Masis Kürkçügil –

Troçki’nin Ermeni Meselesine Bakışına İlişkin Notlar

Troçki’nin, Balkan Savaşları adlı kitabı, 1985 yılında Feroz Ahmed’in bir yazısı ile Tarih ve Toplum dergisinde (Mayıs 1985) okur ve yayımcıların iştahını kabartma amacıyla yazıldıktan on yıl sonra Arba Yayınları tarafından basıldı. Feroz Ahmed’in Balkan Savaşları öncesinde Viyana Pravdasında Troçki’nin “Türk Devrimi ve Proletaryanın Vazifeleri” (17/30 Aralık 1908) adlı makalesinden başlayarak Bakan Savaşlarından geniş alıntılarla sürüklediği makalesi şu değerlendirmeyle bitiyordu: “…Troçki sadece yapılan savaşla değil, bundan çok daha fazla şeyle ilgilenmiştir: Onun gerçek amacı başkaydı. Okuyucularının savaşı anlamalarına yarayacak, bölgedeki her şeyi -toplumu, politikayı, ekonomiyi, diplomasiyi- incelemeye çalışmıştır. Bana göre, Troçki bu görevinde tamamıyla başarılı olmuştur ve yetmiş yıl sonra bile, bu görevi daha iyi başarabilen başka bir çalışma yoktur.”

Kitap ilk kez Sovyetler Birliği’nde 1923 yılında Troçki’nin Soçinenya dizisinin 6. cildi olarak Balkanlar ve Balkan Savaşları başlığıyla yayınlanmıştır. 1927 yılına kadar eserlerinin 12 cildi yayınlanmış, daha sonraki iki cilt yakın zamanlarda arşivden çıkmıştır.

1912 yılında Kievskaya Misl gazetesinin savaş muhabiri olarak yazılar yazar Troçki, bu deneyimden ilerde Kızıl Ordu’nun kuruluşunda ve komutanlığında büyük miktarda yararlanacaktır. Yazıların bir önemi 1908 Devrimi ve bölgedeki sosyal demokrat hareket üzerine birinci dereceden bilgiler taşımasıdır.

Troçki’nin, Türkiye hakkındaki o günkü gözlemleri, analizleri Balkan Savaşı’ndan önce başlamıştır. Bu ilginin önemli kaynağı yakın dostu Kristian Rakovski olmuştur. “İki yıllık bir aradan sonra Balkanlar’da tekrar karşılaştığı(m), Balkanlar’ın tanınmış politikacı ve yazarı Dr. K. Rakovski”nin kendisine verdiği ayrıntılı bilgelere yer verir (s.419).  Rakovski bütün balkan dillerini bilmenin yanısıra Sosyalist Enternasyonalin önde gelen simalarıyla oldukça yakın bir ilişki içindedir. Tıp tahsili sırasında Avrupa’daki ermeni devrimcilerle ilişkisi olmuş, onlarla tanışmış ve dostluklar kurmuştur. Bu ilişkiler daha sonra İstanbul’a, Romen polisi tarafından bırakıldığında ermeni sosyalist mebuslar tarafından hemen hapisten kurtarılmasını sağlayacaktır.

Onun daha önce yayınlanmış Sosyalizm dergisindeki “1908 Türk Devrimi” yazısı (Bkz. Yeniyol, Haziran 2005, s.62-67) ile Troçki’nin 1908 inkılâbını değerlendirilmesiyle büyük paralellikler bulunmaktadır. Feroz Ahmed’in takdiminde  “herşeyden önce ulusal sorun geliyor”(du) denmekte; ikinci olarak da sosyal sorun.

Troçki’nin yazısı -kitaptaki diğer değinmelerle birlikte- bize bir dizi meselenin bugün için karanlık gibi gözükmesine rağmen o zamanlar için ulu orta konuşulduğunu göstermekte. Eğer bir mülteci gazetecinin kulağına kadar birtakım bilgiler gidebiliyorsa, bu bilgiler herkesin rahatlıkla ulaşabileceği türdendir. Sosyalist Enternasyonal çevrelerinde 1908 inkılâbı veya İttihad ve Terakki’nin siyasal karakteri üzerine yazılar, tartışmalar üzerine derli toplu bir çalışma olmamakla birlikte, örneğin henüz daha 1909 Ocağındaki bir yazısında Troçki “jön türklerin sağ kanadının açıktan açığa karşı devrim safına geçeceği”ni belirtmekte (bundan kast edilenin “eyaletlerin özyönetimine karşı çıkanlar” olduğunu da açıkça yazmış).

Ne yazık ki uzun yıllar boyunca Talat Paşa’nın terliklerine, Kara Kemal’in nargilesine atfedilen mananın zerresi o dönemin uluslararası sosyalist hareketindeki az sayıdaki Türkiye meseleleriyle ilgili yazan enternasyonalist sosyalistlere yakıştırılmamıştır. Nedense 1917 yılında bir sosyalist kongreye ittihatçıların katılımına ilişkin haberler önemli kılınır; ancak o enternasyonal daha ayaktayken oy hakkıyla devrin bütün sosyalist parti ve önderleriyle dirsek dirseğe olan Ermeni sosyalist hareketi, günahıyla sevabıyla nazarı dikkate alınmaz. Arşivi tarih sananlar, örneğin Lenin’in bütün eserlerindeki endekste rahatlıkla bulacakları bir ermeni devrimci hareketi maddesine bakmaktan bile acizdirler.

Troçki’nin bu makalesi yalnızca Ermeni Meselesi’ni değil dönemin temel meselelerinin anlaşılmasında da önemli katkılar sunmakta.

 

 

 

Türkiye’nin Parçalanması ve Ermeni Sorunu

 

Kuşkusuz bugün Doğu Sorunu’nun en zor dönemlerinden birini yaşıyoruz ve şu andaki savaş, “Hasta Adam”ın yaşlı vücudunda zaman zaman gerçekleştirilmesi gereken alışılmış acı dolu bir operasyondan başka bir şey değil.

