Phil Ward – Aralık ayında Kopenhag’da gerçekleştirilecek İklim Değişikliği Zirvesi’nin sera gazları emisyonunun düşürülmesine yönelik bir anlaşmayla sonuçlanabileceğine ilişkin umutlar hızla tükeniyor. BM İklim Değişikliği Destek Ekibi’nin başında bulunan Janos Pasztor, 27 Ekim’de ortak hedefler veya emisyon hacimlerini sınırlandırmaları için gelişmekte olan ülkelere yardım etmek konusunda endüstrileşmiş ülkeler arasında bir uzlaşma olmadığını açıkladı. Ayrıca ABD Kongresi’nin Obama’nın emisyonları azaltmaya yönelik önerilerini kabul edebileceğine ilişkin herhangi bir işaret söz konusu değil.
Hedefler üzerindeki herhangi bir olası uzlaşmanın ise yetersiz olacağı aşikâr. Obama’nın ABD için hedefi 2020 yılı itibariyle emisyonları 1990’daki seviyelere düşürmek. ABD’nin 1997 yılındaki Kyoto Anlaşması’ndaki -fakat resmen kabul etmediği- hedefi, 2010 yılı itibariyle emisyonları 1990’daki seviyesinden yüzde 7 oranında azaltmaktı. 1990 ile 2007 yılları arasında ABD emisyonları yüzde 16.8 arttı ve 6.1’den 7.1 milyar ton CO2 eşdeğerine yükseldi. Dolayısıyla, olası bir uzlaşma, ABD açısından Kyoto’dan daha güçsüz bir yaptırım anlamına gelecek ve bir önceki hedefin resmen kabul edilmemesi ve yerine getirilmemesi nedeniyle yayılan ‘ekstra’ sera gazları hesaba katılmamış olacak.

Avrupa Birliği de Kyoto’daki hedefi yerine getirmemiş gözüküyor. Şu anki planları 2020 yılı itibariyle emisyonları 1990’daki seviyesinden yüzde 20 oranında azaltmak. Fakat bu kesintilerin yarıya yakını, özellikle güney yarımküre ülkelerinde emisyonların ‘düşük seviyeli karbon’ projeleriyle azaltılmasını sağlayan Temiz Kalkınma Mekanizmaları (CDM) ile gerçekleştirilebilecek. Fakat CDM uygulamalarının bütün dünyada üst düzeyde suiistimal edildiği ve gelişmekte olan ülkelerdeki yerel toplulukların haklarının çiğnendiği bir sır değil.

Emisyonların Düşürülmesine Direniliyor

Muhtemel Kopenhag fiyaskosunun ardında büyük kapitalist güçlerle çok hızlı büyüyen ekonomisi ve devasa finansal artı değeriyle ekonomik nüfuzu giderek artan Çin arasındaki rekabet yatıyor. Küresel finansal krizle birlikte bu rekabet daha da şiddetlenmiş durumda. Dolayısıyla AB’nin emisyonların düşürülmesine ilişkin ‘taahhütleri’, karbon piyasası sınırlaması olmayan ülkelere endüstrilerin taşınmasını engelleyecek bir küresel anlaşma yapılabilmesi şartına bağlı. ABD Kongresi ise emisyonları düşürme hedefi olmayan ülkelerin ithalat ürünlerine gümrük tarifesi uygulamayı planlıyor.

Çin ve Hindistan hükümetleri ise bir önceki Bush yönetiminin aldığı tavrı benimsemiş durumda. Emisyonları değil sadece ekonomilerinin ‘karbon yoğunluğu’nu, yani her ekonomik üretim birimine düşen sera gazları emisyonunu azaltmayı kabul ediyorlar. Orta ve uzun vadede bu tür bir azalma doğal olarak gerçekleşmekte -James Watt 1770’lerde buhar makinesinin verimliliğini yüzde 1 ile 3 arasında artırdığından beri. Örneğin, 1978’den bu yana Çin’in enerji yoğunluğu, tüketim üç katı artmasına rağmen yarı yarıya azalmış durumda. Dolayısıyla önümüzdeki beş yıl içerisinde yüzde 20 yoğunluk azalımı gerçekleştirilebilir hedef. Fakat bu sera gazları emisyonunda bir düşüş anlamına gelmeyecek.

