Stefo Benlisoy –

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda dikkate alınabilir, güçlü bir karar çıkmaması bir sürpriz olarak değerlendirilebilir mi?

Açıkçası hayır. Konferanstan anlamlı bir karar çıkmama ihtimalinin ağırlık kazandığı, zirveden daha haftalar önce dile getirilmeye başlanmıştı bile. Gözlemcilerin çoğunluğu zengin kuzey ve yoksul güney arasında gerçekleştirilebilir bir anlaşma ihtimalinin zayıflığından dem vurmaktaydılar. Gerçekten, başta özellikle ABD olmak üzere zengin ülkeler konferanstan herhangi anlamlı bir sonuç çıkmaması için ellerinden geleni yaptılar. Obama hükümetinin zirveden önce açıkladığı ve sera gazı emisyonlarını 1990 düzeyine göre sadece yüzde 4 azaltmayı hedefleyen zayıf önerisi zaten zirveyi çıkmaza sürüklemişti. Hillary Clinton’un son bir hamleyle, “durumu kurtarmak” için açıkladığı ABD’nin 2020 yılına kadar yoksul ülkelere yönelik 100 milyar dolarlık yardım fonuna katkı sunacağı vaadi de yetersiz bir öneri olarak değerlendiriliyor. Hatta Naomi Klein Clinton’un bu vaadinin ABD’nin benimsediği bir anlaşmanın ortaya çıkmasına bağlı olduğunu, ki bu da Kyoto Protokolü’nden yani yasal olarak bağlayıcı emisyon indirimlerinden vazgeçilmesi anlamına geldiğini hatırlatarak bu “vaadin” açık bir şantaj anlamına geldiğine dikkat çekiyor ve bunu IMF’e atıfla “İklim Yapısal Uyum Programı” olarak adlandırıyor. Öte yandan Obama yönetimi bu çıkmazdan Bush döneminde olduğu gibi Çin’i suçlayarak sıyrılma çabasında.

Üstelik, Bolivya iklim baş müzakerecisi Angelica Navarro’nun deyimiyle zengin ülkeler süreç içerisinde gizli ve katılımı sınırlı toplantılar düzenlemek ya da kimi yoksul ülke delegasyonlarına “bağışlar” yapıp ayrı görüşmek gibi “DTÖ taktikleri” uygulayarak yoksul güney ülkelerini yalıtmaya ve bölmeye gayret ettiler. Zirvenin son gününde “liderlerin” de Kopenhag’a varmasıyla beklenen, emisyon azaltımında ve zaman aralığında bağlayıcı olmayan, Kyoto’da ortaya çıkmış karbon pazarını daha genişleten ve yoksul ülkelere de Dünya Bankası gibi uluslararası finans kurumlarının kontrolünde kısa dönemli bir yardımı içeren zayıf bir belgeyle zirveyi sonuçlandırmak. Böylesi bir “sonuç”, iklim değişimi konusunda asıl ihtiyaç duyulanın, yani emisyonların azaltım miktarları ve zaman aralıkları hususunda bağlayıcı bir kararın çok gerisinde. Üstelik yoksul ülkelere yapılacak “iklim finansmanı”nın miktarı ve şekli, emisyon azaltma hedefine yardımcı olup olmadıkları, şeffaflıktan uzak bir ticari mekanizma olarak eleştirilen denkleştirme mekanizmalarının ne ölçüde “çözümün” bir parçası olarak sunulabileceğı gibi sorular havada kalacak. ABD başta olmak üzere kimi zengin ülkelerin istediği şey, Kyoto’nun cılız da olsa bağlayıcı emisyon azaltımı hedeflerini ıskartaya çıkartırken aynı süreçte ortaya atılan karbon piyasalarının ve denkleştirme mekanizmalarının sınırsız biçimde genişlemesi. Dolayısıyla zirveden kayda değer bir sonuç çıkmaması büyük bir sürpriz oluşturmuyor.

Asıl sürpriz, zirve esnasında her türlü protestonun, karşıt sesin büyük bir sertlikle susturulmaya çalışılmasıydı. Bu bastırma harekâtının hedefindekiler, polisin “önleyici müdahale”siyle gözaltına alınan veya tutuklanan eylemcilerden zirveye akreditasyonları iptal edilen Friends of the Earth gibi çevre örgütlerine kadar geniş bir yelpazeye uzanıyor. Sözün özü, zirvenin resmi konuğu olan siyasetçi ve şirket lobicileri dışındaki neredeyse tüm katılımcılar “hedef” haline getirildi.

Resmi zirvedeki çözümsüzlüğün en önemli göstergesi, BM İklim Değişimi Çerçeve Konvansiyonu’nun bir iç notunda, hükümetler tarafından zirvede açıklanan hedeflerin şu ana kadar iklim görüşmelerinde ortalama sıcaklığın 2 derecenin üzerinde olmaması hedefini geçersizleştirdiği ve hatta 3 derecelik bir artışa işaret ettiğinin itiraf edilmesiydi. Buna mukabil Bolivya’nın, geçtiğimiz günlerde büyük bir çoğunlukla yeniden seçilen devlet başkanı Evo Morales ise yeryüzü ortalama sıcaklığının sadece 1 derecelik bir artışla sınırlandırılmasını söyleyerek artışın 1,5 derece ile sınırlandırılması gerektiğini vurgulayan Küçük Ada Devletleri İttifakı ve kimi Afrika ülkelerinden de radikal bir yaklaşım sergiledi. Üstelik Morales, BM gözetiminde bir iklim değişikliği mahkemesi oluşturularak burada Kyoto sürecinin yürütülmesini engelleyenler ve soruna çözüm bulunmasına mani olanların yargılanması gerektiğini önererek özellikle ABD yönetimini işaret etti.