 

Bu her zaman böyleydi. Doğu Sorunu’nun hiçbir noktasında barışçı çözüm mümkün değildi. Uluslararası diplomasinin sahip olduğu her türlü baskı aracı kullanılmasına rağmen, Avrupalılar statükoyu değiştirmemekte direnen, daha doğrusu değiştirebilecek kapasitede olmayan Türk hükümetine karşı çaresizdi. Bununla birlikte uluslararası diplomasinin de uzun süre çözülemeyen bir çok sorunun sonunda felakete ulaşmasında daha az suçlu olmadığını unutmamak gerek. Öte yandan Türkiye yönetimi iyi niyet ve yeterli esneklik gösterse idi, ülkenin sınırlarını daraltan ve sonuçta Asya’nın eşiğine kadar gerileten bazı felaketleri engellemek mümkün olurdu.

 

Doğu Sorunu’nun başlıklarından biri, ortaya çıkışında Makedonya sorunu ile benzer nedenlerin geçerli olduğu Ermeni Sorunu idi. Makedonya sorununun, kesin çözüm için savaşa yol açmasından sonra, Ermeni sorununun gündeme getirilmesi doğaldı, çünkü Ermenilerin durumu Makedonlardan daha kötü idi. Makedonya’nın şansı Bulgaristan’a komşu olması idi.

 

Makedonya’daki devrimci hareket Bulgaristan’dan her zaman manevi olduğu kadar maddi destek de buldu. Makedonyalı devrimciler isyanlarının başarısız kaldığı zamanlarda Bulgaristan’a çekilebildiler, burada sadece güven içinde olmakla kalmadılar aynı zamanda  dostça karşılandılar. Türkiye de Makedonya’ya karşı sert tedbirlere başvurmaktan her zaman çekindi, sonuçta Bulgaristan’ın günün birinde tehditlerini gerçekleştirip, aktif işgale geçmesi olasılığını göz önünde tutmak zorunda idi.

 

Türkiye’deki Ermeni nüfus ise tamamen farklı koşullarda yaşıyordu. Ermeni isyancılar başarılı operasyonlardan sonra bile uzun süre bölgede kalamadılar, ya İran’da ya da Kafkaslara kaçmak zorunda kaldılar. Türk hükümeti İran sınırlarını ihlal etmekten hiçbir zaman çekinmedi ve Ermeni militanlar sınır ötesinde de kovalandı. Üstelik Ermeniler sınırı geçtiklerinde ilk karşılaştıkları İran’da yaşayan Kürtler oluyordu ve onlar da Türklerden daha az tehlikeli değildi. Ermeni mülteciler Rusya sınırları içinde de sürekli saklanmak zorundaydılar, çünkü Rus makamları onları Türkiye’deki felaket koşullarının kurbanı olarak değil, devrimciler olarak görüyordu. Ve devrimcilerin yeri de bilindiği gibi Nikaragua’dan da Filipinlerden de gelseler hapishane idi. 90’lı yılların ortalarında ve 20. yüzyılın ilk on yılında Kafkaslardaki hapishaneler yarı yarıya “politik mahkumlarla” doluydu. Onların tek suçu tüm dünyanın dehşetle izlediği sistematik kitlesel kırıma maruz kalan halklarının durumunun düzelmesi için çaba göstermekten başka bir şey değildi. Dük Lobanow-Rostowski gibi diplomatlar Abdülhamit’e Ermenilerin soyunu tüketmesi için açık kart verdiler ve Dük Golizyn gibi yöneticiler, Sultan’ın katliamlarına karşı protesto etme cesaretini gösterenleri cezaevlerinde çürüttüler.

 

Şimdi Ermeni sorunu yeniden güncelleşti. Aslında hiçbir zaman sönmemiş, 1894-1896[i] döneminde korkunç kitlesel kıyımlar halkın umudunu tamamen kırıp ve devrimci örgütlerin gücünü tükettikten sonra 1897-1901 döneminde geçici olarak durulmuştu. Üstelik Ermeniler diplomatik çözüm olasılığına yönelik umutlarını kaybetmişler ve devrimci hareket bu yüzden bir süreliğine durulmuştu. 1901’den itibaren başlayan canlanma 1904’de ünlü Andranik önderliğindeki Sasun Ayaklanması[ii] ile sonuçlandı. Ancak bu ayaklanma olumlu sonuç getirmedi ve Andranik yandaşlarından bir kısmı ile birlikte yurdunun dağlarını terk etmek zorunda kaldı. Ama o zamandan bu yana halkın silahlanması, şiddet eylemleri ve devrimci propaganda devam ediyor. Eğer Türk Anayasası biraz daha gecikse idi Türk Ermenistan’ı, Ermenilerin yanı sıra Türklerin de katıldığı yeni ve büyük bir isyana sahne olacaktı.

 

Türk Anayasası Ermeni nüfusun yeniden umutlanmasına yol açtı. Anayasa sadece durumlarının iyileştirileceği sözü verse de, Ermeniler Sultan Abdülhamit’in diktatörlüğünü kıranların sözüne inanıyordu. Hatta Jön Türklerin sözüne o kadar güveniyorlardı ki, onbinlerin kurban gittiği Adana katliamını[iii] bile affetmişlerdi. Ermenilerin Türklerle elele çalışma isteğinin samimiyeti, etkili Ermeni partisi Taşnaksütyun’un, anayasal rejimin desteklenmesi ve daha sonra kültürel ve ulusal özerkliğe dönüştürülmesi hedeflenen yerel yönetimlerin kabul ettirilmesi için “İttihat ve Terakki Partisi” ile resmi bir anlaşma yapmasına kadar varmıştı. Bunun üzerine hükümet gerici Türk unsurların direnişine rağmen Taşnaksütyun Partisi’nin baskısı sonucu Hrıstiyanların da askerlik hizmeti yapmasına izin verdi ve 1909 yılı sonunda İçişleri Bakanlığı merkeziyetçiliğe son veren Vilayetler Yasası’nı hazırladı. Bu yasa ile genel valiliklerde halkın temsilcilerinden oluşan konseyler öngörülüyordu.

