduğunu ve ecelinin bundan geldiğini unutmuşa benzemektedir (rol modelinin, ülkeyi karışıklıklarla dolu karanlık bir döneme sürükleyen Korkunç Ivan olduğundan bahsetmiyorum bile).

Stalin rejimi, paradoksal olarak, tam da Nazizmin ezilişi sonrasında bütün dünya nezdinde zaferinin doruğundayken, Çarlık Rusyası’yla benzer bir kaderi paylaşacaktır. Sistem işlemez olur ve muzaffer bir üstün gücü yöneten şefi itibarının doruğundayken düşüşe geçer. Ancak bu süper gücün içi koftur ve Stalin’in yoldaşları da bunu bilmektedir.

Bu, üzerinde durulması gereken bir nokta… Çarlık rejiminin kurtarıcısı, hiçbir meşru ve mahir mirasçısı yoktu. Stalin rejimiyse böyle bir desteğe sahipti; Stalin’in yakın yoldaşlarından oluşan grup içinde, sabırsızlıkla işe koyulacakları ve akıl almaz işleyiş bozukluklarından mustarip bir rejimi yeniden canlandıracakları anı kollayanlar vardı. Rejimin “Batı önünde secdeye varan kozmopolitleri” ifşa ettiği, üst düzey memurların üniforma giymeye mecbur tutulduğu ve unvanlarının doğrudan Büyük Petro zamanından kalma mevki çizelgesine göre belirlenir olduğu, Yahudi entelektüellerin tasfiye edildiği, üst düzey yetkililerin öldürüldüğü (Leningrad davası) ve “beyaz gömlekliler” komplosunun başlatıldığı bir dönemde, SSCB’nin önünde halâ parlak bir gelişim dönemi olduğunu öngörmek zordu.

Gerçekte, Stalin’e yakın ve “şok Stalinciler” olmaları gereken (ki bazıları gerçekten öyleydiler!) yoldaşlardan bir kısmı şeflerinden kaynaklanan memnuniyetsizliği bertaraf etmek için harekete geçtiler. Bunu, Stalin’in 1953’teki ölümünün hemen arkasından yapmaya koyuldular ve radikal biçimde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1956 yılında yapılan 20. Kongresi’nde somutlaşacak önemli reformları hayata geçirdiler.

Pek çok defa tanık olduğum üzere, SSCB’ye olan garezleri, bir türlü anlayamadığım psikolojik bir ihtiyaçtan kaynaklanan pek çok insan, Gulag’ın kaldırılmasının Stalin sonrası dönemi yönetiminin aldığı ilk önlemlerden biri olduğunu söylediğimde şaşkınlığa uğramıştır. Stalin yönetimi altında İçişleri Bakanlığı’na bağlı iktisadî-sanayi bir kompleks olan Gulag’la Stalin’in ölümünü izleyen dönemde tepeden tırnağa reformdan geçirilmiş kamplar sistemini ayrı tutmanın son derece önemli olduğu kanaatindeyim.

Bununla ilgili olarak, Batı’nın Gulag konusundaki saplantısını, Gulag ile –mutlak kötülükle özdeşleştirilmiş olan– Sovyet rejimini bir tutan söylemi şerhsiz kabul etmiş olmasının nedenleri üzerinde düşünmek gerekiyor. Batı, bu tezin yandaşlarından Aleksandr Soljenitsin’i bir peygamber gibi selamlamıştır. Oysa Soljenitsin geçmişe tapan bir ideolojinin savunucusuydu. Novi Mir dergisinin etrafında toplanmış sosyal-demokratlardan ve derginin editörü Aleksandr Tvardovski’den nefret ediyordu. Batı demokrasinin azılı bir düşmanıydı. Kim bilir, belki de Orta Çağ’dan kalma ortodoksluğun bu vaizi, Soğuk Savaş’ın ideolojik boşluğunu doldurmak için elzemdi.

Sovyet sistemi, 1960’lı yılların sonunda, “duraklama” dönemi denilen başka bir düşüş döngüsüne girdi. Bu, yeni bir sorunu, sistem bünyesinde, temel değişim vektörlerinin ortaya çıkmasına bağlı olarak beliren çelişkili yönelimler sorununu gündeme getirdi. Kentleşme, ülkenin büyük ölçekli bir modernleşmeden geçmesi karşı çıkılmaz olgular haline gelmişti. Köy ve kasabalardaki nüfus hatırı sayılır oranda olsa da, vatandaşların çoğunluğu artık şehirlerde yaşıyorlardı, belli bir eğitim almışlardı ve yeni teknolojilere aşinalık kazanmışlardı. Kadınların konumu da önemli ölçüde iyileştirilmişti. Bu önemli toplumsal dönüşümlerin kırsal kesim üzerinde de dolaylı etkileri oldu. Kırsalda yaşayanlar, kentlere gitmeden kent hayat tarzını büyük ölçüde benimsediler.