Sorumluluk ve Telafi

Sosyalistler, tarihsel olarak sera gazı emisyonlarının yüzde 70’inden sorumlu olan emperyalist ülkelerin sorumluluklarını kabul etmeleri gerektiği konusunda anlaşıyorlar. Kalkınmakta olan ülkelerin karbonsuz teknolojiler geliştirmeleri için tazminat ödemeliler ve 2050 yılı itibariyle emisyonlarını ciddi olarak azaltacaklarına ilişkin gerçek taahhütlerde bulunmalılar. Bu tür bir yardımın nasıl yapılacağı ise tartışılmaya muhtaç bir mesele. Zira bağış mekanizması egemen sınıfların emperyalist güçlerini tahkim etme araçlarından biri ve söz konusu bağışları alanlar ise ceplerini doldurmakla meşgul yerli egemen sınıf üyelerinden başkası değil.

Ayrıca bir yandan toplam emisyon hacmi azaltılırken diğer yandan da kişi başına düşen sera gazı emisyonunun bütün ülkeler arasında eşit olması (Kısma ve Yakınsama Modeli) konusunda da bir uzlaşı söz konusu. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), 2050 yılı itibariyle sera gazı emisyonlarının 1990’daki seviyesinden yüzde 80-95 oranında azaltılması çağrısında bulunuyor. Bu zaman zarfında nüfus artışı olmaması koşuluyla, emisyonların yüzde 90 oranında azaltılması kişi başına düşen oranın 4.3 tondan 0.43 ton CO2 eşdeğerine geriletilmesi anlamına geliyor.

Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün tahminlerine göre, 185 ülkeden sadece 40 tanesinin sera gazı emisyonlarını artırmasına izin verilmesi gerekiyor. Bu ülkelerden 30’u Afrika kıtasında, aralarında en kalabalık nüfusa sahip olan ise Bangladeş. ABD’nin emisyonlarını yüzde 98, İngiltere’nin ise 95 oranında azaltması gerekiyor. Fakat gelişmekte olan ülkelerin de bu yolu takip etmeleri elzem: Çin yüzde 90, Hindistan yüzde 62, Güney Afrika yüzde 94, İran yüzde 93 ve Brezilya yüzde 73. Küba bile IPCC’nin 2050 yılı için koyduğu hedeften çok daha fazla gaz salınımında bulunuyor ve mevcut emisyon hacmini yüzde 80 azaltarak kişi başına düşen oranı 2.19 tona düşürmesi gerekiyor.

Karbonsuz Kalkınma İçin Mücadele

Büyük bir ihtimalle ABD, diğer emperyalist ülkeler ve medya, Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi’nin bir fiyaskoyla sonuçlanmasını Çin’e saldırmak için bir fırsat olarak değerlendirecekler. Söz konusu durum Çin hükümeti veya gelişmekte olan diğer ülkelerin mevcut politikalarının sol tarafından eleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmiyor. Çevreciler ve ekososyalistler kendi hükümetlerinden sera gazı emisyonlarına karşı harekete geçmesini talep etmeye yoğunlaşmalıdır. Fakat, yeni endüstriyel bölgelerde aşırı sömürüyle mücadele eden Çinli işçilere veya devlet şiddetine maruz kalan Uygur protestoculara gösterdiğimiz dayanışmayı karbonsuz bir kalkınma modeli için çevresel tahribata karşı mücadele edenlere de göstermeliyiz.

Çin’de binlerce çevreci grup mevcut. Bazıları Üç Boğaz Barajı veya nehir yataklarının değiştirilmesi gibi projelere karşı daha yüksek profilli kampanyalar yürütürken, diğerleri Çin’in hızla büyüyen kâr merkezli ekonomisinin neden olduğu su ve hava kirliliğine karşı mücadele ediyor. Er ya da geç, bu tür bir büyümeyi sorgulayacaklar ve sürdürülebilir, adil ve eşit toplumsal, ekonomik ve siyasal alternatifler önermeye başlayacaklar. Altyapısı baştan ayağa sürdürülemez olmayan bir ülkede bu tür alternatifleri hayata geçirmek çok daha kolay olacaktır.

 

(Çeviren: Aykut Kılıç)