 

Ama Türkiye’de her zaman olduğu gibi, merkeziyetçiliğe son verilmesi tasarısı da kağıt

üzerinde kaldı ve verilen sözler boşa çıktı. Kısa sürede herkes anayasanın sadece ambalaj değiştirdiği ama içeriğinin aynı kaldığını anladı. Söz verilen reformlardan hiçbiri gerçekleştirilmedi. Ayrıca bir önceki yıl başlayan Ermeni bölgelerindeki sistematik cinayetler bugün tehlikeli boyutlara ulaştı. Bu yılın Mart ayından bu yana geçen altı ay içinde sadece Van Vilayetinde 60 kişi öldürüldü, 200’den fazla Ermeni yaralandı ya da soyuldu. Yerel yönetimlerin tüm bunlara seyirci kalmasına karşı merkezi hükümete yöneltilen şikayetler hiç bir işe yaramadı. Herkesin bildiği failler hala serbestler ve eylemlerine devam ettikleri gibi resmi makamlar tarafından da korunuyorlar. İçişleri Bakanı’nın Ermeni Patriği’nin şikayetlerine verdiği cevap ilginç: “Bu olaylarda olağanüstü bir şey görmüyorum. Sadece adi bir cinayet. Bu şiddet olayları olmasa idi, bir hükümete de ihtiyaç olmazdı.”

 

Bu cevap, bir kez daha Ermenilerin kaderleri ile baş başa bırakıldığını ve yok edilmelerinin normal ve olağan bir durum gibi görülmeye başlandığını açıkça gösteriyor. Bu arada yeni anayasanın yürürlüğe girmesinden bu yana ilk kez uğursuz bir “Ermeni Sorunu”ndan söz edilmeye başlandı. Ermeni gazeteleri bu başlık altında Ermenistan’daki korkunç olaylardan söz eden yazılar yayınlayarak bir kez daha Türkiye’yi devre dışı bırakıp dolaylı olarak Avrupa kamuoyuna seslenmeye başladılar.

 

Ermeni Sorununun nedenlerinin iktidar sınıfının “yabancı kökenli” karşı geleneksel politikasında ve Ermeni bölgelerindeki halkın ekonomik durumunda aranması gerekiyor. Jön Türklerin korkulan Osmanlıcılığı kısa zamanda denejere olarak İslamcılığa ve bir süre sonra da Türkçülüğe dönüştü. Jön Türkler yeni rejimin ve imparatorluğun bütünlüğünün, ancak milliyet ve din farkı gözetilmeksizin tüm halkların gerçek ve tam eşitliğinin sağlanması ile korunabileceğini anlamışlardı ve eşitliği Osmanlının yeni tanımı olarak sunuyorlardı ama, buna rağmen Selanik Kongrelerinde (Ekim 1910)[iv] Müslüman halkların Müslüman olmayanlara göre ayrıcalıklı konumunu ve devletin dayanağının Türk halkı olduğunu ilan ettiler. Kararlarının gerekçesi ise özellikle “Hrıstiyanların” güvenilmez olduğu idi. Hrıstiyanların Rumeli’de Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan. Anadolu’da ise diğer büyük güçler ve özellikle Rusya ile işbirliği içinde olduklarını, kendilerini hiçbir zaman Türk imparatorluğunun parçası olarak görmediklerini, bu yüzden  de güvenilmez olduklarını ileri sürdüler. Hrıstiyanlar kendilerini hiçbir zaman Türk imparatorluğunun bir parçası olarak görmemişlerdi, bu yüzden de onlara ancak tahammül edilebilirdi. Eşitlik verilir ve özel ulusal çıkarları ile hedeflerini gözetilirse, bu insanın kendi evinin  parçalanmasının koşullarını hazırlaması anlamına gelirdi. Müslüman halkların hepsine eşit güven göstermek de imkansızdı. Araplar ve Arnavutlar ayrılıkçı eğilim içindeydiler, Kürtler ise kolayca Rusların etkisinde kalıyorlardı. Hükümetin güvenebileceği tek unsur Türklerdi, bu yüzden de hükümet ve Jön Türkler Komitesi Türklerin Anadolu ve Rumeli’deki ekonomik durumu ve politik etkisini arttıracak çaba içinde olmalı idi. Bu konuda ilk ortaya atılan konu Muhacirler sorunu (orjinali Muhaciren-Frage) oldu. Jön Türklerin çoğunlukta olduğu Parlamento Bosna, Bulgaristan, Kafkaslar, hatta Afrika ve Afganistan’daki Türkler ve Tatarların, Hrıstiyan halkların bütünlüklü bir kitle oluşturduğu bölgelere yerleştirilmeleri için büyük bir kredi açılmasını kabul etti. En kısa zamanda Makedonya ve kısmen Ermenistan’da en iyi topraklar Muhacirlere verildi. Bu düşüncenin tam olarak uygulanamaması ve çoğu Muhacirin tekrar yurduna dönmemesi sadece Türk hükümetinin herhangi bir şeyi bile organize etmekteki yeteneksizliğine bağlanmalıdır. Parlamentodan kredi isteyen ve göğüslerini yumruklayarak, “mutsuz Müslüman kardeşlerinin” kaderine ağlayan, onları “Büyük Osmanlı İmparatorluğu’ndaki evlerine” getirmek isteyen Jön Türkler kısa zamanda hem kardeşlerini hem de Türk halkını unutup, dikkatlerini feodal toprak ağalarının sempatisini nasıl kazanabilecekleri konusuna çevirdiler. Bunlar da Jön Türk komitelere yaptıkları büyük bağışlar ve parlamento seçimlerinde komitenin adaylarına oy verme sözü ile kendilerini güvenceye alarak, emekçi kitleleri alçakça sömürmeye devam etme haklarını korudular. Sonuçta Jön Türklere göre, onların anayasasını koruyabilecek tek güvenilir dayanak bu ağalardı.