Bu hızlı hareket görece yeni bir kentli toplumun doğmasına yol açtı. Kentleşme “genç,”, Çarlık sistemi hısmı olan bürokratikleşmiş devlet ise “yaşlı”ydı. Görece gençliğine karşın, 1917’den sonra oturtulan sistem vaktinden önce yaşlanmıştı.

Yanlış teşhis

Bu bizi yaşam belirtileri sorununa götürüyor. Sovyet devleti tamamen bürokratik bir devletti ve tepeden kontrol aracılığıyla oldukça güçlü bir merkeziyetçi siyaset izliyordu. Tepedeki iktidarsa, özellikle de bakanların elindeki bürokratik aygıta bağımlı hale gelmişti. Öyle ki, bürokrasi iktidarı kendisiyle pazarlık etmeye zorlayabiliyordu; aslında, süreç içinde bu pazarlığı lehine çevirebilir hale gelmekle kalmamış, verilen emirleri de yerine getirmez olmuştu. Bu bürokratik aygıt kendine has bir mantıkla hareket eden bir canavara dönüştü ve sistemi uçuruma sürükledi.

Buradaki esas nokta, merkezin iktidarı ve olayları kontrol etme becerisini kaybetmiş olmasıdır. Sistemlerin yitip gitmemek için yapmaları gereken şeyleri, yani yenilenmeyi, değişikliklere uyum sağlamayı, strateji ve siyasi yönelim değiştirmeyi, yeni müttefikler kazanmayı ve temel engellere karşı mücadeleye girişmeyi bilme konusunda tamamen beceriksiz olduğu ortaya çıktı. Sistem, siyasetsizleşmiş ve herhangi birine, herhangi bir söz geçiremez hale gelmişti. Ülke, sembolik olarak, ölü olmasa da en iyi ihtimalle can çekişen Leonid Brejnev tarafından yönetiliyordu.

Siyaset yapma becerisinin tümüyle kaybedilmesi anlamındaki siyasetsizleşme sadece bir belirti değildir: Geri dönüşü olmayan bir noktaya gelindiğinin ifadesidir. Tutarlı bir siyasi faaliyet geliştirme becerisine sahip bir örgütlenme anlamında bir “yönetici parti” olmadığını teyit eder. Bu nitelikte bir parti, sadece kendi çıkarlarını düşünen ve yönetmekle mükellef oldukları kuruluşları “özelleştirme” derdine düşmüş devasa yönetici ordusunun başına oturmuş bu üst düzey yetkili kitlesine acınası bir şekilde bağımlı olmaktan kaçınabilirdi.

Gözlemciler, planlamacılar, yazarlar “geliyorum” diyen felaketi yazıyor, çiziyor, yayımlıyor ve haber veriyorlardı, ancak tavan felç olmuştu. Bu dönemde (1960’lı yılların sonundan 1980’li yıllara kadar), her hareket, hangi yönde olursa olsun, ölümcül addediliyordu. Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş ve silahlanma yarışı yüzünden yaptığı katlanılmaz masraflar yüzünden iflas ettiği yönündeki yaygın inanış, hafif bir ifade kullanalım, yanlış teşhistir. Yuri Andropov’un (Komünist Parti Genel Sekreteri, 1982-1984) görev dönemi çok ilginç, ancak ikna edici olmak için fazla kısa bir ara olmuştur. Bu kısa dönem, sistemin yeniden siyasîleşmesi ve iktisadî ve siyasî alanlarda acil reformlara gidebilecek yönde harekete geçirilmesine olanak verecek unsurlar içermekteydi. Başarının koşulları orada yatıyordu.

SSCB’nin çöküşü, sistemler, onların çöküşleri, dönüşümleri, kendilerini methetmeleri, yaşlanmaları, krizleri açısından önemli dersler barındırır. Yaşlanmaktan bahsetmek, bir sistemin farklı aşamalardan geçtiği, ve bu aşamalar sırasında bir rejimin hatırı sayılır bir dinamizm gösterdikten sonra bir duraklama ve düşüş dönemine girdiği, düşüşün ardından yeni dinamik evreler yaşadığı anlamına gelir. Bu farklı zamanlar, söz konusu sistem temel özelliklerini koruduğu ve iyileştirilemez olmadığı müddetçe, aynı zincirin birer halkaları gibi de görülebilir.

