Mutlucan Şahan – Dünyanın farklı bölgelerinde öğrencilerin, gençlerin yükselttiği ortak bir haykırış bugünlerde efkâr-ı umumiyenin ses duvarını aşarak haber bültenlerinde, gazete sayfalarında yer buluyor. Herkesin kendi meşrebince gündemine taşıdığı bu konuyu biz de belli başlı örneklerden yola çıkarak mütevazı bir dosya kapsamında ele almaya çalıştık.
Eğitim sistemine yönelik neoliberal reformlara karşı Bangladeş’ten, Almanya’ya, Zimbabwe’den Kanada’ya, Mısır’dan İsrail’e uzanan gösterilerin kitleselliğinin, sıklığının ve radikalliğinin arttığını gözlemek çok da zor değil. Yapısı itibariyle hızla parlayıp geri çekilmeye eğilimli olan öğrenci hareketleri, son beş yıldır ve özellikle krizle birlikte bazı ülkelerde süreklilik değilse bile bir tür sürdürülebilirlik kazanmış durumda. Altı aydan beri aralıksız yürütülen mücadeleyle hükümetin masaya oturmak zorunda kaldığı Şili, yasa tasarılarının geri çektirildiği Fransa ve Yunanistan bunun başlıca örnekleri. Arap devrimleri ve halen sürmekte olan Wall Street işgalinde öğrencilerin oynadığı etkin rolü bu tabloya eklediğimizde siyasal formasyonunu mücadele içinde kazanmakta olan yeni bir militan kuşaktan bahsetmek pek de naiflik sayılmaz.

Yükselen öğrenci hareketlerinin hedefinde esas olarak eğitimin piyasalaştırılması ve emek piyasasının esnekleştirilmesi yer alıyor; fakat perspektifleri bu alanlarla sınırlı değil. Yeni militan kuşak, kendi sorunlarının neoliberal politikalarla; dolayısıyla bu politikalardan mustarip diğer toplumsal kesimlerin sorunlarıyla sıkı sıkıya bağlı olduğunun farkında. Kendilerini neoliberalizm karşıtı muhalefetin bir bileşeni olarak gören öğrenciler emeklilik reformlarına, kemer sıkma tedbirlerine, işsizliğe, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine, doğal ve kamusal kaynakların talanına karşı gelişen direnişlere yoğun biçimde katılıyorlar. Perspektif genişliği enternasyonalist bir boyut da taşıyor. Eylemlerinde, sloganlarında, metinlerinde farklı coğrafyalardaki “yoldaşlarına” gönderme yapan; iletişim, dayanışma ve koordinasyon olanakları arayan öğrenci hareketleri arasında dünya çapında bir tür rezonanstan söz etmek için pek çok örnek sıralanabilir. Yine de, bu bütünlüklü bakışa karşın öğrenci hareketlerinin Daniel Bensaid’in “sosyal yanılsama” dediği türden bir strateji noksanlığından tamamen sıyrılmış olmadığını vurgulamakta yarar var.
Öğrenci mücadelelerinin yükselişinde 2008’de gözle görülür hale gelen ekonomik krizin, neoliberal politikaların inandırıcılığını ciddi ölçüde sarsmış olmasının payı büyük kuşkusuz; fakat hareketliliğin krizden önce ortaya çıktığını ve özgül mücadele konularını göz önüne alırsak, meselenin kaynağını öğrencilerin gündelik deneyimlerindeki ve toplumsal konumlarındaki değişimde aramak kaçınılmaz hale geliyor. Bu dergide de çokça yazıldığı gibi, bugün eğitim ve emek piyasası sermaye tarafından esneklik ilkesi çerçevesinde şekillenip birbirine eklemleniyor. Öğrenci, entelektüel sermayesiyle toplumda edindiği ayrıcalıklı konumu; yani az çok kestirilebilir, güvenli, kimi zaman müreffeh bir gelecek garantisini kaybederek belirsizliğin geçerli olduğu rekabetçi ve güvencesiz çalışma yaşamının değişimlerine uyum sağlayabilmek için beşeri sermayesini devamlı olarak artırma yolları arayan müstakbel, hatta çoğu zaman mevcut ya da yedek işgücüne dönüşüyor. İstihdam ile eğitim arasındaki yöndeşme, öğrencilerin sorunlarını da sosyal meselenin bağrına yerleştirerek onları işçiler, işsizler, emekliler, gibi kesimlerle yan yana getiriyor. Neoliberalizmin öncülerinden Margaret Thatcher’ın ünlü “alternatif yok” sloganının, bu slogan eşliğinde uygulamaya konan politikalar eliyle güvencesizlik ortak paydasında buluşturulan, endişelerinden başka kaybedecek pek az şeye sahip kitleler için tercümesi şudur: “gelecek yok”.