 

Ermeniler için, komşuları Kürtlerin böyle ayrıcalıklı bir konuma geçmesi özellikle büyük şanssızlık oldu. Hamid döneminden bu yana Kürtlere yönelik politika açısından değişen bir şey olmamıştı. Abdülhamid bilindiği gibi yarı yabani Kürt aşiretlerine (vallahi böyle yazıyor: halb vilden! Tabii bunu kontrol altına alınamayan olarak da çevirebiliriz ama yorum olur tercih senin) özellikle önem veriyor, onları Rusya’ya karşı ilk kale olarak görüyordu. Kürtlerden Türkleri bugün bile korkutan Kozaklara karşı özel bir birlik oluşturmuştu ve ikincisi – ki bu daha önemli di- onları Ermenileri kontrol altında tutmak için silah olarak kullanıyordu. Kürtler şimdiye kadar hükümete karşı ayaklanmamış tek halk grubu idi ve Jön Türkler hoşnutsuzlar cephesine katılabilecekleri korkusu ile onlarla anlaşmazlık çıkmasını istemiyordu. Ayrıca son iki yıldır sınır bölgelerindeki Rus komiserlerin Kürtler arasında propaganda yaptığı söylentileri yayılıyordu. Tüm bunlar Jön Türkleri bir yandan Kürtlere ayrıcalıklı davranmaya, öte yandan neredeyse dağılan düzensiz Hamid Alaylarının – başka bir isim altında- hayata döndürmeye zorladı. Ayrıca Jön Türkler, daha önce söylediğimiz gibi, Ermeniler ve diğer Hrıstiyanların tüm yeminlerine ve dostça tutumlarına rağmen Osmanlılıklarına gerçekte güvenmiyor ve Ermenilerin ilk fırsatta eyleme geçeceklerini düşündüklerinden Kürtleri onlara karşı sürekli bir tehdit olarak kullanmaya devam ediyorlardı. Son zamanlardaki cinayetlerin faillerinden bir tanesinin bile tutuklanıp cezalandırılmamasının nedeni budur. Merkezi hükümet Ermenilerin temsilcilerinin şikayetlerini, suçu yerel temsilcilere yükleyerek cevap verdi ve bir şeyler yapmak istediğini ispatlamak için arada bir valileri değiştirdi; onlarda hükümeti Kürtlere karşı eylemlerini etkisiz kılmakla suçladı.

 

Ermeni sorununun ortaya çıkmasının politik nedenlerinden biri de Ermenilerin neredeyse hiçbir hakka sahip olmamasıdır. Ermenilere karşı şiddet kullanılmasının cezasının olmadığını gördük. Faillerden biri şiddet kullanmaktan dolayı mahkeme önüne çıkarıldıysa bile, sonuçta Müslümanlardan hiçbiri gavurlar için kendi din kardeşleri aleyhine tanıklık yapmak istemediği ve Hrıstiyanların tanıklığı da mahkeme tarafından kabul edilmediği için beraat etmişti. Aslında yasalar Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında ayrım yapmıyor. Ama yeni rejimin Abdülhamid döneminden kısmen devraldığı memurlar yasalara aldırmıyor, merkeze uzak ve ulaşımı zor bölgelerde anayasayı bile tanımamakta ısrar ediyorlar. Anadolu vilayetlerinin neredeyse tamamında eski rejim zamanındaki kargaşa ve yasa dışı düzen devam ediyor. Halk için hala en büyük felaket olan memurlar Türk devlet sisteminin parçalanmasının da asıl sorumluları.

 

Ermeni bölgelerindeki ekonomik sorunlara bakınca, karşımıza önce toprak sorunu çıkıyor. Bilindiği gibi Ermeni nüfusun % 90’nı çiftçilikle geçiniyor. Ancak 1894-1896 katliamları sırasında Kürt ağalar sadece kaçan Ermenilerin değil, yurtların da kalanların da topraklarına el koyduğu için, Ermeni köylülerin bu tek geçim kaynağı da ellerinden alındı. Anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra Ermeniler defalarca hükümetten topraklarının geri verilmesini istediler. Hükümet bu taleplerin haklı olduğuna karar verdi ve Ermenilere haklarını mahkemede aramalarını tavsiye etti. Ancak çoğu toprak sahibinin elinde bunu kanıtlayacak resmi bir belge olmadığı ve Türk mahkemelerindeki bürokrasi ile karmaşa göz önünde bulundurulduğunda hükümetin sorumluluğun mahkemeye devretmesi Ermeniler için haklarından vazgeçmekten başka bir anlama gelmiyordu. Bu yüzden de Ermeni Patrikliği ve Taşnaksütyun konunun yönetim tarafından çözülmesini istediler ve Said Paşa kabinesi tartışmalar sonucunda bu öneriyi kabul ederek, konunun yerinde incelenmesi için bir komisyon kurulmasına karar verdi. Ama bu komisyon hala İstanbul’da oturuyor ve biz hala feodal ağaların Ermeni topraklarına el koymaya devam ettiğini duyuyoruz. Buna skandal düzeyde adaletsiz vergi sistemi ve diğer harçları eklersek, Ermenilerin omuzlarındaki yük ortaya çıkar; o zaman bu halkın sabrına şaşırmak gerekir ve bugüne kadar bu korkunç durumdan kurtulmak için hala harekete geçmemeleri de anlaşılmaz gelebilir.