Bu olgular ve geçerlilikleri SSCB ve Çin karşılaştırıldığında daha iyi anlaşılacaktır. İki rejim arasında belli bir paralellik kurulabileceğine şüphe yoktur: Mao Zedung rejimi de, tıpkı Stalin rejimi gibi, “ileri doğru büyük sıçramalar” kaydetmiş, her iki ülke de bu sıçramaların ardından duraklama ve düşüş, oradan da yeniden toparlanma dönemlerinden geçmişlerdir. Halbuki iki rejimin evrilmesi birbirinden çok farklı biçimde gerçekleşmiştir.

Sovyet sistemi, çok daha fazla gelişmiş olduğu halde, bir duraklama dönemi içinde yitip gitmiş ve hem elzem olan, hem toplumun hazır olduğu önemli reformları gerçekleştirme konusunda beceriksiz davranmıştır. Buna karşılık, Stalin rejiminden çok daha farklı olmadığı halde (Sovyet sistemiyle aynı tip özelliklere sahip olan) Çin sistemi çarpıcı reformları başlatabilmiştir; hem de aynı dönemde Stalin rejiminden açık ara daha baskıcı olduğu ve toplumu daha acımasızca kontrol ettiği halde… Bu, çığırtkanlığı yapıldığı gibi sorunun “komünist rejimler”le değil, yönetimlerin kimi dönemlerde kendilerini dönüştürme becerisine sahip olup olmadıklarıyla ilgili olduğunun kanıtıdır.

Ekim Devrimi’nin sosyalist, veya her halükârda özgürleştirici niteliği şüphe götürmez. Buna karşılık sosyalist bir Sovyet devletinden söz edilebilir mi peki? Böyle bir iddiada bulunmak zor… “Komünist” bir partiyi başa geçirip kendi kendini “sosyalist” ilan etmenin geçerliliği ancak sloganlar ve resmî afişlerinki kadardır. Sosyalizm, demokrasinin, kapitalist dünyada var olabilecek bütün biçimlerini aşan bir demokrasi biçimidir. Böyle bir demokrasinin yaratmak isteyeceği iktisadî sistemin ne tür olacağı hakkındaysa herhangi bir fikir vermez; basitçe şunu söyleyebiliriz ki bu sistem, kapitalistlerin, bürokratların olmadığı toplum tarafından yönetilmelidir.

Kendini avaz avaz “sosyalist” ilan eden ve “komünist” bir parti tarafından yönetilen bu devlet üzerinde düşünmek birtakım cevaplara ulaşmamızı sağlayacak unsurları barındırabilir. [Devletin sosyalist kimliğine ilişkin] bu türden beyanların (diğer devletlerin dünyaya duyurmaya çalıştıkları diğer mitler gibi) yapılması, sistemi kendi halkı ve dış dünya nezdinde meşrulaştırmak için elzemdi. Ancak bunlar, sadece Rusya dışında değil, Stalin sonrası dönemde, kentli, gelişmiş, eğitimli, kamu işleri yönetimi dahil pek çok alanda deneyim kazanmış bir topluma sahip olan Rusya’nın kendi içinde bile, gerçeklerin karşısında dayanabilecek kudrette değildi; zira böylesi bir toplum “sosyalizm” üzerine atılan nutukları gerçek diye yiyip yutamazdı.

Dram, tarihin ağırlığının silinmemesi ve silinemeyecek olmasındaydı. Çarlık Rusyası’nda serpilip semirmiş olan yerleşik bürokratik fauna belki onu var eden kişilerin yok olmasıyla ortadan kalkmışa benziyordu, ancak bu olgu Sovyet gerçeklerine uygun biçimler altında yeniden yeşermişti sadece.

Sızlanıp durmanın faydası yok. Sovyet devleti üzerine ciddi bir tarihî araştırma yapılması gerekiyor. Her halükârda, bu devletin sosyalist olmadığı barizdir. Buna karşılık, Ekim Devrimi’ni yapanlar sosyalistti. İnandıkları ve hayata geçirdikleri fikirler de, en az, bir ülkenin her yerinden çatırdadığı ve bir halkın dağılmaya doğru gittiği o en hummalı dönemin tam ortasında bu işe soyundukları ve Rusya’yı yeniden tarih sahnesinin bir aktörüne dönüştürdükleri zaman olduğu kadar hayatîdir hâlâ…

Batı’nın Gulag konusundaki saplantısını, Gulag ile Sovyet rejimini bir tutan söylemi şerhsiz kabul etmiş olmasının nedenleri üzerinde düşünmek gerekiyor.

Bürokratik aygıt kendine has bir mantıkla hareket eden bir canavara dönüştü ve sistemi uçuruma sürükledi.

 

Türkçesi: Zeynep Arıkan

(Bu yazı Yeniyol dergisinin Güz 2009 sayısında yayımlanmıştır)