Eğitimin bir yurttaşlık hakkı ve kamu hizmeti olmaktan çıkıp metalaşması ve emek piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmesi, bizzat üniversitenin girişimci bir piyasa aktörü olarak konumlanması ve örgütlenmesiyle at başı gidiyor. Üniversite şirket modelinde bir yönetim anlayışı ve işletme ideolojisiyle yeniden yapılandırılıyor. Bilimsel ve akademik olan yerini endüstriyel ve ticari olana bırakıyor. “Yüksek öğretimin finansmanı” konusunu giderek daha fazla tartışmaya açan hükümetler, bir yandan öğrencileri kendi beşeri sermaye birikimlerinin fiyatını ödemekle yüzleştirilirken diğer yandan üniversiteleri kaynak yaratma, dolayısıyla şirketlerle işbirliği yapma konusunda teşvik ediyor. Artık üniversiteden sadece bilimi üretip yayarak kapitalist üretim sürecine dolaylı yoldan katılması değil; doğrudan kârın realizasyonuna dönük olarak bilimin uygulanmasında da rol alması bekleniyor. Finanman karşılığında şirketlerin araştırma-geliştirme faaliyetlerini üstlenmek; yaşamboyu öğrenme ilkesi uyarınca beşeri sermaye birikiminin devamlılığını sağlamak için sürekli eğitim merkezleri kurup eğitim ve sertifika programları açarak emek piyasasının sürekli değişen ihtiyaçları doğrultusunda işgücüne –teknik olduğu kadar ideolojik- yeni beceriler kazandırmak; kredi teşviki ve vergi indirimi gibi devlet destekleriyle kampüs bünyesinde kurulan teknoparklar aracılığıyla özel sektöre kendi kaynaklarını sunmak;  piyasaya yeni alanlar, ürünler ve iş modelleri için kılavuzluk etmek; kimi öncü modellerde bizzat kendi şirketlerini ve iştiraklerini yaratmak bu rolün başlıca gerekleri.
İlginç olan bu kurumsal dönüşümün özerklik, hiyerarşik bürokrasinin tasfiyesi, katılım ve toplumsal yarar gibi söylemlerle meşrulaştırılması; oysa piyasa ve devletin ikili markajı altındaki üniversite kamu yararından hiç bu kadar uzaklaşmamış, hiç bu kadar baskı ve denetim altında olmamıştı. Rekabet, bu denetimin asli unsuru. Üniversiteler devlettten daha çok bütçe almak, şirketlerle daha iyi anlaşmalar yapmak, daha “parlak” akademisyenleri ve öğrencileri kendisine çekmek için; öğretim görevlileri küresel ve esnek akademik piyasada kendilerine mümkün olduğunca güvenceli bir yer edinmek için; öğrenciler en “lider” üniversitelere gidip en çok sertifikayı toplamak ve istihdam edilmeye en elverişli becerileri edinerek beşeri sermayelerini artırmak için rekabet halinde. Herkesin herkesin kurdu olduğu bu savaş meydanında ayakta kalanlar azaldıkça güçleniyor, kaybedenler ise oyunun, dışında değilse bile, kenarında kalıyor. Kamu kaynaklarının kısılması ve giderek artan sayıda öğrencinin üniversiteye girmesiyle birleşen bu tabloda az sayıdaki seçkin üniversite ve sıradan kitle üniversiteleri arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Zaten azalmakta olan devlet finansmanından aslan payını almasının yanında özel sektör ve sivil toplum örgütleri tarafından da finanse edilen birinciler sahnenin asli oyuncusuyken; kariyer yarışında geriye düşmüş öğretim üyeleri ve öğrencileriyle birlikte olanaksızlıklarla boğuşan ikincilere figürasyon uygun görülüyor. Sık sık antikiteye referans veren yeni üniversite modeliyle, tam da bu referanslara yaraşır biçimde, patricilere ve pleblere dayalı bir trajedi sahneye konmaya çalışılıyor.
Mevcut saldırıya karşı koymak için eskiyi savunmaya gerek yok; zira üniversitenin aşkın bir bilgeliğin, toplumcu bir nesnelliğin, özerk bir demokrasinin ve kendisine atfedilen diğer erdemlerin kaynağı ve yuvası olduğu bir altın çağ yok. Kural değil, istisna olarak, görece özgürleştirici olduğu veya özgürleştirici hareketlere evsahipliği yaptığı dönemler olmuşsa da; üniversite en başından beri içinde yer aldığı toplumun bir parçası ve sürdürücüsü olma işleviyle mükelleftir. Dolayısıyla trajediden farsa sürüklenmek, biraz daha iyisinin, biraz daha fazlasının peşine düşmek anlamsız; saldırı ne kadar radikalse, ona verilecek yanıt da o ölçüde radikal, bütünlüklü ve bir o kadar farklı olmalı. Üniversitenin anlamını ve işlevini toplumla, bilimle, insanla, doğayla kurması gereken ilişkilerden başlayarak sorgulamak; üniversiteyi sadece bileşenleriyle değil toplumun tüm kesimleriyle birlikte ele alan özgürlükçü ve katılımcı bir kamusallık anlayışı çerçevesinde onu yalnız piyasa ve devlet cenderesinden değil, muhayyel akademik değerler safsatasından da kurtarmak gerek.
Eski modelde zaten varolan çelişkilerle geçiş sürecinin uyumsuzluklarından ve öngörülen modelin karakterinden kaynaklanan yeni çelişkilerin kümülatif toplamı karşımıza üniversitenin krizi olarak çıkıyor. Kapitalizmin kriziyle örtüşen ve iç içe geçen bu kriz nedeniyle dünya ölçeğinde sokağa dökülen binlerce öğrenci için parçası oldukları kolektif eylem, ne eski ne yeni model üniversitenin erişemeyeceği kadar öğretici ve bilinçlendirici. Öğrenciler mücadele içinde sadece içinde bulundukları durumu, üniversiteyi hatta dünyayı değiştirme kabiliyetlerinin farkına varmayacak; yukarıda sözü edilen kamusallığın ipuçlarını da orada bulacak.