 

Öte yandan anayasanın Ermeni nüfusun bu korkunç durumuna hiçbir değişiklik getirmediğini söylemek de haksızlık olur. Eski rejimin temsilcileri ve meslekten eşkiyalar henüz yeni rejimin kendilerine nasıl davranacağını bilmedikleri ve bu yüzden çaresiz oldukları ilk dönemde, Ermeniler, özellikle kentlerde yaşayanlar biraz nefes alabildiler. Bu kısa sürede, politik klüpler kurdular, okuma evleri ve kütüphaneler açtılar, okulların, eğitim ve refah kurumlarının sayısını arttırdılar. Ama genelde Ermeniler bir Türk ya da Kürdün istediğini yapabileceği gavurlar olarak kaldılar. Ermenilerin üzerinde katliam kılıcı sallanıyordu ve başkenttekiler bile bu tehditten muaf değildi. Bu yüzden, geçen yıl İttihat ve Terakki Partisi ile Liberal Cephe[v] arasındaki mücadele sertleştiğinde ve çatışma çıkabileceği hesaba katıldığında bazı Türk dostları Ermenilere katliam olasılığına karşı önlem almaları tavsiyesinde bulundular. Türk partileri arasında mücadele ile Ermeni katliamı arasında hiçbir ilgi yokmuş gibi görünse de, Ermenilerin kendileri bile, Türkiye’deki politik ya da toplumsal yaşamda önemli bir olay olduğunda kendilerine karşı katliam yapılacağı gerçeğini kabullenmiş durumda. İstanbul’daki ünlü bir Ermeni bana “gelecek yıl bir katliam beklediğini” söylemişti. Neden böyle düşündüğünü sordum. “Neden olacak, gelecek yıl Süveyş kanalının açılacağını unuttunuz mu” dedi. Bu yıl ilkbaharda İstanbul’da, Fransız büyükelçiliğinin Erzurum’daki konsolosluktan oradaki Ermenilerin katledileceği haberini aldığı söylentileri yayıldı. Ermeni mebusu olan P. Bey ile birlikte hemen Fransız büyükelçiliğine gittik, ama orada bize haberin uydurma olduğunu söylediler. Buna rağmen P. Bey çok kızgındı ve “büyükelçilik şimdi bu haberi yalanlasa da önemli olan böyle haberlerin yayılabilmesi ve bizim de buna inanmamızdır” dedi.

 

Tüm bu söylediklerimden sonra, Türk bölgelerinde yaşayan Ermeni nüfusun durumu nasıl düzeltilebilir ve Türk hükümeti Ermeni sorununu çözebilecek güçte midir sorularının  sorulması gerekir.

 

Cevap olarak Türkiye ve onun devlet adamları ile partilileri çok iyi tanıyan Taşnaksütyun partisinin ileri gelen üyelerinden birinin sözlerine yer vermek istiyorum:

 

“Biz belki de Jön Türklerden daha fazla Jön Türk olduk, çünkü biz de yeni rejimin ayakta kalabilmesi konusunda en az onlar kadar endişeliydik. Çoğu kişi Jön Türklerden hayal kırıklığına uğramış ve onlara sırtını dönmüştü, ama genellikle kişilere olan güvensizliklerini rejime yönelttiler. Biz onlara inanmaya devam ettik, daha doğrusu onlara inanmak istiyorduk. Çünkü anayasanın bağımsız bir Türkiye için son umut olduğunu biliyorduk. Ama biz de hayal kırıklığına uğradık, belki diğerlerine göre daha geç ama uzun deneyimlerimiz ve gözlemlerimiz hayal kırıklığımızın daha büyük ve güvensizliğimizin daha derin olmasına yol açtı. Şimdi size şunu söyleyebilirim ve buna gerçekten inanıyorum, anayasa gerçek bir çözüm getirmeyecektir. Türk hükümeti, kimlerden oluşursa oluşsun, söz vermekten başka bir şey yapacak durumda değildir. Ama uzun süredir bu sözleri ciddiye alan yok. Şu andan itibaren Türk hükümeti ile birlikte çalışmak isteyenler sağlam garantiler talep edecektir ve Türkler garanti verecek durumda olmadığı için, Makedonya, Arnavutluk ya da Ermenistan’da reform yapılması görevi Avrupa’ya kalmaktadır. Bu durumda Avrupa her zaman başvurduğu  yarım gönüllü önlemleri bir kenara bırakmalı ve “boğazdaki hasta adamın” radikal tedavisi için harekete geçmelidir. Herhalükarda böyle bir operasyon olmadan çözüm olmayacaktır.”

 

Altı hafta önce söylenen bu sözler gerçek oldu. Avrupa, Berlin Kongresi’nde alınan kararların 61. maddesinde Makedonya ve 68. maddesinde Ermenistan’da reform sözü verdi.[vi] Avrupa bu reformların uygulanmasını izleyeceği sözü vermesine rağmen, adı geçen bölgelerde durum her yıl daha kötüye gitti, hatta defalarca kanlı ayaklanmalar oldu, çünkü sonuçta reformların uygulanması Türklere bırakıldı. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın temsilcilerinin Bab-ı Ali’ye kabul ettirdiği 1895 Memorandumu[vii] da farklı bir şey getirmedi. Bu bildirgede öngörülen Ermenilere yönelik reformlar yerine, reformların uygulanmasını kontrol etmekle görevlendirilen Şakir Paşa’nın gittiği her yerde yeni kitlesel katliamlar dalgası yaşandı. Avrupalı güçlerin Makedonya’da bir İtalyan general komutasında jandarma güçleri örgütleme girişimi de böyle bir fiyasko ile sonuçlandı, burada da baş komutan Türk hükümetinin temsilcisi Hilmi Paşa idi.

 

Türkler anayasanın kabulünden sonra bir reform komisyonu kurdular ama bu komisyon Boğazda oturup, reformların organizasyonuna ilişkin tartışmalardan başka bir şey yapmadı. Sonuçta, Makedonya Türk devlet yapısının Aşil topuğu oldu, ama şansına bu yüzden aldığı yenilgi çok ağır olmadı ve kısmi bir darbe ile atlatıldı, çünkü Makedonya Türkiye’nin önündeki aşırı sorunlardan sadece biri idi.