Zirvenin bir sonucu da iklim adaleti kampanyacısı ya da eylemcisinin “imajının” da değişmeye başladığını göstermesiydi. Polisin şiddet içermese dahi her türden doğrudan eylem, sivil itaatsizlik ve protestoya karşı gerçekten sert tutumu, hatta önde gelen iklim adaleti aktivistlerini gece yarısı operasyonu düzenleyerek gözaltına alması, önümüzdeki süreçte iklim adaletini savunanların karşılaşacakları şiddetin bir ipucunu oluşturuyor. Danimarka hükümeti zirve öncesinde göstericilere uygulanan gözaltı süresinin uzatan, yabancı protestocuların sınır dışı edilmesini kolaylaştıran ve Bush’un önleyici savaş doktrinini anımsatırcasına “önleyici gözaltılara” yasal kılıf sağlayan düzenlemeleri yürürlüğe koyarak protestolara karşı uygulayacağı yöntemi işaret etmişti etmesine ama bu ölçüde bir “tahammülsüzlüğü” açıkçası bekleyen de yoktu. Aslında tüm bu sertlik ve tahammülsüzlüğü de Taraflar Konferansı (COP) sürecinin çıkmaza sürüklenişinin ve meşruiyet yitiminin bir izdüşümü olarak değerlendirmek gerek.

Konferansa karşı yapılan etkinliklerin en önemlisi, toplumsal muhalefet hareketleri ve sivil toplum kuruluşlarının örgütlediği İklim Forumu’ydu. Bu forum kitleselliği, iklim değişimi olgusunun tüm boyutlarıyla tartışılmasına zemin hazırlayışı ve çok sayıda farklı katılımcıya kürsü oluşturması bakımından gerçekten de resmi konferansa bir alternatif oluşturdu. Foruma özellikle gençliğin, Via Campesina’nın biraraya getirdiği tarım aktivistlerinin ve yerli toplulukların katılımı dikkate değerdi. Forumda karbon ticareti ve denkleştirme mekanizmaları, gerçek emisyon azaltımına yol açmamak, yerli ve tarım topluluklarının yaşam biçimlerini tehdit etmek ve şeffaf olmayıp şirketlere yeni ticari kâr fırsatları yaratmaktan başka işe yaramamakla eleştirildiler. Öte yandan iklim kaosunu önlemek için gerekli gerçek emisyon azaltım oranları, fosil yakıt ve kimyasal yoğun şirket tarımının aksine küçük aile tarımının gezegeni soğuttuğu, zengin kuzeyin yoksul güneye ekolojik borcu ve borcun nasıl ödenebileceği, sermayeden karbon vergisi alınması gibi öneri ve tespitler tartışıldı.

12 Aralık’ta gerçekleşen miting ise hiç kuşkusuz iklim adaleti hareketinin Seattle’ı oldu. O gün yeryüzünün dört bir yanından gelerek alanı dolduran 100 bini aşkın gösterici saatler süren bir yürüyüşten sonra zirvenin yapıldığı Bella Center’a ulaşarak halkların yok sayıldığı bir anlaşmanın mümkün olmadığını haykırdı. Gösterinin kitleselliği kadar önemli bir başka unsur da gösteriye hâkim olan ruh haliydi. 12 Aralık mitingi iklim değişimine karşı mücadelenin giderek “adalet” boyutunun öne çıktığını açık biçimde gösterdi. Hareket içerisinde müesses siyaset esnafının ve sermayenin treni sallama, oyalama, faturayı aşağıdakilere ödetme ve yoksul güneyi yok sayma anlayışı sorgulanmaya ve iklim adaleti talebi öne çıkmaya başlıyor.

Neticede konferans çözümün adresinin lobiler tarafından kuşatılmış konferans merkezlerinden ziyade örgütlü toplumun, sosyal mücadelelerin kendisi olduğunu gösterdi. Çözümü Obama’dan, Gordon Brown’dan, Al Gore’dan çokuluslu şirketlerin çevreye duyarlı CEO’larından beklemenin geçersizliği, küresel adalet ilkelerine uygun bir iklim sözleşmesinin ancak halkın basıncıyla, kitlesel ve demokratik bir iklim adaleti hareketinin yaygınlaşmasıyla mümkün olabileceğini tüm çıplaklığıyla gösterdi. Zengin ülke hükümetlerinin, çokuluslu şirketlerinin krize karşı önerdikleri yol siyasi ve ahlâki olarak iflas etti. On yıllardır süren oyalama çabalarının artık foyası meydana çıkıyor, iklim krizine piyasa odaklı yaklaşımların çözüm üretmekten uzak oldukları giderek daha fazla insan tarafından anlaşılıyor.

Şunu vurgulamak gerek: Gezegenimizin umudu iklim değişimini ticari bir kâr fırsatı olarak gören şirket lobicilerinde, vakit kazanmaya dönük şatafatlı bir iki beyanattan başka bir şey yapmayan egemen politikacılarda değil. İklim Forumu’na katılıp aşağıdakilerin önerilerini tartışanlarda, Bella Center’da umutsuzca da olsa iklim adaleti gündemlerinin işitilmesini sağlamaya çalışanlarda ve Danimarka polisinin baskısına ve medyanın kriminalizasyonuna karşı sokağa çıkarak iklim adaletini savunmaktan geri durmayan eylemcilerde. Bu bileşenlerin yaratacağı kitlesel bir iklim adaleti hareketi, iklim krizinin küresel adalet ilkeleri çerçevesinde çözümü için gerekli olan siyasi iradeyi ortaya çıkaracaktır.