 

Ermeniler için durum farklı. İki yıl önce parlamentodaki “Hocalar” Girit yüzünden Yunanistan’a savaş açılması tehdidinde bulunurken, bir politikacı bana şunları söylemişti: “Gerçekle bağlantımızı epeydir kaybettik. Girit ile ne işimiz var? Onu çoktan kaybettik, ama hala onun yüzünden sorun çıkıyor. Bizim geleceğimiz Asya’da. Bunu daha önce fark edip politikamızı romantizmden arındırsaydık ve Küçük Asya ile ilgilenseydik, şimdi böyle kimsenin aldırmadığı ikinci sınıf (quantite negligeable) sorunlarla uğraşmazdık.” Bir başka ünlü parlamenter, Trablusgarp savaşı başladığında İstanbul’dan Üsküdar’a taşınmasını, “ben Asya’ya geçtim, zaten bizi yakında Avrupa’dan kovacaklar. Hükümetin yerinde olsam akıllı davranır, benim gibi yapardım” demişti. Küçük Asya gerçekten de Türkiye’nin gövdesi, Küçük Asya gerçek Türkiye. Ermeniler Türklere inanmıyorlar, Avrupalılara da güvenmiyorlar ve daha fazla garanti istiyorlar. Ama bu garantilerin ne anlamı olabilir ve bazı güçler reform sözü verir ama bu görevi başkalarına bırakırsa, reformları nasıl garanti edebilirler? Bunu gerçekten yapmak isteseler bilindiği gibi reform bölgelerini “geçici” olarak işgal etmeleri gerekir. Ama “geçiçi” ifadesi sadece diplomatik bir kavram ve şimdiye kadar, bir işgal ordusunun girdiği bölgelerde uzun bir süre kalmadığına tanık olmadık. Şark sorunu bu tür işgallerle çözülmeye çalışıldı ve sonuçta Türkiye topraklarını kaybetti. Üstelik, Ermenistan’ın işgalinden sonra, Küçük Asya’nın diğer bölgelerinin ya da Mezopotamya, Suriye, Kilikya ve Arabistan’ın işgal edilmeyeceğinin garantisi var mıdır? Batılı güçlerin, Ermenistan’ın örneğin Rusya tarafından işgaline seyirci kalacağı söylenemez. Diplomatik çevrelerde daha şimdiden, Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaşmasından birkaç ay sonra, Küçük Asya’nın paylaşılmasının kaçınılmaz olduğu yüksek sesle konuşulmaya başlandı. Türklerin Avrupa yakasından kitleler halinde Küçük Asya’ya , orada uzun zamandır yaşam koşullarının iyileştirilmesini bekleyen bazı halk gruplarının durumu daha da zorlaştıracaktır. Reformlar şimdi yapılmazsa, Küçük Asya’da isyanlar kaçınılmazdır. Ama Türkiye akıllıca uygulamalar yapabilecek durumda değil ve bu yüzden Avrupa’nın müdahalesi gerekecektir. İlk fırsatta Türkiye’nin Asya’daki topraklarını paylaşmak için fırsat beklendiği göz önünde bulundurulduğunda, Küçük Asya’nın Avrupa barışının önünde sürekli bir tehdit oluşturması ancak böyle önlenebilir.

 

Böyle bir paylaşma planının şimdiden hazırlanması gerektiğine inananların sayısı az değil.

 

12 Kasım 1912, Arşiv


[i]
1894-1896 Türk-Ermeni Soykırımı: Bugünkü biçimi ile Ermeni Sorunu Ayastefanos Anlaşmasına (1878) dayanıyor. O zamanlar Ermenistan’ın tamamına el koyma hayal içindeki Rusya, anlaşma ile Türkiye’ye “Ermenilerin yaşadığı bölgelerde gerekli reformlar ve iyileştirmeler yapılarak, Kürtler ve Çerkezlere karşı korunmaları” (16. madde) koşulunu kabul ettirdi. Bu maddenin kontrolünden sorumlu gücün Rusya olacağı da herkes tarafından kabul gördü. Ancak İngiltere bu maddeden huzursuzdu ve haklı olarak bu maddenin Rusya’yı Ermenistan için garantör konumuna getireceğinden endişe ediyordu. Bunu önlemek için Ermeni sorununa yakından ilgi duyduğunu ilan etti ve 4 Haziran’da Türkiye ile bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmanın 1. maddesi şöyle idi: “İngiltere, Rusya’nın herhangi bir zamanda –Ayastefanos Anlaşması ile kabul edilen, Batum, Ardahan ve Kars dışında (çevirmenin notu)- majesteleri Sultan’ın Asya’daki topraklarında herhangi bir bölgeyi işgal etmesi durumunda, bu bölgeleri silah gücü ile savunma sözü verir .Majesteleri Sultan, buna karşılık Bab-ı Ali’nin söz konusu bölgelerde yaşayan Hrıstiyanların ve diğer vatandaşların korunması için gerekli yönetim birimlerini oluşturacağına ve taraflarca ileride kararlaştırılacak bir zamanda reformlar yapacağına söz verir.” İngiltere bu fırsattan yararlanarak başka bir taviz daha aldı ve Kıbrıs’ı ele geçirdi: “Majesteleri Sultan, İngiltere’nin yükümlülüklerini yerine getirebilmesini sağlamak için Kıbrıs adasını işgal ederek yönetmesini kabul eder…” Daha sonra yapılan Berlin Kongresinde imzalanan Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi  Ayastefanos Anlaşmasının 16. maddesinin yerine geçti. Buna göre Türkiye, Ermenistan’da yapılacak reformlar için “bu konuda alınan önlemlerle ilgili olarak belli zamanlarda reformların kontrolünü üstlenen güçlere rapor sunacaktır.”

 

Böylece İngiltere, Rusya’ya karşı bir kale olarak kullanmak istediği Ermenistan’da gerçekleştirilecek reformlar konusunda önemli bir güç haline geldi. Ermenistan’ın işgali için henüz erken olduğunu anlayan Rus hükümeti ise politika değiştirerek Ermeni bölgelerinde gerçekleştirilecek reformlara kararlı bir şekilde karşı çıkmaya başladı. Çünkü Türkiye’deki Ermenilerin durumundaki herhangi bir değişikliğin, Kafkaslarda en az Sultan kadar baskıcı olan Çar rejimi altında yaşayan Ermeniler arasında benzeri taleplere yol açacağından endişe ediyordu.

 

Ancak 1894-1896 yılları arasında Türkiye’de yaşanan ve Abdülhamit’in “Kızıl” (ya da “Kanlı”) Sultan sıfatını hak etmesine neden olan kanlı olayların tek nedeni emperyalist güçlerin entrikaları değildi. İstanbul’da yaşayan  ayrıcalıklı zengin Ermeni burjuvazisi dışında, Türkiye’deki Ermenilerin durumu çok zordu. Doğu eyaletlerinde yaşayan çoğu mülksüz köylüler olan Ermeniler üç kat baskı ile karşı karşıya idiler: Birincisi, Sultan Abdülhamit’in kulları olarak genelde bir baskı ve keyfiyet rejiminde yaşıyorlardı, ikincisi milliyetçi Türkler (ve özellikle Kürtlerin) Ermenilere karşı düşmanlığı, Avrupalıların Ermeniler yüzünden Türkiye’nin içişlerine karışmaya başladığının ortaya çıkması ve devrimci-milliyetçi Ermenilerin faaliyetlerinin canlanması ile daha da artmıştı; üçüncüsü bu yoksul köylüler, paşalar, beyler ve onların memurlarına inanılmaz yüksek vergiler ödemek zorunda idiler.

 

Olaylar 1894 yazında Sasun Ayaklanması ile başladı. Bitlis vilayetine bağlı Sasun bölgesindeki Ermeni köylerin halkı 1894 Ağustos’unda Kürtlere vergi ödemeyeceklerini açıkladı, silahlı çatışmalar yaşandı. Ordu birlikleri Kürtlerin yardımına geldi ve “isyanın bastırılması” başladı. Sasun bölgesinde 12 Ağustos’tan 4 Eylül’e kadar ateş ve kılıç hakim oldu. 30 köy yakıldı, 7-8 bin kişi öldürüldü, onbinlercesi evsiz kaldı. Ordunun başındaki Mareşal, o zamanki Bitlis valisi Zeki Paşa, Sultan tarafından “İmtiyaz nişanı”na layık görüldü.

 

Sasun Ayaklanması iki tarafında acımasız eylemlerinin başlangıcı oldu. Güç odakları arasındaki görüş ayrılığının, bildirge yayınlamaktan başka bir müdahaleyi imkansız kıldığını anlaşan Sultan (Bak. Dipnot 7) “Ermeni Sorunu’nu Ermenileri yok ederek çözmeye” karar verdi. Öte yandan Hınçak gibi bazı Ermeni kuruluşları, Kimberley, Salisbury gibi İngiliz politikacıların konuşmalarından etkilenerek eylemlerini arttırmaya karar verdiler.

 

İstanbul’daki Ermeni Komitesi, 30 Eylül 1895’te yabancı büyükelçilikleri de bilgilendirerek, bir gösteri düzenledi. Hedef, “yabancı güçleri Ermeni sorunu ile ilgilenmeye zorlamak ve haçlı seferleri ruhunu canlandırmaktı.” Bir provakatörün bir Türk subayına ateş açması ile dağılan gösterinin ardından İstanbul’daki Ermenilere yönelik katliam başladı. 30 Eylül’den 2 Ekim’e ve 8 Ekim’den 9 Ekim’e kadar süren olaylarda neredeyse yalnızca orta ve yoksul tabakadan Ermenilerin temsilcileri öldürüldü ya da zarar gördü. Aynı zamanda 8 Ekim’de Trabzon’daki Ermenilerle Türkler arasında çıkan çatışmalarda 300-400 kişi yaşamını yitirdi.

 

Ermenilere yönelik bir sonraki katliam, 20 Ekim 1895’te Sultan’ın Ermenilere bir dizi garantiler veren “Ferman”ın yayınlanmasından sonra yaşandı. Bu “Ferman”a karşı olan gerici güçler, Ermenilerin Müslümanları katledeceği söylentilerini yaydılar ve bu Ermenilerin yaşadığı her yerde dalgalar halinde pogrom yaşamasına  yol açtı. Sayısız kent ve köy birkaç ay içinde harabeye dönüştü: Diyarbakır’da 3 bin, Erzurum’da 4-5 bin kişinin yaşamını yitirdi; Muş, Bitlis, Harput, Sivas, Kayseri ve Malatya’da da katliamlar yaşandı. Bir süre sonra İstanbul’dan gelen Mareşal Saadettin Paşa komutasındaki birlikler Van Vilayeti’ndeki Ermeniler arasında pogroma girişti ve paşa sonunda Sultan’dan “Büyük Osmanlı” nişanını aldı.

 

Ermeni örgütleri bu olaylar karşısında güçsüzdü. Tüm yapabildikleri İstanbul’da etkili bir gösteri ile “Osmanıl Bankası”nı işgal etmek oldu: 26 Ağustos 1896’da Banka’ya giren yirmi kadar silahlı Ermeni, binden fazla çalışanı rehin aldı ve birkaç saat duruma hakim oldu. Bankanın ordu birliklerince sarılmasından sonra, kendilerine dokunulmaması koşulu ile eyleme son verdiler ve diplomatların koruması altında bir gemiye bindirilerek Fransa’ya gönderildiler. Ancak “Osmanlı Bankası Olayı” Hasköy’deki Ermeni nüfusuna yönelik insafsız hesaplaşmaya vesile oldu. Bir grup öfkeli Türk, iki gün boyunca (27-28 Ağustos) Hasköy’deki Ermenilere saldırdı ve iki tarafın kayıplarının sayısı 6 bini buldu. Hasköy katliamı 1894-1896 arasında yaşanan Ermeni pogromlarının sonu oldu.

 

[ii] 1904 Sasun Ayaklanması: Ermeniler ünlü General Andranik komutasında ikinci kez ayaklandılar ve bu ayaklanma da kanlı bir şekilde bastırıldı.

 

[iii] Adana: Türkiye’nin güneyinde Kilikya bölgesindeki kentlerden biri olan Adana’da 19. yüzyılda buraya göç etmiş çok sayıda Ermeni yaşıyordu. Ermenilerle Türkler arasındaki iyi ilişkiler 1894-1896 katliamları sırasında bile bozulmamıştı. Ancak 1909 yılı başında durum birdenbire kötüleşti. Ermeni piskopos Muşeg gibi, doğrudan ya da dolaylı olarak Rus hükümetinin kışkırtması ile ajitasyona başlayan kişiler, Ermeniler arasında soykırım yaşanabileceği söylentilerini yaydılar ve silahlanmalarını önerdiler. Aynı zamanda gerici din adamları da (örneğin Muhammed Birlikleri Komitesi’nin ajanları) Türkler arasında, silahlanan Ermenilerin ayaklanmaya ve Müslümanları kıymaya hazırlandığı söylentilerini yayıyordu. Devlet bu kışkırtmalara karşı önlem almadı. Bunun sonucu olarak Abdülhamit’in karşı devrimci darbesinin ertesi günü 14-17 Nisan arasında Adana Vilayeti’nde Ermeni pogromu başladı. Sadece resmi rakamlara göre 17 bin Ermeni ve 850 Müslüman yaşamını yitirdi, çok sayıda aile evsiz-barksız kaldı.

 

[iv] Jön Türkler’in Selanik Kongresi:  14 Kasım 1910’da Türk parlamentosunun oturumu ile aynı zamanda başlayan Kongre, aslında parlamentonun görevini üstlendi. Kongre son derece komplocu bir atmosferde toplandı ve basına resmi gündem dışında hiçbir şey yansımadı: 1) Halkın tanımı; 2)Komite ile parlamentodaki “İttihat ve Terakki” grubu arasındaki ilişki; 3)Ulusal Azınlıklar. Ayrıca İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyeleri açıklandı: Genel Sekreter: Hacı Adil Bey; 6 üye: Dr. Nazım, Eyüp-Sabri, Hacı Ömer, Ziya, Sabri ve Şükrü Bey.

 

[v] Liberal Birlik: İtilaf ve Hürriyet Partisi 13-27 Nisan 1909’daki karşı devrimci darbenin bastırılmasından sonra  kuruldu. Sultanla ilişkileri yüzünden eleştirilen Ahrarlara (liberaller) verilen isimdir. İtilafçılar, Prens Sebahattin’in merkeziyetçilikten vazgeçilmesi temelindeki düşüncesini benimsiyor ve genelde yabancı sermayeye ilgi ile bakan bürokrasi ile feodal çevrelere dayanıyorlardı. Bunlar arasında Rum-Ermeni liman burjuvazisi ve arkalarında emperyalist güçlerin bulunduğu, kapsamlı özerklik talep eden azınlıkların temsilcileri vardı. İtilafçılar, ayrıca İttihat ve Terakki’ye karşı olan, komite ile bireysel kırgınlık içindeki ya da Sultan’dan para almakla suçlanan güçleri birleştiriyordu.

 

Jön Türklerle sürekli mücadele içinde olan İtilafçılar bir kez iktidara gelebildiler. (22 Temmuz 1912-23 Ocak 1913) Birinci Dünya Savaşı’dan sonra İngilizlerin doğrudan desteğini alarak Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde canlanmaya başlayan ulusal kurtuluş hareketini engellemeye çalıştı. Ancak başarılı olamayarak sonunu hazırladı. 1924 yılında ideolojik açıdan İtilafçıların devamı olan İlerici Cumhuriyet Partisi kuruldu ama bir yıl bile geçmeden 1925 Sonbaharı’nda gizli destek verdiği karşı devrimci Şeyh Said isyanının bastırılmasından sonra Ankara hükümeti tarafından kapatıldı.

 

[vi] Berlin Sözleşmesi’nin 61. Maddesi: „Bab-ı Ali daha fazla vakit geçirmeden Ermenilerin yaşadığı bölgelerdeki yerel koşullara uygun olarak reformlar ve iyileştirmeleri yürürlüğe koymayı ve bunların Çerkezler ve Kürtlere karşı güvenliğini sağlamayı kabul eder. Bu amaçla alınan önlemler konusunda bu anlaşmanın yükümlülüklerinin kontrolünü üstlenen güçlere belli süreler içinde bilgi verecektir.

 

[vii] 1895 Memorandumu: „Büyük Güçler“, Türkiye’yi kontrol altına alma çabaları çerçevesinde Ermenistan’da yaşananları (Bak. Dipnot 1) kullanarak 11 Mayıs 1895’te İstanbul’daki büyükelçileri aracılığıyla Bab-ı Ali’ye „Ermeni Sorunu Memorandumu“ başlıklı belgeyi sundular. Berlin Anlaşması’nın 61. maddesine göre (Bak. Dipnot 6) yapılması istenen reformlar şunlardı: Valilerin seçiminde söz sahibi olmak; vergilerin niteliklerinin tanımlanması; farklı halk gruplarının jandarmada temsilinin sağlanması; Kürt aşiretlerinin göçlerinin belli sınırlar içinde tutulması ve kontrolü.

 

Bu memorandumu reddeden Türkler, 3 Haziran 1895’te Avrupalıların her türlü kontrol girişiminin “Sultan’ın hükümdarlığına saldırı” olarak algılanacağını bildirerek bir karşı öneride bulundular, bu da „Büyük Güçler“ tarafından kabul edilmedi. Sonuçta taraflar arasındaki müzakereler Sultan’ın Ermenilere bir dizi önemli garantiler verdiği tanıdığı „Ferman“ ile sonuçlandı. Ermeni sorununa çözüm bulunamazken, 1896 Sonbaharı’na kadar süren Ermeni katliamları başladı.

 

Troçki’nin bu makalesi ve Masis Kürkçügil’in konuya ilişkin notu Sosyalist Demokrasi için Yeniyol dergisinin Bahar 2007 tarihli 25. sayısındaki Ermeni Sorunu dosyası içinde yayınlanmıştır.